1 Mayıs Özgürlük ve Dayanışma Günü’nde fikir işçisi gazeteciler de sokaklardaydılar. Kimi “Tutuklu gazetecilere özgürlük!” diye haykırdı, kimi ise “Sendikalı olmak anayasal hak!” diye… Haklıydılar. Düşünce hapsedilmemeli. Sendikalı olmak ise gazeteci için önemli bir teminat. İş güvencesine sahip gazeteci basın özgürlüğünü çok daha güçlü savunur. Basında sendikalaşma bugün yüzde 8 civarında. Bu oranın 12 Eylül 1980 öncesinde yüzde 60 düzeyinde olduğu biliniyor. Sahi ya, Türk Basınında sendikalaşmayı kim öldürmüştü?..
TÜRK BASININDA SENDİKALAŞMAYI KİM ÖLDÜRDÜ?
Charles Baudelaire’in zaman zaman okuduğum şiirlerinden biridir; “Açtım alev dolu gözlerimi” diye başlar: “… Odamın gördüm ürkünçlüğünü, Ve duydum, toplayınca kendimi, İğrenç kaygıların süngüsünü…” 1 Türkiye’de gazeteciler, bu usta şairin dizelerini anımsatırcasına, bir süre önce gözlerini kocaman açtılar ve mesleklerini icra etmenin suç olarak addedildiği yeni habitatla yüzleştiler! Geçtiğimiz Mart ve Nisan ayları, basın özgürlüğü açısından bir başka eşiğe gelip dayandığımızın fiili deklarasyonu niteliğindeydi. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını takiben Saraçhane’de vuku bulan toplumsal olayları haberleştirmek üzere sahada görev yapan gazeteciler dahi gözaltına alındılar. Gazetecilik meslek örgütleri, “Haber yapmak gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet değildir, meslektaşlarımızı serbest bırakın!”2 diye haykıra dursunlar, siyasi otorite, olup biten gelişmeleri canlı yayınla ekranlarına taşıyan televizyon kanallarını yayın durdurma ve idari para cezalarıyla yıldırmaya çalışmaktan da geri durmadı. RTÜK, Halk TV, NOW TV, Sözcü TV ve Tele1 TV’ye ceza yağdırıldı. Sözcü TV’ye, “…halkı kin ve düşmanlığa teşvik ettiği” iddiasıyla on gün yayın durdurma cezası verildi. Bu kanalın, aynı maddeden ikinci bir ceza alması durumunda lisansının iptal edileceği ifade ediliyor.3

“Gazetecilik suç değildir!” Son haftalarda, basına yönelik sertlik uygulamalarına itiraz niteliğinde, meslek örgütlerinden elektronik postama -hemen her gün- düşen çığlıktır, bu… 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nde gazetecilik ve yayıncılık meslek örgütlerinin yapmış olduğu çağrılara uyarak meydanları dolduran fikir işçilerinin dilinde de bu slogan vardı. Öncelikli talep cezaevlerindeki meslektaşlarının serbest bırakılmasıydı: “Tutuklu gazetecilere özgürlük!” Ancak başka sorunlar da dile getiriliyordu: “Sansür ve otosansüre, hak gasplarına, güvencesizliğe, mesleğimizin işlevsizleştirilmesine, gözaltı ve tutuklamalara karşı, gazeteciliği ve haklarımızı savunmak üzere…” Haklıydılar; mağduriyetler salt basın özgürlüğü çerçevesinde gelişmiyordu. Derin de bir yoksullaşma içerisindeydiler. Belli başlı köşe ağaları, küçük mutlu azınlıklar dudak uçuklatacak ücretlerle kalem oynatırken, büyük çoğunluğa artık açlık sınırının dahi altında kaldığı kabul edilen asgari ücret bandında yaşam standardı reva görülüyordu. Sendikasızdılar, güvencesizdiler ve kaderleri ne zamandır patronların iki dudağı arasında şekillenmekteydi. “Sendikalı olmak anayasal hak!” yazılı dövizleri omuzları üzerinde saatler boyu taşımaları işte bundandı.
