“Her temmuz başı yüreğime bir sıkıntı düşer… 2 Temmuz Sivas Katliamı’nın; 6 Temmuz Aziz Nesin’in ölüm yıl dönümüdür. Elimde kitapları; “Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız herhangi bir yaşam. Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı?”[1] diye seslenir oradan… Bazen okuduklarımı ya da yeri gelince, onunla ilgili anılarımı dostlarıma da aktarırım. Hep aynı ısrar: “Muhakkak yaz bunları!” İnatçıyım da… Her seferinde, “Yok!” diye cevap veririm, “Anılarımı yazmak için gencim hâlâ. İleride zamanım olacak…” İnsanın uzun bir ömre sahip olacağına dair güçlü inancı; bu da bir tür kibir. Bu temmuz başı düşüncelerimde yine Aziz Bey, belleğimde anılar… Yok, bu kez, “Zamanı var!” demiyorum!”
AZİZ NESİN İLE ANILAR
“Aziz Nesin ile mi görüşüyorum?” Hattın öte yanındaki ses, “Evet!” diyor. SHOW TV Haber Merkezi’nden aradığımı söylüyor, adımı veriyor, arama nedenimi açıklıyorum: “Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı idamınızı istiyor. Biliyorsunuz, savcılığın esas hakkındaki mütalaası açıklandı. Sizin Sivas’ta yapmış olduğunuz konuşmanın TCK’nın idam cezasını öngören 146. maddesi kapsamında değerlendirilmemesi durumunda benzer olayların süreceği öne sürülüyor. Başsavcının idam istemiyle ilgili olarak röportaj yapmak…” Sözümü bitirmeme izin vermiyor, nobran diyebileceğim bir üslup içinde, “Yok!” diye atılıyor. “Sizin 32. Gün programınıza çıktım. Söz verdiniz, program kaydını göndereceğinizi söylediniz. Sözünüzü tutmadınız.” Özür dileyerek araya giriyor, aynı kurum için içerik üretiyor olsak da adını verdiği program ile SHOW TV Haber Merkezi arasında bağlantı bulunmadığını, yapacağımız röportajın Ana Haber’de yayımlanacağını anlatmaya çalışıyorum ama ikna olacak gibi değil. Beni, epeyce kalayladıktan sonra, “Röportaj filan vermem!” diye kestirip atıyor: “Zira,” diyor, “sözünüzün eri değilsiniz. Üçkağıtçısınız!”
Yıl 1994… Özel televizyonlar birkaç yıllık geçmişe sahip ve kurumların haber merkezleri arasında yırtıcı bir rekabet söz konusu. Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral’ın yazar Aziz Nesin hakkındaki idam istemi, belki de gündemin en çarpıcı başlığı. Şüphesiz, pek çok gazete ve televizyon muhabiri o gün Aziz Nesin’in peşine düşmüş, röportaj talep ediyor. Genç ama tutkulu bir gazeteci olarak bu rekabetin dışında olduğumu söylemek imkânsız. Aziz Nesin’den özel röportaj alabilmeyi ben de istiyorum istemesine ama şu “üçkağıtçı” ithamı yok mu!.. Bir anda nevrim dönüyor. Kim bilir belki onun gibi, benim de Karadenizli damarım tutuyor. “Bana bakın,” diye çıkışıyorum sonucunu düşünmeksizin, “siz ünlü bir yazar, değerli bir aydın olabilirsiniz ama Aziz Nesin de olsanız bana üçkağıtçı, diyemezsiniz. Ben onurlu ve dürüst bir insanım!” Bir sessizlik oluyor. Keyifli, gevşek bir kahkaha atıyor; koca bir kahkaha! “Adım ne demiştin?” Kırgın bir şekilde cevaplıyorum. “Peki İrem Barutçu,” diyor, “madem onurlu ve dürüst bir insanım diyorsun, o halde gel de ben seni bir göreyim. Ancak koşulum var: Yayımlanacak röportajın bir kopyasını arşivim için bana yollayacaksın.” Uzatmayıp, “Tamam,” diyorum, “söz, yollayacağım.”
