Cihan Nedim “Evlenelim demeye geldim!” diyor Mercan’a…
Mercan, limanı olan şehirdeki arka mahallelerden birinde tek başına yaşar; şehrin orospusu…
İrfan adında dayağı eksik etmeyen bir belalısı var; orduda subay, yüzbaşı, üstelik evli barklı…
Buz kesmiş havanın soğuğundan zar zor koruyabildiği dökük evinde, 2. Dünya Savaşının yokluğunda kıtlığında, yüzbaşı sayesinde iyi kötü karnı doyuyor Mercan’ın; ama gönlü Cihan’da…
Cihan boylu poslu, kadınların yolda görünce dönüp baktığı, dönüp bakmak ne kelime zınk diye durup, eriyip bittikleri bir yakışıklı; çınar boylu bir civan delikanlı.
Orospunun evinde yalnızlar; Mercan, divana bağdaş kurmuş, parmağını örtünün sökülmüş ipliklerine geçirmiş, bir açıyor, bir doluyor, gözleri dalmış öyle konuşuyor:
“Cihan Nedim, ben sana hiç demedim ama canımdan çok severim seni. Ölürsen peşinden gelirim, bilesin… Lakin senle de evlenemem.”
Cihan Nedim’in omuzları düşer, ayrılık kaçınılmazdır artık ve her ayrılıkta olduğu gibi bir hatıra olarak o son bakış kalır geriye…
Ama hayat bu, büyük konuşmamalı, gün gelir orospu Mercan şehrin kundura tamircilerinden Hikmet Efendi’nin Behice’den olma evladı Cihan Nedim’le evlenir.
♦♦♦
Bazen bir romancının peşine takılırız, git git bitmez yollar gibi uzun uzadıya arkasından dolaştığımız da olur, kısacık bir takiple yetindiğimiz de…
Roman yazarı bunu bilmez ama yüzünü bile görmediği, hatta hiç göremeyeceği okurunun soluğunu ensesinde hisseder; takiptedir çünkü…
İlk romanı Kritimu~Girit’im Benim’den itibaren bir şaperon gibi peşinde dolaşacağımız yazar Sabâ Altınsay’ın o kitabındaki ilk cümleyle bu yolculuk başlar.
“Cami avlusundan havalanmış el kadar bir kâğıdın peşinde”* dolaşınca ardından büyülenmiş gibi romancının öteki eserlerine el atılır.
Zira okumanın hazzı bitmemiştir; haz, tam da böyle, yerinde duramaz olup zıp zıp cıva gibi ele avuca gelmez bir telaşla okuru sarıp sarmalamış olur.

Saba Altınsay
Düşbaz Kitap, 2. Baskı
256 sayfa, Şubat 2024
Edebiyatımızın kadın yazarlarından “büyülü gerçekçilik” akımına yakın kalemiyle Sabâ Altınsay’ın 2011’de ilk baskısı yapılmış ikinci romanı “Benim Hiç Suçum Yok”, Stoik bir kader anlayışının gölgesinde dolaşır. Şimdilerde yazgı diye adlandırdığımız Kader’in sesini dinleyerek başlarız romana ve üç yüz sayfalık muhteşem bir hikâyenin son satırında, değiştiremeyeceğimiz şeyler vardır, onları zorlamanın âlemi yok, kabullenmek önünde sonunda mukadderdir, diyen Stoik felsefenin kurucu isimlerinden Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un dediğine geliriz.
Kader, K. rumuzuyla konuşuyor: “Ben gözlerimi açtığımda Tanrı kâinatı yaratmaktaydı.” Roman bu cümleyle başlar.
Demek kader, kâinattan evveldi ve o sırada Tanrı meşguldü. Efsunlanmış bir okumayla Birinci Söz başlar, biter; hikâye gelir ardından ve sonunda Şekspiryen~Shakespearean bir trajediyle son bulur.