HÜRRİYET’TE ERTUĞRUL ÖZKÖK BİZZAT YÖNETTİ

Sendikalı gazeteci, toplu sözleşme gibi kavramlar, ne zamandır eski kuşakların gençlere aktardığı tatlı bir masal niteliğinde… Bugün Türk Basınında örgütlülük oranının yüzde 8 civarında olduğu söyleniyor. Oran, 2821 sayılı Sendika Yasası’nın yürürlüğe girdiği 1983 Mayıs’ı öncesi yüzde 60 düzeyindeydi. 12 Eylül rejimi ve devamında gelen neoliberal politikalar, sendikayı müesseselerinden temizlemek üzere fırsat kollayan gazete patronları ve onların içimizdeki işbirlikçileri için fırsat yarattı. “Sendika ağaları sizlerin hakkını benden daha mı iyi koruyacak!” retoriğini kullandılar; işlemediği noktada ise baskı yöntemlerine başvurarak çalışanlarından sendikadan ayrılmalarını istediler. Hürriyet gazetesi son kalelerdendi. Gazetenin, 1994 yılında Aydın Doğan’a satılması, çalışanlar açısından ücret ve hak kayıpları sonucunu doğuracaktı. Gazeteci Faruk Bildirici, Medyanın Ombudsmanı Saray’ın Medyası adlı kitabında, sendikanın Hürriyet’ten temizlenmesi operasyonunu dönemin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün bizzat yönetmiş olduğunu vurgulayacak ve tanığı olduğu şirket içi konuşmaları şöyle aktaracaktı: “…(Ertuğrul Özkök) İstanbul’daki Hürriyet çalışanlarını sendikadan istifa ettirdikten sonra Ankara’ya geldi. ‘Sendikanın çalışanlar arasında adaletsizliğe yol açtığını, patronun istediği gibi çalışanlara zam yapamadığını, sendikadan istifa edilirse koşullarımızın daha iyi olacağını’ anlattı uzun uzun. Tabii istifa etmeyenlerin gazeteden ayrılması gerektiğini de araya sıkıştırdı. Açıkça işten atmakla tehdit ediyordu. Muhabirlerden Süleyman Demirkan, ‘Bari maaşımızı artırsanız’ diyerek hafif yollu itiraz ettiğinde bile diklendi Özkök. ‘İstemeyen gidebilir. Bakın dışarda Hürriyet’te çalışmak için kuyrukta bekleyen onca insan var’ dedi sertçe. Kimse direnemedi bu koşullarda. Özkök’ün elinde sendika üyesi gazetecilerin listesi vardı, büroya çağrılan noter, tek tek istifaları aldı, onayladı…”4
PATRONLARA KARŞI DİŞE DİŞ GÖZE GÖZ MÜCADELE
Oysa fikir işçileri sahip oldukları haklar için basın patronlarına karşı geçmişte dişe diş göze göz bir mücadele vermişlerdi. Bunların en önemlilerinden biri 212 sayılı Basın İş Kanunu direnişidir. 27 Mayıs darbesini takip eden günlerdi… Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeleriyle diyalog kurdu ve ülkede dört başı mamur bir basın özgürlüğü tesis edilebilmek için gazetecilerin çalışma güvencesi olması gerektiğini anlattı.5 İpekçi ve arkadaşlarına göre 13 Haziran 1952’de çıkarılan ve hatta gazetecilere sendika kurma hakkı tanımış olan “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkındaki Kanun” yeterli değildi. Aslında yeni bir talep değildi bu… İstanbul Gazeteciler Sendikası Yönetim Kurulu, fikir işçilerinin 5953 sayılı Kanun’un tadiline ilişkin taleplerini 1959 yılında dönemin Basın Yayın ve Turizm Bakanı Abdullah Aker’e de aktarmış ancak sonuç alamamışlardı. Ellerindekiyle yetinmeleri nasihat edilmişti!6 Buna karşın MBK üyeleri konuya ilgi gösterdiler. Bir müddet sonra İpekçi’yle diyalog kurarak yeni kanun için bir taslak metin oluşturulmasını istediler. İpekçi, Hasan Yılmaer’i devreye soktu. İçinde İstanbul Gazeteciler Sendikası yönetimi ve diğer gazetecilerin de bulunduğu çalışma grubu kuruldu. Bazı toplantılar Milliyet gazetesinde yapılıyordu. Milliyet gazetesi patronu Ercüment Karacan olan bitenden haberdar edilene dek!.. Gazeteci Tufan Türenç, “Babıâli’nin Öteki Yüzü” adlı kitabında, Milliyet çatısı altında yapılan çalışmaları patrona gazete içerisinden bazı isimlerin hemen yetiştirdiğini vurgulayacak, Karacan’ın tepkisini şöyle aktaracaktı: “…(Karacan) Hasan Yılmaer’i odasına çağırtarak, kesin tavrını koydu: ‘Bak Hasan, gazete içinde sendika işiyle uğraşıyormuşsunuz. Sendika çalışmalarını burada yapmanı istemiyorum… Bu benim seninle sendika konusunda yaptığım son konuşmadır. Yoksa senin için iyi olmaz…’ Hasan Yılmaer, Ercüment Karacan’ın odasından çıktığında yüzü sinirinden kireç gibi olmuştu.”7