Bundan otuz yıl öncesi idi; Aziz Bey’le böyle tanıştım. İlk röportajımızı Çatalca’da, Nesin Vakfı’nın yönetim evinde yaptık. Konu mühimdi; Aziz Nesin’i hakikaten Sivas Katliamı’nın tahrikçisi olarak değerlendirip, idam edebilirler miydi? Gençliğin verdiği toylukla ben soruyordum, o cevaplıyordu. Devlet refleksi ve ülke sosyolojisine henüz tam anlamıyla vakıf değildim doğrusu… Ayrıca yaşanılanların akıl ve mantıkla bağdaşır yanı da yoktu; Pir Sultan Abdal şenlikleri için kentin mülki amirinin davetlisi olarak gittiği Sivas’ta, saatler boyu “Sivas Aziz Nesin’e mezar olacak!”, “Şeytan Aziz!”, “Kahrolsun laiklik!” gibi sloganlar atılmış, o ve arkadaşlarının içinde bulunduğu otel ateşe verilmiş, 33’ü konuk, 2’si otel personeli olmak üzere olaylarda 37 kişi yaşamını yitirirken Aziz Bey alevlerin arasından yarı baygın sağ çıkmayı başarmıştı. Onun ve orada bulunan diğer aydınların can güvenliğinin korunamamış olması bir yana, şimdi bir de benzini döküp kibriti çakanları tahrik ettiği suçlamasıyla idam istemiyle yargılanması talep ediliyordu! Biz bunları konuşurken, Nesin Vakfı korumasındaki küçüklerden biri, bir köşede sessizce resim yapıyordu. Kayıt bittikten sonra birkaç çocuk daha neşeyle odaya girdiler, Aziz dedenin -çocuklar “dede” diye hitap ediyorlardı- çevresini sardılar. Güler yüzlü bir kız çocuğu, bizlere şiir okudu. Sonra hep birlikte bahçeye çıktık, minikler koşup oynarken biz de yürümeye ve kayıt dışı sohbet etmeye başladık. Telefondaki aksi, huysuz halinden eser kalmamıştı. “Asarlar, asarlar! Belki sen bilmezsin ancak Türkiye’de çok yaygın bir laf vardır!” diyordu, Aziz Bey. “Ben onu önce asarım, sonra oturur ağlarım. Akılları sıra değer veriyorlar insana bu lafla. Şimdi bunlar da ‘Bu Aziz’i asacaksın, sonra da sehpanın altında oturup ağlayacaksın’ der ve yaparlar!”
79 yaşındaydı. Zorluklarla geçmiş 79 yıl… Devletin savcısıyla ilk kez karşı karşıya kalmıyordu, elbette. Düşünce ve anayasal hak olan ifade hürriyetini kullandığı için yıllardır mahkemelerin müdavimi olmuştu. Bu ülkede aydın olmanın bedeli buydu; hemen her iktidar döneminde değişik gerekçelerle dava edilmiş, kimi zaman bihaber olduğu toplumsal olayların tahrikçisi olmakla suçlanarak hapsedilmişti. 1946 yılında Sabahattin Ali ile birlikte çıkarmaya başladığı Marko Paşa’nın gördüğü ilgi CHP iktidarını ciddi şekilde rahatsız etmiş; 1947’de, Türkiye- ABD ilişkilerinin, Truman Doktrini nedeniyle sömüren-sömürülen ilişkisine dönüşeceği yolunda broşür yayımladığı iddiasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırılmış, ayrıca 3 ay 10 gün de sürgün cezası almıştı. “Bir Sürgünün Anıları”nda, İstanbul Cezaevi’nden sürgün yeri Bursa’ya götürülüşünü, gördüğü muameleyi şöyle anlatacaktı: “Vapurda gelirken, ‘Bileğime kan oturdu. Şu kelepçe halkasını gevşetin, ne olur?’ demiştim. Candarmanın biri, kelepçenin zincirini bir halka daha sıkmıştı. Öbürü daha insaflı çıktı, elimden çözdüğü zincir kelepçeyi ayak bileklerime taktı da vapurda rahat yemek yiyebildim.”[2] Ertesi yıl “Azizname” adlı kitabından dolayı tekrar tutuklandı ve bu kez dört ay cezaevinde kaldı. Demokrat Parti döneminde de çilesi bitmeyecekti. 1950’de G. Politzer’in “Marksist Felsefe Dersleri” adlı kitabından bir bölüm çevirip yayımladığı için 16 ay hapse mahkûm edildi. 