Britanya’da yapılan seçimler dünyanın her tarafında çok kalabalık bir yalnızlar grubu olduğumuzu size de göstermedi mi? Dünyanın pek çok yerindeki kadın cinayetlerinde kadınları, iş cinayetlerinde hayatını yitirenleri suçlu çıkaran hukuk sistemine ve polis şiddetine rağmen yayılan isyan dalgaları kalabalıklığımızı gösterse de, sadece seçimlere tahvil olduğu sürece anlam bulan itirazlar, seçimlere yansımadıkça yalnızlığımızı ortaya çıkarıyor. Siyasetin sadece seçim dönemleri ve faaliyetleri yoluyla gerçekleşmesi ise kısır döngüsü bu sürecin.
Kırılgan umut
Seçim sonuçlarının kısa zaman içinde oluşan umut dalgalarının nasıl hayal kırıklıklarına dönüştüğünden bahsediyor herkes. Dünya üzerindeki pek çok sağcı ve muhafazakar, son derece toleranssız ve çoğulculuğa dayalı iyimserleri boşa düşüren insan, ülkeleri temsil eder hale geldi. Yani, ülkeler “ve şahsım” olarak toplantı yapabilen, Fransa yerine Bonapart yazarak twit atan veya ülkeler arası yazışmayı “aptal olma, seni sonra arayacağım” diye bitirenler. Bu üst perde siyaset, olan bitenin bir yansıması sadece. Gelecek planlarıyla işleri arasında bağlantılı kurmama, işçi sınıfının en alt kesiminin alışkın olduğu bir durum iken, bu kadar yaygınlaşması; sosyal haklarının yerini biat ve inayete dayalı bir yardım kültürünün alması; hukukun tecellisinin zamana, sosyal ilişkilere ve mekana bağlı hale gelmesi, üst perde siyasetin zemini değil mi zaten, o halde neden şaşırıyoruz? Dostluklar veya aşk da dahil tüm ilişkilenme biçimlerinin siyasal ve sosyal olana içkin olduğu bu dünyada yalnızlıkların bireysel olduğuna gerçekten mutmain miyiz? Bireysel hayatlarımızın siyasal rüzgarla bunca savrulduğu bu dönemde yeterince siyasallaştıramadığımız hayatımızın tüm kötü sürprizleri için sorumluluk almama yolu olabilir mi acaba seçimlere dair umutlarımız?
Umut ise bambaşka, bir yanı çok siyasal diğer yanı çok gündelik rutinin içinde yeşeriyor. Umut en sosyalize olmuş duygumuz belki de. Rüzgarın şiddeti ve yönü dökse de yaprağını, kolektif bir umut bu, kökü sağlam. Zamanın içinde dönüşen bedenleri ve ilişkileri izlerken, numaralara dönüşmüş evren rutinleri dönerken etrafımızda, içinde yaşamak üzere doğageldiğimiz hayatın şiddetinde umut ve acı her daim var olandır. Umudun siyasallığının yanında acı hep bireysel, giderek daha da bireysel hatta. Bu yüzden de artık gönüllü kurduğumuz ailelerimizde, birbirimizin yaş almalarını görmek ve birlikteliğe emek vermek çok zor. Tekrar tekrar üretmek ise neredeyse imkansız. İki kişinin birbirinin etrafında döndüğü o ödünç rutinlerin bile devamı öyle zor ki ve çoğu kez dünyanın şiddetinden sığınmak isterken daha da maruz kaldığımız şiddetle dolu.
Balıkçı ve İskelet
Coğrafi olarak nerede ve hangi zamanda olduğumuz küçük, önemsiz hayatlarımızdaki en önemli belirleyen olduğundan daha çok hissediyoruz; eşitsizlik ve adaletsizliği katmerleyen ırkçılık, dışlama, aşağılama, tahakküm, ayrımcılık, şiddet, sömürü veya refah, barış, adalet talebi arasındaki büyük boşluklara yuvarlanıyoruz sıkça. Talep ettiğimiz ve bizim dışımızda oluştuğunu gördüğümüz iyi hayat, vaadinin imkansız döngülerinden doğan büyük bir kara delik. Sorumluluğunu almadan talep ettiğimiz iyimser/kötümser hareketsizlik veya kendimizce sorumluluk aldığımızda bizi uçuruma daha da sürükleyen, parçalayan rüzgarlar altında yalnızlaşma bir seküler kadere dönüşüyor her seferinde. Ve biz ince ince emek vererek bir hayat ve bir aşk yaratmayı sadece bir masalda (balıkçı tarafından tutulan iskelet masalı) kaldığına inanmaya başladık sanırım.
