1898 yılının 16 Ekim sabahı Girit’in Hanya şehrindeki Splantsia Meydanı’nda, böylesine olsa olsa Marquez’in romanlarında rastlanabilecek bir şey oldu:
El kadar bir kâğıt, denizden esen sabah yeliyle Splantsia’daki Hünkâr Camisi avlusundan havalandı, bütün bir çarşıyı avara kasnak dolaştı, nereye gideceğini bilirmiş gibi havada yol alırken perendeler attı, bir alçalıp bir yükselip Yunan mı Türk mü bilinmez bir dans tutturdu, belki zeybek belki bir sirtaki, sonra gitti gitti esnaftan kuyumcu Mustafa Efendi’nin kepenginin eşiğine serildi.
Yorgun, bitap düşmüştü; tarihinde acılar çeken Girit gibi yorgundu.
Okunması gecikmiş romanlar terk edilmiş sevgililer gibidir; yürekte acı bırakır, hüzün verir, bir gün tekrar bir araya gelineceği ümidiyle yaprakları ucundan kıyısından sararıp konulduğu raflarda bekler.
Bir roman, ki ilk baskısı üzerinden yirmi senesini eskitmiştir, bugünü beklercesine daha ilk cümlesini gösterip kıymetini ele vermiştir; biz de hemen ilk cümlesinin peşine düşeriz.
Zira “El kadar kâğıt Splantisia Meydanı’ndaki Hünkâr Camisi’nin avlusundan” bir kere ve nasıl olduysa havalanmıştır.
Sabâ Altınsay’ın “Kritimu~Girit’im Benim” başlıklı, bir ailenin biyografik anlatısını içeren romanı el kadar kâğıdın peşine okurunu bu ilk cümlesiyle takar; sürükler.
Bir mübadele-göç hikâyesini anlatmak üzere yazarın ailesinin eski, ama romancının hafızasına lofça çivisi gibi çakılı olduğu apaçık belli olan macerasına çıkarır. Edebiyatın bu türünün aile kütüğünü, soy ağacını takip eden romanlarına Batı romanından çok, çalkantılı yaşamıyla Latin Amerika edebiyatında sıkça rast geliriz:
Şilili yazar Isabel Allende’nin ailesinin bütün ölmüşlerinin hatırasına türbedarlık ettiği romanı “Ruhlar Evi” bu tarzın başyapıtı sayılırsa da bunun fevkinde bir eser, Kolombiyalı dev isim Gabriel Garcia Marquez’den “Yüzyıllık Yalnızlık” romanıyla gelir.
Batı’da modern devletlerin kuruluş serüvenine katılan burjuva ailelerin hikâyelerine romanda, Alman yazar Thomas Mann’ın “Buddenbrooklar” eseri eşlik eder; benzerini Nobelli yazar Orhan Pamuk “Cevdet Bey ve Oğulları”nda yazmıştır.
Biz Girit’te arkasına takıldığımız el kadar kâğıdın serencâmına dönelim.
Rûmi takvime göre 1314 yılının Teşrin-i evvel [Ekim] ayının dördüncü günü, Roma takvimiyle 16 Ekim 1898’de Girit’in Osmanlı yönetimi elinden ıskartaya çıkarılıp yabancı garantör devletler denetiminde Yunanistan Krallığına bağlandığı haberi, ateşe giden pervaneler gibi döne döne uçan bu kâğıtta yazılıdır; el ilanı olarak basılıp dağıtılmıştır.
Girit’te yaşayan Müslüman halkın huzuru kaçmak şurada dursun artık bundan böyle can ve mal güvenliği tehdit altındadır. Bir yıl evvel, 1897’de Otuz Gün Savaşı olarak bilinen ve Osmanlı’nın galibiyetiyle biten, Selanik’e kadar toprakların İstanbul’a tekrar bağlandığı Yunan Harbi ardından bir başka patırtı Girit İsyanı adıyla siyasi tarihe bir kısa not olarak düşecektir.
Bu kısa not tarih kitaplarında yer alır ama orada yüzyıllardır yaşayan köklü ailelerin köklerinden sökülüp Anadolu’ya gönderilişleri, mübadeleyle göçe mecbur tutulmaları büyük bir dram olarak şimdi Sabâ Altınsay’ın romanıyla yüzümüze, İngiliz Tiyatrosu’nun in-yer-face kavramıyla bilinen suratına çarpan gerçeklik olarak çıkar.
O kâğıt neredeydi; kaybetmeyelim!
Osmanlı’nın 1645’de adayı fethiyle Splantsia Meydanı’ndaki eski bir kiliseden yapılma Hünkâr Camisi avlusundan uçup giden kâğıt kuyumcu Mustafa Efendi’nin oğlu İbrahim’in eline sabah sabah geçti, okudu, “Okudukça alt dudağı sarktı, bildiriyi tutan eli titremesin diye öteki eliyle kolunu bastırdı.”
Kâğıtta Fransız Amiral Pottier’in adayı teslim aldıklarını açıklayan sözleri vardı.
İbrahim Yarmakamakis’in, bir süre sonra vefat eden babasının yerine ailenin tüm sorumluluğunu üstlenerek bu karmanyoladan onları çıkarıp önce Küçükkuyu’ya, sonra Çanakkale’ye intikale mecbur bırakılan mübadele-göç serüveni böylece başlayacaktır.