1955’te, 6-7 Eylül olaylarının tahrikçisi olmakla suçlandı ve kendini yine cezaevinde buldu. Demirtaş Ceyhun’a, “Yargılanmadan idam cezası da yedim bir kez; 6-7 Eylül’de!” diyecekti: “…Bizleri 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesi günü gelip evlerimizden alıp tutuklamışlardı. Kimler yok, kimler. Kemal Tahir filan. Hepimizi topluca tıktılar hapse. İşte o tutukluluğumuz sırasında bir gün ya Vâlâ Nurettin ya da karısı, bizi ziyarete gelmiş ve arkadaşlardan birine demiş ki: ‘Haber aldık, sizin hepinizi asacaklarmış…’ Hepimiz, bir hassittir çekip kahkahalarla gülmüştük, o gün. Nasıl asacaklarmış bizi yahu, olacak şey mi? Hani beni bugün Demiral’ın isteği üzerine assalar… Sivas’a gerçekten gitmişim, orada konuşmalar yapmışım… Yani, sanki bir şeyler var. Bunlara bakarak, ‘Adam da Sivas’a gidip konuşmuş’ deyip beni asanlara hak verenler çıkabilir yani… Ama 6-7 Eylül olaylarından hiçbirimizin haberi bile yok. Bizler de tıpkı mahkemenin yargıçları gibi, olayları olup bittikten sonra duymuşuz. Bu yüzden, ‘Olur mu öyle şey yahu’ deyip kahkahalarla gülmüştük o gün… Gerçekten hiçbir ilgimiz yok çünkü. Yıllar sonraydı. 27 Mayıs sanıklarının Yassıada duruşmalarını düzenli izliyordum, dinleyici olarak. Birgün, duruşmada bir yargıç albayın yaptığı açıklamaları işitince, inan dondum kaldım. Kulaklarıma inanamadım bir an. Öyle korkunç şeyler söylüyordu ki… Meğer, bizleri tutuklatan o günlerin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz Paşa, yargıçlara, ‘Bunları Eminönü alanında salkım salkım sallandıracaksınız. Hepsini asacaksınız!’ diye emir de vermiş. Düşünebiliyor musun, olayın üzerinden bilmem kaç yıl geçmiş, gene de bir korku aldı beni. 1955-1962, tam 7 yıl sonra. Meğer, yağlı ilmik boğazımıza gerçekten geçmişmiş…Meğer bizleri gerçekten asmayı düşünüyorlarmış. Vâlâ ile Müzehher’in işittikleri meğer doğruymuş. ”[3]
27 Mayıs darbesinin iktidara getirdikleri de yakasını bırakmamıştı, maalesef. Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel, bir basın toplantısında, “…Seninle sonra görüşeceğiz!” diyerek tehdit etmiş, 5 gün sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci Şube’den Tanin gazetesine gönderilen iki sivil polis tarafından alınıp götürülmüştü. Süleyman Demirel dönemi de farklı olmadı. 1967 yılının haziran sonu idi. Moskova’dan İstanbul’a dönüyordu. Sirkeci Garı’nda polis tarafından karşılandı ve 11 gün ev hapsine alındı. Türkiye Komünist Partisi gizli örgütüne Moskova’daki merkezden gizli mesaj getirdiği yolunda hakkında ihbar vardı. 4 Temmuz 1967 sabahı evi basıldı. Dört saat süren polis araması sonunda, bavullar dolusu kitap, mektup, öykü -roman taslağına el konuldu. “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” adını verdiği otobiyografik eserinin birinci cildinde, baba dostu ve gayri resmi ilk öğretmeni Galip Bey’i anlatırken, “Yıllar sonra pek çok kez evimi basıp arama yapan sivil polisler, evimden alıp götürdükleri ve bir daha da geri vermedikleri kitaplarım, notlarım, dosyalarım, yazılarım arasında, Galip Amcamın bende kalmış, sakladığım defterlerini de aldılar. Hiç olmazsa saklasalardı, ne gezer…” diye sitem edecekti: “Bu siyasi polislerin evimden alıp götürdükleri, geri vermedikleri birçok kitaplarımı sonradan Sahaflar Çarşısı’nda satılırken görmüşümdür, o kitapların sayfalarında el yazımla notlarım, çıkmalarım, çizgilerim vardır. Kendi kitaplarımı eski kitapçılardan kaç kez satın almışımdır.”[4] Evet, kişisel arşivi polis aramalarında defalarca tarumar edilecekti. Oysa pek çok gazeteci-yazar gibi o da titiz bir arşivciydi. Kendisiyle yapılan röportajların kopyasını, arşivini yeniden tesis edebilmek için talep ediyor, verilen sözler tutulmadığında titizleniyor, huysuzlanıyordu. İlk röportajımızın kaydını, yayımlanır yayımlanmaz kendi elimle Aziz Bey’e götürdüm. VHS kopyayı ona uzatırken, biraz da mağrur bir şekilde, “İşte,” dedim, “konuştuğumuz gibi…”
AZİZ NESİN Mİ, MEHMET NUSRET Mİ?