Ocak 1961’de yürürlüğe giren 212 sayılı Kanun gazeteciye pek çok hak getiriyordu. Eski kanunda gazetecinin kıdemi çalıştığı gazeteye girişiyle başlardı. Yeni kanun mesleğe ilk giriş tarihini kıdem başlangıcı saymaktaydı. Ölüm durumunda gazetecinin ailesine ölüm ödeneği öngörülüyordu. Müesseselerin kapanması durumunda gazetecilere iki aylık maaşı ve kıdemine göre tazminatı ödenecekti. İstifa eden gazeteci de kıdem tazminatı alabilecekti. Maaşlar peşin ödenecek, gece çalışanlarına haftada iki gün izin hakkı tanınacaktı. Kâr eden müesseselere, her yıl bir maaş ikramiye ödeme yükümlülüğü de getirilmişti. Ayrıca maaşların gecikmesi durumunda her gün için yüzde 5 faiz zorunluluğu öngörülmüştü. İşte bu hüküm, geciken ödemelere yıllık yüzde 1830 oranında zam yapılmış olacağını vurgulayan gazete patronları için bardağı taşıran son damla idi! 212 sayılı Kanun’u ve yine bu dönemde 195 sayılı Kanun çerçevesinde kurulan Basın İlan Kurumu’nu protesto etmek için 10 Ocak 1961 tarihinde ortak bir bildiri yayımlayarak üç gün süreyle gazetelerini çıkarmayacaklarını ilan ettiler. Bildiri Dünya gazetesi ortaklarından Bedii Faik tarafından kaleme alınmıştı ve altında dokuz gazetenin adı bulunuyordu: Akşam, Cumhuriyet, Dünya, Milliyet, Tercüman, Vatan, Yeni Sabah, Hürriyet ve Yeni İstanbul.
Gazete patronları çalışanlarına karşı bir tehdit olarak müesseselerini kapatma kartını oynamışlardı. Çalışanları tedirgin eden bir hamleydi bu… Yine de geri adım atmadılar. 10 Ocak günü İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın Cağaloğlu’ndaki merkezinden İstanbul Valiliği’ne yürüyerek gazetelerini üç gün süreyle kapatan patronlarını protesto ettiler. Yürüyüş bittiğinde ise, “Basın” adını verdikleri gazeteyi çıkarmak üzere harekete geçtiler.
11 Ocak 1961 sabahı piyasaya çıkan Basın, Türk kamuoyunu habersiz ve gazetesiz bırakmama idealinin sembolüydü. Gazeteci Hıfzı Topuz, “11, 12 ve 13 Ocak tarihlerinde yayınlanan bu gazete bir bayrak gibiydi” diyerek anlatacaktı Basın’ı…Künyede İstanbul Gazeteciler Sendikası Üyesi Selçuk Çandarlı sahibi olarak görünüyordu. Umum Neşriyat Müdürü Abdi İpekçi idi. Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Semih Tuğrul, Teknik Müşavir ise Murat Kayahanlı… İlk gün manşetten “Daima Halkın Hizmetindeyiz” diye haykıran Basın, gazete patronlarını sert bir dille eleştiriyordu: “…Temel hak ve hürriyetlerimizin gerçekten kısıtlandığı, basının yalnız basının değil, bütün memleketin gerçekten eşi görülmemiş bir tehlikenin içine sokulduğu günlerde bile gazetelerini kapatmayan ve protesto yoluna gitmeyen gazete sahiplerinin, şimdi bir ilan kurumu için yaptıkları bu hareket, basın tarihimizde herhalde şerefli bir yer kaplamayacaktır. Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın bir kamu hizmetidir.” 8
12 EYLÜL, YENİ YASA VE TAŞERONLAŞMA
Yol açılmıştı. 15 Temmuz 1963’te kabul edilen ve 24 Temmuz’da yürürlüğe giren 274 sayılı Sendikalar Yasası ile gazeteciler toplu sözleşme, 275 sayılı Grev ve Lokavt Yasası’yla ise grev hakkı elde ettiler.9 İlk toplu iş sözleşmesi, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS)10 ile Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleri arasında 1 Şubat 1964 tarihinde imzalandı. Devamı da gelecekti! Basında sendikalaşma 70’li yıllarda altın çağını yaşayacak; TGS’nin, bu dönemde ülke çapında otuzun üstünde iş yerinde toplu sözleşme imzalamayı başardığı tarihe kayıt olarak düşülecekti.11