Dikenli Yabancı
Dilini, rutinlerini ve sosyal kodlarını bilmediğin bir yere sürgün edildiğinde ise bu masalı hatırlamak yol gösteriyor. Etlerimizi yavaşça parçalayan, kalbimizi kurutan ve saçlarımızı yolan şiddet ortamından çıktığında, aynı umudu taşıdığını bilmeden, gözyaşlarından tamir ediyorsun kalbini, beraber oturduğumuz masalarda yeniden kaslarını, sinirlerini ve cildini üretiyorsun. Saçlar ise tamamen şans eseri, bulduğun değerlerle yeniden çıkıyor, kimi zaman aşkta kimi zaman meyveler gibi zorla ürettiklerinde. Sıkça bugünler geçecek desen veya deseler de işe yarayan, kendini yeniden inşa edebildiğini görmek. Ne dediklerini veya sokakta rastladığın tabelaları anlamadığın halde artık merak etmediğin bir yer orası. Gündelik olanda, başka dillerde balık avlar gibi çektiğin kelimeleri birleştirerek anlamlar üretmeye çalıştığın yerde, yaşanamayan aşklara üzülmek veya biten bir dostluğa çok “şımarıkça”; kaybettiğin işe üzülmek, vakit kaybı çoğu zaman. Cildinin yeni formu öyle dikenli ki öylesine söyleniveren lafları bile takıyor ağırlık olarak üzerine. Sözlerden çok algılanan niyetlerden oluşan ağırlıklar, eski işini yapamadığın için, kalıcı ilişkiler kuramadığın için, özlediğin için veya kendi başına kolay bir sorunu çözmeyi başaramadığın için olabiliyor. Niyetlerin ise gerçek olup olmadığını kim bilir.
Tesadüf
Küçük sorunların çözümlenmesinin mutluluğu ise yeni bir dünyayı keşif kadar sıcak bir inşa. İskeletin artık tırnakları çıkıyor. Doğru yapabildiği ve anlayabildiği her şeyde ise eklemlerinin sıvısı yeniden oluşuyor. Balıkçı ve iskelet sabah güneş doğunca uyanıp, yalnız olmadıklarını fark ettiklerinde de belki de o barışçıl ve huzurlu dünya yolunda rüzgara karşı daha güçlü olacaklar diye bitse masal. Bir aşk masalıyken illüzyona dayalı arzular üzerine kurulu yeşilçam hikayeleri yerine bir hayat kurmaya ve yeni bir dünya fikrinde birleşmeye dönüşse… Bazılarının aklından “devrim rahibesi” olduğum geçebilir. Bense yalnızlık kabullerimin yıldıztakımı içinde tesadüfen yan yana gelme şansı olduğunu görüyorum artık. Bu dönemde deneyimlediğimiz, kalıcı olan her şeye düşman egemenlerin ve neredeyse zamanla yarışan 7 milyar insanın içinde önemsizleşen hayatlarımızda mutluluk peşinde koşarken önümüze çıkan mutsuzlukları yaşamaktır. Aşk peşinde koşarken ise değersizleşen duyguların ilişkilerin standardı hale gelmesi özellikle yaygınlaşmaktadır. Bu ihtimalin gerçekleşmemesinin bir kabusa dönüşmeme yolunu ise alternatif sosyal ilişkilerde kurmanın bereketli yalnızlıklarımızdan da vazgeçmemek için bir yöntem olduğu kanaatindeyim. Nasreddin hocayı dinlesek bir kez daha, tutarsa…