Onu tanıdığım 1994 yılında “Aziz Nesin” adı çerçevesinde sık gündeme gelen birkaç konu başlığı vardı. Bunlardan biri “aptallık” davaları ve tartışmalarıydı. Türklüğe hakaret ettiği, ulusal onuru ayaklar altına aldığı vb… gibi gerekçelerle Türkiye’nin dört bir yanında aleyhinde pek çok dava açılmıştı. Bir diğer konu, ölümünün ardından, bir ateist olarak, İslami cenaze töreni istemediğini açıklamasıydı. Nesin Vakfı’nın bahçesine gömülmeyi arzu ediyordu ve bunun gerçekleşebilmesi için Bakanlar Kurulu Kararnamesi çıkarılması için başvuru yapmıştı. Örnekleri vardı: Adnan Menderes’in eşi Berin Menderes, Turgut Özal’ın annesi Hafize Özal ve Nakşibendi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku için daha önce özel kararnameler çıkarılmıştı. Gelgelelim koalisyon hükümetinin DYP kanadı, talep sahibi Aziz Nesin olunca güçlük çıkarıyordu.[5] Bu arada, Sivas Katliamı sonrasında savcılıkça yöneltilen “tahrik” suçlamaları ve bunu gerekçelendirmek maksadıyla öne çıkarılan yazar Salman Rushdie’nin “Şeytan Ayetleri” (The Satanic Verses) adlı eserini Türkçe olarak yayımlayacağı yönündeki açıklamaları medya tarafından sık işleniyor, hararetle tartışılıyordu. O gün hangi konu başlığı gündemdeydi, neyi konuşacaktık net anımsayamıyorum; bir sabah yine Aziz Bey’i aradım ve randevu istedim. Bu kez neşeliydi. “Çatalca’dayım. Atla gel!” dedi. Ne var ki çalışma odasına girdiğimde havası bir anda değişti; beni görür görmez yüzü allak bullak oldu. “Ne yaptın kendine öyle?” diye çıkıştı aniden… Anlamamıştım. “Saçların!..” dedi. Yaz aylarıydı. İstanbul’un yapış yapış sıcağına tahammül edememiş, genelde çene hizasında tuttuğum saçlarımı kısacık kestirmiştim. “Yok,” dedi, öfkeli bir şekilde, “Berbat etmişsin kendini!” Sonraları, o gün beni azarlayan kişinin Aziz Nesin mi, yoksa Mehmet Nusret mi olduğunu düşünecektim? “…Tohum halinde bile olsa, ilk aşkı bu kıza duydum” itirafında bulunduğu Feride’ye idi belki de bu çıkışı!.. Heybeliada’da arkadaşlık ettikleri o yaz, çocukluğunun en güzel günleri olmuştu Mehmet Nusret için… Otobiyografisinin “Yol” adını verdiği birinci cildinde, “Sıkıntılar içinde geçen çocukluğumun kısa süren parçapürçük mutlulukları da var. Bu mutlulukların en güzeli Feride ile olan arkadaşlığımızdı.” diyecekti: “Onunla ayrılmaz olmuştuk. Hemen bütün gün birlikteydik. Bu yakınlıkta, elbette cinsel bir duygu da vardı ama bu, en küçük belirtisi bile dışa vurulamamış, davranış ve söze geçmemiş, kendimizden bile gizlediğimiz bir duyguydu…” Gelgelelim sayılı tatil günleri su gibi akmış, sararan yapraklarla birlikte okul zamanı da gelip çatmıştı. Feride üstünde okul üniformasıyla, karşısında tatlı tatlı gülümsüyordu işte… O anı, “Başında Feyz-i-âti okulunun şapkası var. Şapkanın önünde de okul arması. Feride’nin saçlarına bakıyorum, baktıkça da kızıyorum!” diye aktaracaktı: “Çünkü saçlarını kestirmiş… İçime bir kıskançlık ateşi düşüyor. Feride’nin saçlarını kestirmiş olmasını kıskanıyorum. Elbette kıskanırım, ben kimin oğluyum? Ne demek; bir kız nasıl saç kestirirmiş!.. Öbür çocuklar Ferit’e, Feride’ye, Şirzat’a bakıyorlar hep. Feride bana bişey söylüyor, benim de konuşmam gerekli. Ama ne söylesem? İlk sözüm şu oluyor: ‘Şapka hiç yakışmamış!’ ‘Mektebin forması bu.’ Çıkarsana şapkanı!’ Çıkarıyor. Saçları iyice kesilmiş, kısacık kalmış, oğlan çocuğuna benziyor. ‘Saçların da çok çirkin olmuş…’ Oh, söyledim ya işte. Feride gülümseyerek, ‘Alagarson…’ diyor.”[6]
