Üçüncü cemre düştüğünde çoktan başlamıştır bahar. Artık çıkma zamanı gelmiştir sokaklara, kapatamazsın kendini dört duvar arasına ya da ruhunu dinlemez de kapatırsan, kıştan kalan soğuk sarmalar her yanını. Bahar cesaretiyle her yıl yeniden kurar oyununu ve doğa, böceğinden papatyasına katılır bu kadim oyuna. Bahar uyanmak ve yeniden var oluşu hatırlamaktır çünkü. Artık bu çılgın dünyada en cesaretlimiz bahardan rol çalmanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Bugünü kurtarmaya çalışan eliçabuklara yarını göstermenin zamanı geldi. Çünkü bahar geldi. De haydi başlamak lazım şimdi.
Annecim “Baharda delilik artar” derdi, “akıl hastaneleri bu mevsimde dolar, taşar”. Sözleri daha çok cesareti işaret ederdi. Bahar herkese gelir çünkü. 6 Mart’ta üçüncü cemre toprağa düştüğünde güneş bir başka ısıtır içimizi. Evet, 11 Mart’ta kocakarı soğukları başlayacaktır ama gelecek fırtınalar durduramazlar baharı. Bu sene 8 Mart gece yürüyüşünde hükmedenlerin müdahale açıklamalarının onca kadını durduramadığı gibi. Oysa dünya korkumuz vardı her birimizin oraya giderken. Sözümüz de birikmişti ama nerelerde ne sözler birikti de kursağımızda kaldı, 8 Mart akşamına kadar. Düzenleme komitesi her zamanki gibi çağrı metnini yayınladı, her zamanki gibi duyurdu. Hatta önceki yıllarda birkaç gün öncesinde feministlerin İstiklal Caddesinde masa kurup, bildiri dağıttıklarını bile hatırlıyorum. Bu yıl görmedim, görmeyi de beklemiyordum. Hepimizin eli kolu zor kalkıyor. Kalkan el çabuk tarafından kırılmaya çalışılıyor, çünkü artık her insani hâl suç unsuru sayılıyor. Ama kime sorsam gideceğini söylüyordu yürüyüşe. Bir o zaman, “Galiba çok kişi olacağız” dedim. Çok olduk, çok söyledik, çok zıpladık, çok eyledik. Türkçe ve Kürtçe dövizlere Arapçalar da eklenmişti. Sloganlarımızda bedenimize, yaşamımıza, bugünümüze ve yarınımıza sahip çıktık. Bugün bu topraklarda söylenen her muhalif sözün değeri büyüktür. İstanbul’da Beyoğlu’nun göbeğinde söylense de Mardin Kalesinde erbanelerle eylense de hayata değer. 8 Mart akşamı İstiklal Caddesinde eyleyen yaklaşık 50 bin kadın gelecek baharın müjdecisiydik ve tarihe de bir çentik attık. Umarım yarınlarda “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!” sloganıyla hatırlanırız.
Kocakarı soğukları 17 Mart’ta gelecek yıla randevu vererek son bulur ve 21 Mart’ta Bereketli Hilal’in her yerinde binlerce yıldır kutlanan nevruzu karşılarız. Nevruz geleneğinin tarihin en son Buzul Çağı’nın bitmesinden hemen önceki günlere yani 15 bin yıl öncesine kadar uzandığı anlatılır ve her zaman uyanışın işareti sayılmıştır. Bugün bizim baharın gelmesine ne denli ihtiyacımız varsa, o zamandan bu yana bu coğrafyadaki herkes yeni günlerin başlangıcı sayılan nevruza öyle umut bağlamış, hikâyeler düzmüştür. Çünkü insan her zaman cesarete ihtiyaç duyar. Bu toprakların kadim halklarından Kürtlerde ise nevruzun, Demirci Kawa efsanesine dayandığına inanılır. Yüzyıllar önce bir 20 Mart günü Demirci Kawa liderliğinde Kürt gençleri zalim Asur kralına karşı isyan ederler. Kürt halkı zalim kraldan kurtulur ve ertesi gün ilkbahar gelir. Asıl olan hayattır ve hayata değen her hikâye sonuna kadar gerçektir. Üstelik hayatın terazisi ancak ezilenlerin hikâyelerinden yana saf tutmakla dengeyi bulur. Oysa bu sene gözaltılar Nevruz kutlamaları arifesinde başladı, kutlama alanlarında da devam etti. Beş yıl öncesiyle aynı sloganlar atıldı meydanlarda, yöresel kıyafetlerle zılgıtlar çekildi. O gün Kürtlerle hep birlikte Nevruz kutlayanlar bugün onları gözaltına almayı tercih etti. Değişen neydi?
