Aman ağzımızın tadı bozulmasın dediğim ve susmayı bu yüzden tercih ettiğim zamanlarımı selamlayarak başlamak istiyorum bu sefer meselemi anlatmaya.
Yine uzun bir cümleyle giriş yaptım farkındayım ancak söz verdiğim üzere okuma süremiz bir şarkı boyu…
Endişe etmeyiniz lütfen.
Tabii şarkıyı seçerken uzun süreliler arasında gezindim, o ayrı mevzu…
Bu konuda hilebaz olabilirim fakat size Zeki Müren’den “Kahır Mektubu”nu dinletmeyeceğimi garanti edebilirim.
Yeri gelmişken kendisini rahmetle analım ve böylesi bir mektubu hiçbirimizin, hiçbir koşulda yazmamasını dileyerek en başta söylediğim şeyi yapalım; ağzımızın tadı bozulmasın diye, susmayı yeğleyelim; “mi acaba?”
Birileri kırılmasın diye susmak, birilerini kırmaz mı sizce de? Bence kırar… Susamıyorsak konuşmalı mıyız yani? Evet… İçine içine kanamaktansa insan, dışına dışına konuşmalı öylelerine ama lafı da uzatmamalı. Kısa mı keselim? En azından ben şimdi kısa keseyim çünkü hayat kısa. Bazı şeyleri uzatmaya vaktimiz olmayabilir. Ama biz ne yapıyoruz? Ömrümüzün sayılı kalp atışıyla sınırlanmışlığını görmezden geliyoruz.
Gelmeyelim dostlar…
Kalibreleri farklı da olsa kalplerimizin kolay kırılır oluşu gibi ortak başka bir yönü daha var; o da atış sayısı… Kalp cerrahı bir arkadaşımın da kulaklarını çınlatarak belirtmek isterim ki ben o atışları ziyan etmiyorum artık.
Kaç milyon atacaksa atsın ama uzun vakitlerde atsın istiyorum. Şöyle yayıla yayıla, geniş geniş…
“Ah ne günlere geldik, bu günleri de mi görecektik, keşke görmez olaydık!” gibi serzenişlere tutunup kıyamet gününü kaçıramam; üzgünüm. Evet evet yanlış anlamadınız, kıyamete kadar yaşamayı göze alanlardanım. O gün geldiğinde, gözlerinin içine bakmak istediğim birkaç âdemoğlu var. Buradan da belirteyim, emin olsunlar ki orada olacağım…
Neyse, müziğimizin sesini açalım ve konumuza geri dönelim. Kaplumbağalar misali yavaşlamaya niyet ettim etmesine de kahveden vazgeçemiyorum işte. Kahve, fazlası çarpıntı yapıyormuş. Doktorumun “Bırakamıyorsanız, azaltırsınız” dediği kahve… Azalttık…
Günde içilen birkaç fincanı önce tek fincana indirdim, sonra haftada bir ikiye geçtim. Şimdilerde onu da yapmıyorum diyebilirim. Kendime kota koymaktansa belli bir standart uygulama kararı aldım. Mesela, kahveyi keyiflenmek için değil de keyiflendiğimde içiyorum. Keyifsizliğimin işime bu denli yarayacağını ummazdım ama yaradı. Keyif eksik olunca kahveler de eksildi hayatımdan. Nasıl ki komşuluklar pandemiyle birlikte bitti denecek raddeye geldi, arkadaş buluşmaları da ev dışına taştı. Bu durumda ben direk diskalifiye oldum işte. Kaldı mı elde bir; o da eve gelenler… Kiminle kahve içeceğini seçebilmek nasıl bir lüksmüş meğer. Kahve keyfinin önüne geçen bir değer…