Dünyaya gözlerini bir yangınla açmıştı Mehmet Nusret. İlk anısı, “…kapkaranlık gökyüzünü kaplamış o kıpkızıl alevler” olmuştu. “Annem uyandırdı!” diye anlatacaktı: “Sarı topuzlu pirinç karyolanın başucunda, duvarda asılı, içinde Kur’an bulunan sim işlemeli mavi atlas keseyi aldı, öpüp başına koydu. Sonra o keseyi boynuma geçirdi. Kızkardeşimi de salıncaktan kaptı. Perdesi açık pencereden, kıvılcımlar saçan, yalımlar püsküren, ateş kusan, kıpkızıl bir gökyüzü görünüyordu. Tavanda, döşemede, duvarlarda, kırmızı ışıklar oynaşıyor, büyüyüp küçülerek, uzayıp kısalarak… Aynaya baktım: Yanan gökyüzü aynanın içine dolmuş… Sokak kapısı gümgüm vuruluyor. Dışarıda anlamsız bir uğultu, bağırıp çağırmalar… Ara sıra bir çocuk ağlaması ya da bir kadın çığlığı, uğultuyu yırtıyor. Kıvılcımların, ateşten iri böcekler gibi pencere camına çarptığını görüyordum, çıtır çıtır sesler yangın sesi… Sonra pencerenin camı yokoluverdi, ya eridi ya kırıldı. Yüzüme bir harlı sıcaklık vurdu. Odanın kapısı itilerek açıldı birden. Birtakım adamlar doldu içeri… Ellerine geçirdiklerini alıp alıp gidiyorlar. Annem bu adamları, yangından eşyamızı kurtarmaya çalışan iyilikseverler sanıyormuş. Bir kucağında ben, bir kucağında kızkardeşim, annem bizi merdivenden indirdi, açık duran sokak kapısından dışarı çıkardı, eşiğe bıraktı, yeniden evin içine seğirtti. Sokaktaki adamlar evin içine doluşurlar, içeridekiler de yağmaladıklarıyla dışarı çıkarlarken, üstümüze başımıza basıyorlardı. Annem kucağında dikiş makinesi, öbür elinde oturakla geldi. Onsekiz yaşındaki annemin o yangından kurtarabildiği iki çocuğuyla Kur’an, dikiş makinesi, bir de oturaktı. Dikiş makinesi, annemin elemeğiyle satın almış olduğu çeyiziydi. Kardeşimin oturağını da şaşkınlıkla yangından kurtarmış. Bütün bu olanlar beni hiç korkutmadı; bir gece şenliğindeymişiz, bir bayram eğlencesindeymişiz gibi geldi bana, belleğimde öylece kaldı. Sokak kapısından sonra film kopuyor. Sokak kapısı ile mezarlık arasında neler geçtiğini hiç bilmiyorum, ansımıyorum. Ertesi sabah uyandığımda mezarlıktaydık.” 79 yaşındaki Aziz Nesin ise yüzünde acı bir ifade bir başka yangını, Madımak’ı anlatıyordu karşımda… 33 yoldaşını yitirmiş… “Korktunuz mu?” diye sormuyorum, yüzünü, gözlerindeki manayı gördüm. İki yangın… Ve iki yangın arasına sıkışmış mücadele dolu zorlu bir hayat…