Ve kader, K., bütün bu olan bitenin ardından kitabın Son Sözünde son kez konuşur:
“Benim hiç suçum yok! Size daha önce de söyledim: Benim hiç suçum yok!”
Suç yazgıya ait değilse, hayatın insanların önüne serdiği yüzlerce yoldan birisini tercih edip yoluna gidenlerin olmalıdır. Nitekim öyle de olur, Behice Hanım’ın ailesinde estirdiği şiddetli rüzgâr fırtınaya dönüşecek, herkesin kaderini değiştirmeye çalışmasının neticesi felâketle sonuçlanacaktır.
Sabâ Altınsay’ın cami avlusunda ayak altında sürünürken havalanmış resmi bir ilan kâğıdının peşine bizi takıp aktardığı Girit mübadelesini okuduğumuz o ilk eserinden tanıdık simalara sanki rast gelecekmişiz gibi o liman şehrinin sokaklarında, meydanlarında geziniriz.
İzmir vapurlarının gelip gittiğine bakılırsa, ya Ayvalık ya Çanakkale, yahut da belki Bandırma veya Tekirdağ olacağını tahmin edebileceğimiz bir liman şehrinde başlar hikâye…
Fakat, sonra, roman kahramanının öteki iki şehre seyahatleri söz konusu olunca, geriye ilk ikisi kalır. Yazarımız, Mercan’ın ve Cihan Nedim’in birbirlerine âşık olduğu şehri faş etmiyor; bizim tahayyülümüze bırakıyor.
2. Dünya Savaşının karartma gecelerinin ürpertisini yansıtan, yokluğun ve açlığın sınırlarında bir ülkenin her an Batıdan gelecek bir taarruzu beklediği, beklemek ne kelime, kesinlikle öyle olacağına inanmış bulunarak herkesin kaderine rıza gösterdiği günlere uzanırız. Nazilerin Edirne hududuna dayandıkları, 1944 yılındayız.
Cihan Nedim’in ebelik yapan ablası Kadriye’nin o evde, onu koruyup kol kanat germeye çalışan babası Hikmet Efendiye rağmen annesi Behice’yle olan derin dargınlığı, kırgınlığı neredeyse kızkurusu olacak çağlarında onu Fransız direnişçileri arasında bulunmuş, sonra Nazilerden kaçıp Türkiye’ye dönmüş entelektüel, bohem ve tuhaf bir erkeğin kollarına iteler. Mösyö Vasıf adında, birden sevgilisi olmuş erkeğe Kadriye sorar, “Yahudi diyorlar sizin için. Bir de komünistmişsiniz.” Mösyö’yle sevişen Kadriye artık onun kadını olduğuna inanarak evden kaçar, annesi Behice’den kaçar, bütün geçmişinden kaçar; ona ağır sözlerle mektuplar yazacağı uzaklara gider.
Cihan Nedim’in askerliğe celp kararından evvel yoklaması yapılacaktır, aynı kadına aşklarından çekiştiği yüzbaşı İrfan, Askerlik Şubesinde edeceğini eder ona… Hatta Polatlı’daki topçu birliklerine acemi er gönderildiğinde bile rahat vermez ve hudut bölgesine, Trakya’nın amansız kışında donup oracıkta şıp diye kurusun, ölmese de hiç değil bir sürünsün diye Alman Nazi ordusunu bekleyen birliklere gönderilmesini allem kallem halleder.
Cihan Nedim’in buz kesen vücudu orada kaskatı olacak, ağır romatizma sonucunda o kavak gibi uzun, çınar gibi güçlü bedeni bir enkaza dönecektir. “Alınyazısını ceza gibi yaşayan, önüne çıkan felaket yüzünden şaşkın, kendi bedenine yabancı, hatta kireçlenmiş cümle eklemlerine düşman, çaresiz ve mahzun bir Cihan Nedim…” vardı artık ve Mercan onu yattığı askeri hastanede bulacak, apar topar nikâh kıydıracaktı.