12 Eylül 1980 sabahına dek!..
12 Eylül darbesi, ülkedeki hak ve özgürlükleri ezip geçecekti. Her türlü sendikal faaliyet de askıya alınmıştı. 1983 Mayıs’ında yürürlüğe girecek olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nda ise maalesef işveren menfaatleri gözetiliyordu. Düzenleme ile iş yeri sendikacılığı yerine iş kolu sendikacılığı getirilmişti; basında çalışan fikir işçileri ile kol işçileri bölündü, farklı mahallelere ayrıldı. Yasa, TGS’nin küçülmesine yol açacak; kol işçileri Basın- İş Sendikası’nı kurmak durumunda kalacaklardı.
Yeni dönem, gazetecilik ve gazeteciler aleyhine iki sonuç doğurmuştu. Biri, işverenin 212 sayılı Yasa’ya tabi olarak istihdam etmesi gereken fikir işçisini, 1475 sayılı İş Kanunu’yla çalışmaya zorlamasıydı. Bu durum, gazetelerde aynı işi yapan iki ayrı sınıf oluşmasına, doğal olarak ayrışmalara sebep olacaktı. Diğeri taşeronlaşmaydı. Günaydın gazetesi patronu Haldun Simavi, bu sistemin mucitlerindendi. Sendikayı Günaydın gazetesine sokmamak için yıllardır mücadele veriyordu. İdari kadrolardan, servis şeflerini sık sık toplayarak “telkin” ya da “beyin yıkama” adı verilen yöntemlerle personellerine hâkim olmalarını istiyor; sendikadan istifa etmediği için işten çıkarılanların durumunu görüşme talebiyle kapısını çalanları ise sertçe geri çeviriyordu. “Babanız Sedat Bey olsaydı bunlar yaşanmazdı!” diyenlere de cevabı hazırdı: “O öldü gitti. Ben kendime bakarım!” Kurulduğu ilk günden itibaren Veb Ofset’in idari kadrolarında görev alan Erhan Sungur, servis şeflerini patron haline getiren taşeron sistemini şöyle anlatacaktı: “…Her işin bir patronu oldu. Örneğin varyo servisinin şefi buranın patronu oldu. Bir şirket kurdu ve personeli kendi kadrosuna aldı. O bize fatura kesti, kendi kadrosunun maaşlarını verdi… Dolayısıyla bizim kadromuz otomatik olarak belli bir seviyede dondu. Böylece tehlike oranını düşürmüş olduk.”12
MİLLİYET VE HÜRRİYET’TE SENDİKA TEMİZLİĞİ
Milliyet gazetesi patronu Aydın Doğan Haldun Simavi’den feyzalacak, 1990 yılındaki toplu sözleşme görüşmelerini takip eden süreçte müessesesini sendikadan temizlemek için taşeronlaşmaya yönelecekti. Operasyonun kumandanı Kemal Kınacı idi. Kınacı, konusuna hâkim bir patron temsilcisiydi. Uzun yıllardır Haldun Simavi ile birlikte çalışıyordu. Günaydın Asil Nadir’e satılınca, yeni patronla çok fazla yürüyemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Milliyet’e geçti ve patronun arzusu üzerine Günaydın’dakine benzer bir sistem kurmak üzere kolları sıvadı. Gazetenin teknik kısmı ana bünyeden ayrıldı. Taşeronlaşmaya gidildi ve çalışanlara sendikaya üye olmama şartı getirildi. Tüm bunlar olup biterken fikir işçisi dediğimiz gazeteciler, patron ya da yönetime karşı esaslı bir direniş göstermeyeceklerdi. Hatta sendikadan istifa etmeleri istendiğinde bile! Niye olsun? Karşılarındaki patron çıkarlarını öylesine düşünüyordu ki, çalışanlara yük olacağını öngörerek noter masraflarını dahi yüklenmeyi kabul etmişti!.. Gelecek kuşakları düşünmeden önlerine konulan evraklara imzayı bastılar. 1961 yılında, 212 sayılı Kanun’un gazetecilere sağladığı haklar uğruna mücadele veren Abdi İpekçi’nin Milliyet’iydi bu!.. Taşeron şirketlere kaydırılmayı kabul etmeyenler tazminatları ödenerek işten çıkarılıyor; çoğunluğu kaybeden sendika ise Milliyet’te toplu sözleşme hakkını yitiriyordu.
