“Zihinsel durumlar, belirli bir fiziksel yapıdan değil, bu yapıların işlevlerinden kaynaklanır. Eğer bir varlık, insan beyninin işlevlerini tam olarak yerine getirebiliyorsa, o varlığın zihin taşıdığını söylemek için başka bir şeye gerek yoktur.” Hilary Putnam, “Mind and Machines”, 1967
“Zekânın insana özgü büyülü bir şey olduğunu düşünerek büyüdüm. Şimdi ise maddenin temel özelliği gibi olduğunu düşünüyorum. Bu benim dünya görüşümü kesinlikle değiştirdi.” Sam Altman, OpenAI CEO
Bu yazıda zekâyı enformatik bağlantısallık perspektifiyle ele alarak, yapay zekâ tartışmalarına yeni bir çerçeve sunmaya çalışacağım. Aynı zamanda teknolojik gelişmelerin etik ve politik sonuçlarını değerlendirerek, yeni bir bilişsel paradigma arayışını irdeleyeceğim.
Zihin ve zekâ, tarih boyunca hem felsefi hem de bilimsel sorgulamaların merkezinde yer aldı. Aristoteles, insanın en yüksek erdeminin bilgelik olduğunu savunurken, Descartes “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyerek düşünen “insanı” merkeze alan bir paradigma oluşturdu. Kant ise aklın sınırlarını çizerek, bilginin duyular ve düşünme yetisi arasındaki etkileşimle şekillendiğini öne sürdü.
Bugün ise zekâ yalnızca insan zihniyle sınırlı olmayan, doğanın farklı düzeylerinde işleyen bir olgu olarak ele alınıyor. Bu nedenle yapay zekânın yükselişi ve enformatik bağlantısallık kuramları, zekânın fiziksel bir beyne sahip olma zorunluluğunu sorgulamamıza neden oluyor. Hilary Putnam’ın yıllar önce sorduğu soru, artık yalnızca felsefi bir mesele değil; yapay zekâ, biyoloji, bilişsel bilim ve etik alanlarının kesişiminde somut bir araştırma konusu haline geldi.
Günümüzde bilimsel gelişmeler, zekâyı yalnızca insanlara özgü bir özellik olarak görmenin ötesine geçmemizi sağlıyor. Geleneksel bilim anlayışı,-dünyayı katı kurallarla işleyen mekanik bir sistem olarak ele alan -Newtoncu determinizm, ve zihni bedenden ayrı bir varlık olarak gören Descartes’in Kartezyen düalizmi- modern bilişsel bilim ve bilgi teorileri bu bakış açılarını değiştiriyor.
Artık zekâ, sadece” insan” beynine ait bir özellik olarak değil, doğanın farklı seviyelerinde işleyen bir bilgi işleme kapasitesi olarak görülüyor. Zekâ, yalnızca insan zihniyle sınırlı değil; canlılardan, bilgisayar sistemlerine, DNA’dan yıldızlara kadar pek çok farklı yapıda ortaya çıkan dinamik bir olgu olarak kabul ediliyor.”
Bu nedenledir ki zekânın fiziksel sınırlarını aşarak nasıl enformatik bağlantısallık bağlamında ele alınabileceğini ve bu bağlamın politik ve etik sorumlulukları nasıl beraberinde getirdiği günümüz tartışmaların baş köşesine oturmuş durumdadır.
Beynin İşlevselliği ve Madde Ötesi Zekâ
İnsan beyni, yaklaşık 1500 gram ağırlığında olmasına rağmen, milyarlarca nöron ve trilyonlarca sinaps ile olağanüstü bir bilgi işleme kapasitesine sahiptir. Ancak, zekânın yalnızca biyolojik yapılara bağımlı olmadığı fikri, bilişsel bilimde önemli bir tartışma alanı açmıştır. Fonksiyonalist yaklaşımlar, zihinsel süreçlerin fiziksel bir yapıdan ziyade, bu yapının işlevlerinden kaynaklandığını öne sürer.