Cihan o kazık kesilmiş, hiçbir yana dönemez katılıktaki vücuduyla dünyası yıkılmış bir erkektir artık ve Mercan’ın hemen evlenelim, sana ömrüm sonuna kadar bakarım diyen sözlerine karşı direnir; bir sakatla yaşayacaksın der.
Yazgı~kader, mukadderat aşk olup Cihan Nedim’le eskiden orospu ama şimdi şehrin zanaatkâr esnafından Hikmet Efendi’nin gelini Mercan arasında şu sözlerle karşımıza çıkar:
“Alnıma bak, Cihan Nedim….ne görüyorsun?”
Cihan Nedim, kaderden korkuyor, “Yapma Mercan,” diyor.
Mercan devam ediyor, “Ben seninkinde kendimi görüyorum. İyi bak! Alnımda sen yazıyorsun; okusana. Senin yolunda yürümek istiyorum Cihan Nedim. Yorma beni.”
Nikâhlarını kıyan binbaşı, Mercan’a acımış, onun bir telaşla nikâh masasına oturmasını hamile olmaklığına yormuş ve babasız çocuk doğurmamak için yıldırım nikâhla dünya evine gireceklerini zannederek, “Allah yardımcın olsun. İki çocuk bakacaksınız anlaşılan.” demişti. Şimdi, alınlarında âşıklardan yekdiğerinin kaderi yazılı olan Mercan’la Cihan evli olarak kayınvalde evine dönecekler; orada onları bir büyük trajedi bekliyor…
Oysaki oğluyla görünmez ve kendinde tapılası bir aşk yaşayan annesi Behice, bütün bunlar olmazdan epeyi evvel, Mercan’a olan aşkıyla ve evlenmek isteğiyle karşısına gelen henüz askere gitmemiş, bütün bunlar başına gelmemiş evladına gerekirse orospuyu öldüreceğini dahi söylemişti.
“Silerim! Seni helak ederim, yine silerim. Yakarım o orospuyu da seni de… Hatta kendimi de…”
Cihan Nedim’in cevabı çok manidardır: “Dilerim Allah’tan anne, bir gün gelsin, oğlumla evlen diye o beğenmediğin Mercan’ın ayaklarına kapanasın.”
Bu cümlenin ardından romancımız ekler, “Ve Tanrı bunu duydu.”
Sonrası…sonrası Şekspiryen bir trajedidir, romanda yazılıdır; roman en iyi vesikadır.
Alman sanat eleştirmeni Franz Roh’un ilk kez kullandığı Magischer Realismus~büyülü gerçekçilik tarzının Türk edebiyatında temsilciliğinin başını Latife Tekin çekiyorsa, şimdi karşımızda Sabâ Altınsay bulunuyor.
Latin edebiyatından Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki hikâye gibi herkesin beklediği ama kimsenin müdahale edemediği yazgısal~mukadder bir sonun Hikmet Efendi ailesine gelişini romancımızın demlenmiş kalemi, Yaşar Kemal’in “İnce Memed”le başlayan romanlarında görüldüğü gibi lirik, ama asla masalsı olmayan bir anlatımla ince ince dokuyor. Baş döndüren cümlelere hazır olarak, edebiyatın tadını çıkarmak üzere romana adım atabilirsiniz.
Roman biter ve siz, büyük kabahatler işlemiş insanlara mahsus bir telaşla kendinizde aşkı, sevgiyi, bir insana bağlanmayı sorgularsınız; çünkü kimse masum değildir, herkes kendi yamasını, söküğünü bilir.
Hiç masum olmayan orospu Mercan anlıyordu ki, birini sevmek, aşkla sevmek, değiştiğinde de sevmektir. Hatta değişme ihtimalini göze alarak sevmektir.
Merak etmeyin, Cihan Nedim de aslına bakarsanız hiçbir zaman tamamen masum olmamıştır.
Herkes gibi…