“Oğlum yatılı okula gidiyor ya, onun için gözlerim açık ölmüyorum…” diyen annesini 12 yaşında yitirmişti. Verem, imkânsızlıklar Türkiye’sinde yoksul hastalığı… “Bütün anneler annelerin en güzeli, sen en güzellerin güzeli, onüçünde evlendin, onbeşinde beni doğurdun, yirmialtı yaşındaydın, yaşamadan öldün…”[7] diyecek, cebinde annesi Hanife Hanım’ın bir resmi bile olamamasına, annesinin okuma yazma bilmemesine, yaşamı boyunca dünyaya kara bir peçe ardından bakmasına içlenecekti. Annesine söz verdiği gibi hekim olamamıştı ancak 1935’te Kuleli Askeri Lisesi’nden üçüncülükle, 1937’de Harp Okulu’ndan ikincilikle istihkam asteğmen rütbesiyle mezun olmuş; Kara Harp Okulu’nu bitirmesinin ardından orduya katılmıştı. Bu arada şiir ve öyküler yazıyor, eserlerini ordu mensuplarının edebiyatla ilgilenmesinin hoş görülmemesi sebebiyle “Aziz Nesin” müstear adıyla Millet dergisi, Yeni Adam ve Yedigün’e yolluyordu. Ne var ki kısa bir süre sonra hayatı tepetaklak oldu. Üsteğmen rütbesindeyken, “Görev ve yetkisini kötüye kullandığı” suçlamasıyla karşı karşıya bırakıldı, 4 ay hapis cezası alarak askerlikten uzaklaştırıldı. Bakkallık yapıyordu şimdi. Bu arada Akbaba, Yedigün, Yeni Adam ve Millet’e mektuplar yazıyor, Babıâli’de iş aradığını duyuruyordu. Mektuplarına yalnızca Sedat Simavi ilgi gösterdi. Yedigün’ün kapısının Aziz Nesin’e açık olduğunu bildirdi. Yedigün ve Karagöz’de bir müddet çalıştıktan sonra, 1945 yılında, faşizm karşıtı ve tek parti iktidarına muhalif Tan’a geçti. Dönemin iktidarının kışkırtmaları sonucu yakılıp yıkılacak olan Tan gazetesine… 1946’da Sabahattin Ali ile Marko Paşa’yı çıkarmaya başladı. Marko Paşa bir müddet sonra CHP iktidarı tarafından kapatılacaktı. Derginin adı Malum Paşa yapıldı. O da kapatılınca Merhum Paşa, Bizim Paşa, Hür Markopaşa, Bizim Marko Paşa, Ali Paşa… Hiç unutamadığı kederleri de olacaktı; Bulgaristan sınırında bulunan erkek cesedinin üstünden çıkan eşyaları teşhis etmek ona düşecek, gözleri dolu dolu, “Evet, Sabahattin Ali’nin…” diyecekti.
Zaman aceleci, telaşlı, müsamahasız… Hele ki meslek gazetecilik olunca… Aziz Bey’le son görüşmemizin üzerinden birkaç hafta mı, yoksa birkaç ay mı geçmişti, ayırt edemiyorum. Bir sabah ofiste günlük gazeteleri okuyordum; Ufuk Güldemir masamın başında beliriverdi. “Aziz Nesin’i ara,” dedi, “davet et, bu akşam Ana Haber’e konuk alalım. Muhakkak ikna et, getir!” Bir süredir Aziz Bey’in sağlık sorunları olduğunu biliyordum. Aradığımda, “Göz ameliyatı oldum,” dedi, “yeni çıktım hastaneden. Teşvikiye’deki evimdeyim. Buraya gel.” Gittiğimde kapıyı, orta yaşlı zarif bir kadın açtı. Kendini tanıttı, kameraman arkadaşımı ve beni içeri davet etti. O gün de sıcak, hava öldüresiye sıcak… Evin tüm pencereleri açılmış… Perdeler yelken bezi gibi rüzgârla dolup duruyor. Aziz Bey, bir gözü bandajlı, üstünde don gömlek diye tanımlayabileceğim bir kıyafet, pencere karşısında yerde perperişan oturuyordu. “İçeri gel,” dedi, kapı önünde tereddüt ettiğimi görünce… Odaya girdim, onu canlı yayına davet ettiğimizi anlattım. İtiraz etmedi. “Korumama haber verelim, gelsin de gideriz!” dedi. Bir süre önce Aziz Bey’e Emniyet’ten yakın koruma tahsis edilmişti. “Ne zaman ki İranlılar beni öldürmeye karar verdiler; mollalardan katliam için fetva çıktı, işte o zaman bizim hükümet telaşlandı!” diye anlatıyordu bunu… Oysa gerek kendi gerekse evi daha önce defalarca kurşunlanmış, silah almak için yaptığı ruhsat başvurusu bunlara rağmen bir buçuk yıl boyunca cevapsız bırakılmıştı. Kısa bir