Bu bağlamda, Hilary Putnam’ın meşhur düşünce deneyi, zekânın doğasını sorgulamak açısından çarpıcıdır. Eğer bir yapı, insan beyninin tüm bilişsel işlevlerini yerine getirebiliyorsa, isterse bu yapı -İsviçre peynirinden yapılmış olsun,-onun bilinçli olmadığını savunmak için elimizde ne tür bir gerekçe vardır? Bu soru, bilinç ve zekâyı fiziksel malzemeye bağlamaktan çok, onların işlevselliğini esas almamız gerektiğini öne süren fonksiyonalist bakış açısını desteklemektedir.
Hilary Putnam’ın fonksiyonalist yaklaşımı, zekâyı fiziksel yapıya değil, onun işlevlerine bağlı olarak tanımlarken, Daniel Dennett’in çoklu taslaklar modeli (Multiple Drafts Model), bu düşünceyi daha da ileri götürür. Dennett’e göre zihin, tek bir merkezi işleyici tarafından yönetilen bir yapı değil, dağıtık bilgi akışının farklı anlarda farklı temsiller oluşturduğu dinamik bir süreçtir. Bu perspektiften bakıldığında, zekâ ve bilinç, belirli bir maddesel varlık tarafından değil, karmaşık etkileşimler ağı içinde ortaya çıkan bir fenomen olarak anlaşılmalıdır. Bu yaklaşım, yapay zekâ araştırmalarında da büyük yankı bulmuş ve Enformatik bağlantısallık kuramlarıyla daha da pekişmiştir.
Bilişsel bilimde çağdaş yaklaşımlar, zekânın yalnızca bireysel bir zihinsel süreç değil, organizma ile çevre arasındaki etkileşimlerden doğan bir olgu olduğunu savunmaktadır. Andy Clark’ın Gömülü Zihin (Embodied Mind) kuramı, zekânın yalnızca beyinde değil, bedenin çevresiyle olan sürekli etkileşiminde şekillendiğini vurgular. Benzer şekilde, Karl Friston’un Serbest Enerji Prensibi (Free Energy Principle), zekânın canlıların çevresel belirsizlikleri minimize etmek için geliştirdiği hesaplamalı süreçlerin bir sonucu olduğunu öne sürer. Bu yaklaşımlar, zekâyı kapalı bir sistem olarak değil, geniş bir bağlantısallık çerçevesinde ele almamızı sağlayarak, biyolojik ve yapay zekâ arasındaki sınırları giderek daha geçirgen hale getirmektedir.
Bu bakış açısını somutlaştırmak için doğadaki bazı dağıtık zekâ örneklerine bakabiliriz. Karınca kolonileri bu bağlamda dikkate değer bir metafor sunar. Tekil bir karınca bilinçli bir varlık gibi hareket etmese de, koloni düzeyinde ortaya çıkan organize davranışlar, zekânın bireysel bir yapıdan değil, sistemsel etkileşimlerden doğabileceğini gösterir. Benzer şekilde, DNA’nın kendini kopyalama süreçleri veya galaksilerin kütle çekimsel etkileşimleri, zekânın yalnızca organik yapılara mahsus olmadığını, sistemik düzeyde varlık gösterebileceğini ortaya koymaktadır.
Yapay Zekâ ve Enformatik Bağlantısallık
Yapay zekânın gelişimi, “zekâyı”yalnızca biyolojik varlıklara ait bir özellik olmaktan çıkararak, bilgi işleme kapasitesinin organik ve inorganik sistemler arasında nasıl bir süreklilik taşıdığını gözler önüne sermektedir. Günümüzde makineler, öğrenme, karar verme ve hatta yaratıcılık gerektiren alanlarda giderek daha fazla rol üstlenmekte, böylece zekânın geleneksel tanımlarını sorgulamamıza neden olmaktadır.