Kuyumcu dükkânındaki altın mevcudunu eritip mobilya olarak taşıyacağı ev eşyalarının ahşap çürüklerini doldurur gibi zulasına sakladığı hazırlıklarına değin çetin bir mücadeleyi romanda takip ederiz.
Lakin roman, okurunu hüzünlendiren, hazin olmak ne kelime, öyle böyle gözyaşının kirpik uçlarında uç verdiği cümlelerde devam eder.
İbrahim bütün bunlar olmazdan evvel Cemile’ye yanıktır da kısa zamanda nikâhları yapıldığından gayet mesuttur. Lakin Azize adını vereceği kız çocuğunun doğumunda Cemile hayatını kaybeder. Ardından geçen zaman her şeyi başkalaştırır; bir İstanbul yüzbaşısının Girit’te halasına emanet edilmiş kızı öksüz Fatma’yla evlenir; ikinci eşini de sever.
Evleneceği sıra İbrahim, Cemile’ye gidiyor; kabristanda mezarını ziyaret etmektedir. Sabâ Altınsay’ın yüreklere dokunan sözleri romanda işte böyle; İbrahim toprağa verdiği ilk sevdiceğine içini döküyor; dinleyiniz:
“Unuttu dersin, kızarsın biliyorum. Unutmak ne kelime Cemile, fikrime kan oturdu hatırlamaktan. Ne oldu da pes ediverdim birdenbire? Biliyorsan bunu söyle bana. Sen olsan yapmazdın. Zayıftım. Bilmem erkekler böyle, bilmem ben böyleyim. Kızacaksan buna kız, unuttuğuma değil. Affet de diyemem. Ben seni affettim mi ki Cemile? Sen öyle kaldın, ben kum gibi dağıldım. Haksızım, bilmez miyim? Bana küsme. Bir tek bunu isterim. Küsme bana.”
Böyle konuşuyor Cemile’yle…
Cemile duyar mı hiç bilinmez, kimse bilmez!
Fakat ailesinin büyüğüne roman yazan Sabâ Altınsay biliyor İbrahim Efendi’nin ruh halini; yazıyor:
Oracıkta, mezarlıkta; “İbrahimin ağzı zehir, aklı zehir, şahdamarını bile kan diye keder basmış, gırtlağında yaralı kuşlar çırpınıyor, saçlarında epeydir sekiz-on tel beyaz, omuzları gençliğinden daha etli, beli az daha kalın, sırtında koca dünya, otuz yaşında ve yalnız; ağlıyordu.”
Şimdi bu satırları gözyaşıyla ıslatarak okuyan hisli okur ne yapsın!
Okur takipte; İbrahim’in ve ailesinin göç hazırlığı içinde onların Anadolu’ya intikali ve mübadelesine kadar geliyor.
Osmanlı Devleti yerini Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakır; Lozan Antlaşması ve mübadele yılları: 1923’teyiz, İbrahim Efendi eni konu bir aile büyüğü artık…
Adadan ayrılacaklar, emir kesin, Anadolu Rumları buraya ve buranın Türkleri Anadolu’ya metazori gönderilecek.
İbrahim son kez, ilk eşi, kızı Azize’nin annesi Cemile’nin mezarı başındadır; onu orada buluruz.
1923 yılı 23 Kasım’ında Cemile’ye tekrar gider.
Ertesi gün vapur kalkacak limandan; vakit kalmadı.
Romancımız Sabâ Hanım yazıyor: “Çiçekli biberiye dalı daldırdı toprağa. ‘Ben yokum artık Cemile’ dedi, ‘bu kalsın bari.’ Oturdu, uzun uzun anlattı. ‘Gelmiyor diye kızma e mi? Emir çıktı. Kalabilen yok. Yalnızlık çekeceksin, bilmez miyim? Yeminle söylüyorum, gitmesi çok fena. Bir korkuyorum ki, kemiklerim titriyor… Gelse elimden, gelmez ki… Kurbanın olayım, üzülme yokum diye. Helalleş benimle bir başıma gitmeyeyim. Helalleş n’olursun ahirete kadar bekleyemem.’ “
Cemile Hanım geride kalır ve galiba İbrahim Beyin yüreğinde bir dülgerin elindeki rendeden fırlamış yonga kıvrımı gibi takılı da kalır.
Yarmakamakis ailesi Türkiye’de Altınsay soyadını alır.
Aile büyüklerinin hatırasına, roman yazarımız yıllar sonra, şimdi rahmetli olan babası Erdoğan Beyle birlikte Girit’e gidip oranın toprağını getirip mezarlarına serper.
Bir ailenin unutulmaz isimlerine ait ruhların hikâyesi böyle mükemmel bir edebiyat diliyle, üstelik kusursuz ve şairâne anlatılırsa bundan Kritimu romanı gibi bir şaheser çıkar.
Öyle olur ki hayat sabırsızdır, tuhaf şeyler yaptırır insana.
Bazen önlerinde serili duran şaheseri fark edemeyenler de felaketlerine davetiye çıkarır ve artık olan olmuştur, geriye dönüşü de yoktur; Girit’in elden çıkması gibi giden gitmiştir.
Kalırsa, geriye bir roman kalır!