hasbihalden sonra, “Tıraş olup hazırlanayım!” dedi. Bir gözü kapalıydı. Yürüyebilmesi için destek gerekiyordu. Kız arkadaşı elinden tuttu, Aziz Bey’i banyoya götürdü. Bir köşeden bir leğen çıkardı. Aziz Bey’i oturtup tıraş etmeye başladı. Sağlık durumuna rağmen Aziz Bey’in keyfi yerindeydi, o gün. Şakacı, nüktedandı. Yerinde duramıyor, erkek çocuklarına özgü bir hınzırlık içinde arkadaşının yanağına, koluna, bacağına dokunuyor… O yıllarda sözleri Sezen Aksu, müziği Sezen Aksu ve Uzay Heparı’ya ait “Sakin ol” adlı parça radyo ve televizyonlarda sık çalınıyordu. Şarkının “Şişşt, şişşt sakin ol, sinirlerine hâkim ol…” şeklinde tekrar eden bir bölümü vardı. Aziz Bey, yaramazlığa devam ettikçe arkadaşı, “Şişt şişt sakin ol, sinirlerine hâkim ol!” diyor, beraberce kıkırdıyorlar… Kameraman arkadaşımın yüzünde koca bir tebessüm, kayıt yapıyor. O arada kapı çalındı. Aziz Bey’in yakın koruması olan polis memuru gelmişti. İçeri girdi, hepimizi selamladı. Bir süre olan biteni izledikten sonra beni bir kenara çekti. “Daha yeni çıktı hastaneden… Canlı yayına çıkmak iyi gelir mi?” diye sordu. Ben Aziz Bey’in “Gelirim!” dediğini aktarınca, dudaklarını hayretle bükerek, “Sana değer veriyor olmalı. Yoksa bu halde yayına gitmesi mümkün değil!” Sonra aniden, “Ama”, dedi, “şu banyoda yaptığınız kayıt. Kullanmayın onu. Nasıl söyleyeyim, hanımefendi ailesi değil, Aziz Bey’in… Arkadaşıdır. Şimdi millet televizyonda izleyince bambaşka düşünür, aleyhine olur!” Bu cümlenin ardına saklanan sevgiyi o anda kavrayamadım. Bir anda parladım. “Canım,” dedim, “Aziz Bey, bunda bir sakınca görmüyor. Ben, ‘Kız arkadaşınızla görüntülerinizi yayımlamamız doğru olmaz!” nasıl derim?.. Bu basbayağı sansüre girer. Hem ne var ki bu görüntüde! Sizinki katı bir ahlakçılık!” Yıllar içinde, o konuşmayı düşündükçe, o polis memurunun Aziz Bey’i sadece kurşunlardan değil, yaşam tarzına ilişkin gelebilecek yıkıcı eleştirilerden de koruyabilmek adına o sözleri söylediğini anlayacaktım. Hazırlanmış, kapıdan çıkıyorduk. Aziz Bey ayağına bir çift terlik geçirmişti. “Aziz Bey,” dedim, “ayakkabı giymeyecek misiniz?” Bir anda keyfi kaçtı, “Ne var yani? Terlik giymenin nesi yanlış?” diye sordu. “Geniş planda kayıt yapan kameramız da var. Ayaklarınız görünecek. Siz bilirsiniz ancak ayakkabı daha uygun olur diye düşündüm…” gibi bir şeyler geveledim ağzımın içinde… Şimdi düşünüyorum da burjuva sınıfına özgü manasız bir kaygıyla müdahale etmiştim!.. Beni kırmadı. Söylenerek de olsa ayakkabılarını giydi. Koluna girdik; bir yanında yakın koruması diğer yanında ben, otomobilimize bindirip Aziz Bey’i SHOW TV’ye götürdük. Ne var ki haber merkezinden içeri girdiğimizde küçük çaplı bir şok yaşayacaktım. Ufuk Güldemir, “Hoş geldiniz!” dedikten sonra acelesi varmış da bir yere yetişecekmiş gibi koşar adım dışarı çıkmış, bu arada beni yanına çağırarak, kulağıma, “Sen Aziz Bey’i odama al ve ağırla! Ben kaçıyorum!” diye fısıldamıştı. Oysa canlı yayına davet ettiğimiz konuklarımızı -genelde- odasında bizzat ağırlardı. Bir müddet Aziz Bey’le Güldemir’in odasında oturduk. Bir süre sonra Mehmet Tezkan