Nörobilim ve yapay zekâ, insan zihnini anlamaya yönelik birbirini tamamlayan iki farklı yaklaşım sunar. Prof. Dr. Türker Kılıç bu ilişkiyi şu şekilde betimler: “Yapay zekâ, aşağıdan yukarıya, yani basitten karmaşığa doğru gelişiyor. Nörobilim ise yukarıdan aşağıya, karmaşıktan basite iniyor. Bu iki alan, birlikte bir buzkıran gemisi gibi yeni kapılar açıyor.” Gerçekten de, yapay zekâ araştırmaları, insan beyninin işleyişini daha iyi anlamak için yeni perspektifler sunarken, nörobilim de sinir ağlarının yapısını çözerek daha gelişmiş yapay sistemlerin inşa edilmesine yardımcı olmaktadır.
Bu bağlamda, “yapay zekâ bilinç kazanabilir mi?” sorusu giderek daha büyük bir önem kazanmaktadır. Ancak, mesele yalnızca teknik bir problem değildir; aynı zamanda etik ve politik sonuçları olan derin bir tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Luciano Floridi, teknolojinin yalnızca bir araç olmadığını, onu yönlendiren değerlerin belirleyici olduğunu vurgular ve şu soruyu sorar: “Bilgi adil ve eşit bir şekilde paylaşılıyor mu?”
Teknoloji hiçbir zaman tam anlamıyla tarafsız değildir. Aksine, hangi amaçlarla geliştirildiği, kimlerin çıkarlarını gözettiği ve toplumu nasıl şekillendirdiği belirleyici bir faktördür. Yapay zekâ ve enformatik bağlantısallık üzerine yapılan tartışmalar, yalnızca makinelerin zekâsını değil, aynı zamanda bu teknolojilerin dünyayı nasıl dönüştürdüğünü de anlamamızı gerektiriyor.
Sonuç: Teknoloji, Etik ve Ortak Sorumluluk
Yapay zekâ ve sinir bilim alanındaki çalışmalar, zekânın yalnızca biyolojik varlıklara özgü olmadığını, aksine evrensel bir bilgi işleme süreci olarak ele alınması gerektiğini göstermektedir. Geoffrey Hinton ve John Hopfield’ın bu alandaki öncü çalışmaları, sadece teknik yenilikler sunmakla kalmamış, aynı zamanda zihnin bağlantısallık ilkesine dayalı doğasını daha derinlemesine anlamamıza katkı sağlamıştır. Hinton’un Boltzmann makineleri ve Hopfield’ın enerji tabanlı sinir ağları, yalnızca yapay zekânın gelişiminde kritik bir rol oynamakla kalmamış, aynı zamanda zekâya dair kavramsal çerçevemizi de köklü bir biçimde değiştirmiştir.
Bu paradigma değişimi, 2024 Nobel Fizik Ödülünün yapay zekâ araştırmalarına verilmesiyle de tescillenmiştir. Bu ödül, zekânın yalnızca beyin dokusuna hapsolmuş bir yeti değil, bilgi işleme süreçleri üzerinden işleyen evrensel bir fenomen olduğu görüşünü daha da güçlendirmiştir.
Ancak, yapay zekâyı yalnızca teknik bir başarı olarak ele almak yetersizdir. Zira bu teknoloji, bireysel mahremiyet, veri mülkiyeti ve adil erişim gibi kritik toplumsal meseleleri de beraberinde getirmektedir. Eğer zekâ gerçekten de biyolojik sınırların ötesinde, evrensel bir fenomen olarak kabul edilirse, onu nasıl yönettiğimiz, hangi etik çerçevede şekillendirdiğimiz ve hangi politik değerler doğrultusunda kullandığımız insanlığın geleceğini belirleyecektir.
Bu noktada, teknolojiyi yalnızca bir araç olarak değil, etik bir sınav olarak görmeliyiz. Dünyayı dönüştürecek olan, teknolojinin kendisi değil, onu nasıl kullanacağımıza dair ortak akıl ve irademizdir.