Neyse ki arada sırada da olsa evden çıkma şansı bulabiliyorum. Daha doğrusu yaratıyorum. Diş hekimime gittim geçenlerde. İstanbul trafiği ilk defa şaşırttı beni. Randevu saatinden bir hayli erken vardım muayenehaneye. Olacak şey değil, içeri girer girmez dişçi koltuğundaydım ve işlemim de kısacık sürdü. İşim bitti eve dönüyorum derken daha evden yeni çıkmış olmam gereken saatteydim. Neden bu erkenciliği kutlamayayım ki dedim kendi kendime ve birlikte olmaktan çok keyif aldığım o kişinin adını seslendim telefonuma… O da aradı…
“Alooo… Ne haber güzelim? Hemen bana geliyorsun!” Günaydın ya da merhaba diyemeden böyle bir davet alır da insan o davete nasıl icabet etmez. Yedi dakika sonra kapısındaydım. Her zamanki güler yüzüyle ve neşeli sesiyle karşıladı beni. Çok kalamayacaktım yanında, girmeden önce belirtmek istedim ama “Şu tarafa geçelim lütfen!” talimatıyla susakaldım. Nasıl da özlemişim. Onun ameliyatıydı, benim kimsesizliğimdi derken epeydir görüşememiştik yüz yüze… “Kahve?” dedi, dişçiden geliyorum içemem dememe rağmen “Olya! Bir şekersiz, yanına lokum koymayınız lütfen” diye seslendi mutfağa doğru. Hemen sohbeti koyulaştırdık. Öylesine itinayla bir sondaj başladı ki, sormayın… Kahve geldi ve kokusu sohbetimize dolandı. İkimiz de sustuk o an… Mühürlenmişti muhabbetimiz. Her ne konuştuysak yerine ulaşmıştı. Sevgiyle çınlatılan kulakların yanına kem söz sahipleri eklenmesin diye kısa kestik bu faslı ama yine de ondan hayat dersi kıvamında bir anı dinledim. Öyle hoşuma gitmişti ki söyledikleri, bir yazımda kullanmak için iznini istedim. “Al senin olsun. Sözümü esirgemem bilirsin.” dedi. Bilmez miyim?
İki lafın belini kıramadık ne zamandır diye üzülen bizlerin kalbini hoyratça kıranlarla ilgili bu mesele. Varlığıyla kıran dökenden kurtulduk derken yokluğuyla kıranlar çıktı tepemize. Sanki aklımız başımızdaymış gibi…
Hey! Önce kapıyı çalsaydınız; bakalım, evde miyiz… Acaba size evdeyiz der miydik? Bütün ışıklar sönük, sesimizi de kıstık. Ortama ufaktan bir “seyahatteyiz!” havası hâkim olmuş gibi. Kandırmıyoruz, gerçekten evde yokuz. Yanlış anlaşılmasın, akılsız değiliz. Sadece aklımız başımızdan gideli epey oldu. Ne zamandır gönlümüz de kırgın. Kaldık mı sahipsiz, duygularımızla baş başa. Eski günlerime çok uzak bir yerdeyim şu an ve o kişi de değilim artık.
Benim her zaman anlatacak bir meselem vardır fakat bu seferkini bir dostumdan sahiplendim. Şöyle ki; “İki kadın sohbet ediyordur. Yaşça küçük olanı, haddi olmasa da büyüğünü bir konuda uyarma cesareti gösterir ve ‘Çok kırıcı konuşuyorsunuz bazen, insanları kırıyorsunuz’ diyerek cüretini sırtından indirir. Bilge kadın cevap verir. ‘Bazen içindekini görmek için kırmak gerekir’ der ve bu cevabıyla karşısındakini susturur.”
Beni de susturdu. Bu sözün üstüne söz söyleyemezdim, durdum.
Bu artık benim meselemdi.
Bundan sonra susmamam gereken her yerde kendime hatırlatacağım.
Şarkı mı? Unutmadım, sona sakladım çünkü tam dans etmelik bir şarkı.
Önce yazımı okuyun sonra müziğin sesini iyice yükseltin ve çıkın ortaya…
Scarlet Pleasure’in “What a Life”ını dinliyoruz…