Aydın Doğan 1994 yılında Erol Simavi’den Hürriyet gazetesini satın alır almaz bu kez de Hürriyet’i sendikasızlaştırmak üzere harekete geçecekti. Milliyet’te öylesine kolay olmuştu ki Hürriyet’te neden olmasın?.. Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök operasyonun yükünü üzerine almaya hazırdı. Yönetim baskı yapacak, iş akitlerinin feshiyle tehdit edilen gazeteciler önlerine konulan sendikadan istifa ettiklerine dair dilekçeleri -gönülsüzce de olsa- imzalamak zorunda kalacaklardı. Hürriyet’i sendikasızlaştırmak Ertuğrul Özkök’e can suyu verecekti. Erol Simavi’nin, yakın çevresine ne zamandır “Ertuğrul’la olmuyor!” diye yakındığı ve yeni genel yayın yönetmeni arayışında olduğu biliniyordu. Şanslıydı; Hürriyet tam da böyle bir değişiklik öncesi Aydın Doğan’a satılmıştı. Yeni patrona bağlılığının karşılığını alacak, uzun yıllar amiral gemisinin dümeninde olacaktı.
BU YOLA BU TAŞI SİZ DÖŞEDİNİZ
Türkiye 2000’li yıllara doğru giderken sendika basında işte böyle güçsüz, kanadı kırık bırakılacaktı. Hikâyenin sonrasını hepimiz biliyoruz; yatay, dikey, çapraz satın almalar, özelleştirme ihalelerinden pay kapmak için yarışan, siyasi iktidarlarla al takke ver külah ilişki içine giren medya patronları, onların iş takipçisi yöneticileri; özetle kamu yararı için değil, patron çıkarı uğruna heba edilen gazetecilik… Bu değirmene yıllarca su taşıyanların, bugün yandaş basına dair yakınmalarını, basın özgürlüğü konusunda ise köşelerinden efelenmelerini okumak doğrusu gülünç geliyor. “Gazeteciyi, sendikayla korumak mesleğin haysiyetini de korumaktır. İş güvencesi olmayan gazeteci güçsüz düşer, bağlılığı mesleğine değil patronuna olur. Sansüre boyun eğer. Otosansüre dek uzanır bu iş… Gazetecilik bu değildir! Gazeteci kamu yararını önceler. Görevini yapabilmesi için sendikalı olmalı, iş güvencesi bulunmalı! O patron bir gün sıkıştı mı kaçar gider. Gazeteci ve gazetecilik demokrasinin olmazsa olmazıdır!” diyenlere karşı, nasıl da küstahça dudak büküyorlardı. Hiç öyle şikâyet etmeyin beyler! Bu yola bu taşları siz döşediniz. Haysiyetli bir mücadele var ise, onu da bugün zor koşullar altında “Tutuklu gazetecilere özgürlük” ya da “Sendikalı olmak anayasal hak” diye haykırmaya çalışan genç meslektaşlar veriyor.
1 Kötülük Çiçekleri, Baudelaire, Said Maden çevirisinden…
2 TGC: Haber yapmak gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet değildir meslektaşlarımızı serbest bırakın
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 26 Mart 2005 tarihli açıklamasından, tgc.org.tr
3 TGC: RTÜK’ün Halk TV, NOW TV, Sözcü TV ve Tele1 TV’ye verdiği cezalar Anayasa’ya aykırıdır, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 27 Mart 2025 tarihli açıklamasından, tgc.org.tr
4 Medyanın Ombudsmanı Sarayın Medyası, Hürriyet’teki Etik Kavgaların Bilinmeyenleri, Faruk Bildirici, s. 20.
5 “Babıâli’nin Öteki Yüzü”, Tufan Türenç, s.297
6“Neden 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü? 9 Patron Olayı nedir?”, 9 Ocak 2021 Journo, Journo.com.tr
7 Babıâli’nin Öteki Yüzü, Tufan Türenç, s. 299.
8 İkinci Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Hıfzı Topuz, s.231-232.
9 “Türk Basınında Çalışma Hayatı ve İş Güvencesi Sorunu”, Mehmet Sena Kösedağ, Eylül 2019, Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi internet kopyası, s.2486.
10 İstanbul Gazeteciler Sendikası, 30 Eylül 1963 yılında isim değişikliği yaparak Türkiye Gazeteciler Sendikası adını almıştır.
11 “Türk Basınında Çalışma Hayatı ve İş Güvencesi Sorunu”, Mehmet Sena Kösedağ, Eylül 2019, Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi internet kopyası, s.2486.
12 Babıâli Tanrıları- Simavi Ailesi, İrem Barutçu, s.275.