Aslında birçok konuda aynı şekilde davranıyorlar hükmedenler. İktidarın devamı için gereken güncel ihtiyaçlara göre politik söylemi 180 derece değiştirebiliyorlar. Üstelik bunu o kadar kanıksadık ki artık hiç şaşırmıyoruz. Ölen çocuklara, Kürtlere, askerlere ve yıkılan şehirlere şaşırmadığımız gibi… Hükümet politikaları nedeniyle yaşanan mağduriyetlerde konuların her birinin muhatabı farklı olduğundan, ilgilisi dışında kimse haberdar olmuyor. Kendi içimizde bin parçaya bölününce de bunca yapılan haksızlık, hukuksuzluk yapanın yanına kâr kalıyor.
Oysa hiçbir hikâye yeni değildir. 7 Nisan’daki Kırlangıç Fırtınasının kanadına tutununca 8 Nisan Dünya Romanlar Gününe varıveriyorsunuz. Bugün Romanların karşı karşıya kaldığı ırkçılığı, ayrımcılığı hatırlama günü. Tarihleri boyunca gittikleri yerlerde baskı gördüler ama bu, II. Dünya Savaşında doruk noktasına ulaştı, 500 bine yakın Roman Nazilerin ölüm kamplarında can verdi. 8 Nisan 1971 tarihinde Londra’da Birinci Uluslararası Roman Kongresi toplandı. Bu kongre Romanların bir araya gelmeleri açısından tarihi önem taşır. Bu nedenle 1990 yılına gelindiğinde 8 Nisan Dünya Romanlar Günü olarak kabul edildi. Bugün Romanların yaşadığı zulmü hatırlama günüdür ama sadece bu anlama gelmez. Romanlar yüz yıllardır göçerler, dünyanın en eski gezginleridirler. Dünyanın her yerindeki her türden insanı tanımak ve yüzyıllardır yıldızların altında, yer kürenin üstünde uyuduklarından toprağın, ağacın, rüzgârın dilini anlamak onların işidir. Az bir birikim mi bu? Üstelik karşılaştıkları her türlü baskıya, ötekileştirmeye ve katliama rağmen hiç savaşmadılar. Onlardan, baharın çocuklarından öğrenecek çok şeyimiz var ya bugünlerde ilk sırada savaştan nasıl uzak durdukları yer almalı bence.
Gacolar, Gacılar yani Roman olmayanlar daha çok eşya, daha çok bina, daha çok birikim üzerinden kurduk hayatımızı. Biriktirdik, miraslar ve miraslarımızı bırakabileceğimiz çocuklar edindik. Doğan çocuğumuzun kanından emin olabilmek için kadınları eve kapadık, kadınlar edindik. Sahip oldukça korumak gerekti ordular edindik. Orduları beslemek için yeni topraklar gerekti; buraları fethetmek için ise silahlar edindik. Korunmak için sınırlar edindik. Sınırları korumak için de mayınlar. Mayınlı arazilerde bacaklarını kaybeden çocuklara takma bacaklar edindik. Hayatın bağlamını öyle değiştirdik ki karın doyurmak bile aynı değil artık bugün. Yakında hormonsuz, GDO’suz yiyeceğe ulaşmak nerdeyse bir servet değerinde olacak. Doğaya rağmen aynı şekilde devam edersek, sadece insanlar için bile dengeli olacak bir hayatı mumla arayacağız. Peki, o zaman “Harç bitti, yapı paydos” deyip, vaz mı geçeceğiz yaşamaktan?
Jan Yoors’un, “Çingeneler’: Opre Roma” adlı romanında Pitti la Kaliako adlı milyoner bir Çingeneden bahsedilir. “O bir milyonerdir; çünkü bir milyon harcamıştır…” Bizim hayatlarımıza dair müthiş bir eleştiridir bu tavır. İçinde yaşadığımız sistem doğayı, hatta insanları hiç umursamadan sırf daha çok kazanmak uğruna yok ederken yaşamları öne çıkarılan değerler, sahip olmak, biriktirmek, saklamaktır. Yedi göbek sülalesinin harcayamayacağı kadar parası olan, hala birikimini artırmaya çalışır. Hem de biriktirdiği para karşılığında her şeyi değersiz kılarak. Aslında öyle delice bir oyundur ki bu, kendi yarınını yok etme pahasına birikimini artırmaya çalışır. Buna karşılık milyoner Çingenenin hikâyesinde içinde yaşadığı toprağı, havayı, suyu, eriği, pervane böceğini ve baharın cesaretini anlamak vardır. Tüm coşkusunu, sevgisini, neşesini hayatın içine katarak para harcamak vardır. Diğerinden sakınmanın yerini elibolluk, yalnız kalmanın yerini insan zenginliği almıştır. Hayata değen her hikâye gerçektir. Ne zaman ruhum daralsa bu hikâyeyi tekrar okumam da bu yüzdendir. Dışarıda, baharda, milyoner Çingenenin hikâyesinin ardında umut vardır.
Fırtına takviminin bahara denk düşen günleri hepimize bir şeyler fısıldıyor. Kanımın deli deli akmasından fark ediyorum; hızla yağan yağmur sonrasında yüzünü gösteren güneşten ve her yıl biraz daha çoğalan mor menekşelerden. Bir çingene atasözü, “Evde oturan ölür” diyor. Anlıyorum, sokaklar bizi çağırıyor.