geldi ve “Hoş geldiniz!” dedi. Tezkan’ın, Aziz Bey’le sohbetini fırsat bilerek gün boyu yapmış olduğumuz kaydı montajladım. Aziz Bey, canlı yayında Gülgûn Feyman’ın sorularını cevaplarken, onun günlük hayatının bir kesitini ortaya koyan o çok özel görüntüleri de bize özel yayımladık. Aziz Bey’i uğurladıktan sonra Ufuk yanıma geldi. Memnundu. İltifat ediyordu: “Tarihi bir iş yaptığının farkında mısın? Bugün, burada değil de BBC gibi uluslararası bir kurum için bu haberi yapmış olsaydın, bu çektiğiniz görüntüler tüm dünyaya servis edilirdi!” Doğruydu, Aziz Nesin dünyaya mâl olmuş bir yazarımızdı. Ufuk’a, “Peki niçin kaçtın?..” diye sormadım. Ufuk Güldemir yönetiminde hazırladığımız Ana Haber’de liberal ekonomi ve liberalizm perspektifinde bir yayım politikası izleniyor, yorum ve eleştiriler -genelde- bu çerçeveden yapılıyordu. “Belki de Aziz Bey’den bir eleştiri gelir endişesi duydu!” diye düşündüm.
Birkaç gün sonra Aziz Bey’i aradım. Canlı yayınımıza katıldığı için teşekkür ettim ve yayın kaydının VHS kopyasının hazır olduğunu, dilediği gün kendisine götürebileceğimi söyledim. Çatalca’daydı. “Mesafe uzun!” dedi bu kez, “Gelme buraya kadar; İstanbul’a döndüğümde verirsin.” Bu konuşma son temasımız oldu. “Aziz dede” Çatalca’da çocuklarıylaydı. Ben de temmuz başı, bir haftalığına izne çıkmıştım. 6 Temmuz günüydü. Bulunduğum otelin restoranında, kahvaltıdaydım; vefat haberini radyodan öğrendim. İlk duygum şu oldu: Yaptığımız son kaydın kopyasını iletememiş, ona vermiş olduğum sözü bu kez yerine getirememiştim.
Her temmuz başı yüreğime bir sıkıntı düşer… 2 Temmuz Sivas Katliamı’nın, 6 Temmuz Aziz Nesin’in ölüm yıl dönümüdür. Elimde kitapları; “…Yaşamımız geçim sıkıntıları içinde, cezaevlerinde, sürgünlerde, mahkemelerde, adliye koridorlarında, sorgularda, kovuşturmalarda, polis kafasıyla boğuşmakla geçti. Bunun anlatılacak, okurları ilgilendirecek nesi var? Bizim yaşamımız herhangi bir yaşam. Ama biz bu zor yaşamdan ancak şeref duyarız. Acaba iktidarlar da yaptıklarından şeref duyacaklar mı?”[8] diye seslenir oradan… Bazen okuduklarımı ya da yeri gelince, onunla ilgili anılarımı dostlarıma da aktarırım. Hep aynı ısrar; “Muhakkak yaz bunları!” İnatçıyım da… Her seferinde, “Yok!” diye cevap veririm, “Anılarımı yazmak için gencim hâlâ… İleride zamanım olacak…” İnsanın uzun bir ömre sahip olacağına dair güçlü inancı; bu da bir tür kibir… Bu temmuz başı düşüncelerimde yine Aziz Bey, belleğimde anılar… Yok, bu kez, “Zamanı var!” demiyorum. “Hafızanın süzgecinden geçen her bilgi subjektiftir!” görüşünü de bir kenara koyuyor; buraya ve buluta not düşüyorum. Ve Aziz Ağabey’i, – gazeteci-haber kaynağı ile mesafesini korumalı, düşüncesi ile kendisine daima “Aziz Bey” diye hitap etmiştim- saygı ve sevgiyle anıyorum.
[1] A.g.e., s.282.
[2] Aziz Nesin’den alıntılar, orijinal kopyadaki haliyle kullanılmıştır. (İ.B.) Bir Sürgünün Anıları, Aziz Nesin, s. 15.
[3] Asılacak Adam Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun, s.19.
[4] Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, 1. Kitap, Yol, Aziz Nesin, s.82.
[5] Nesin’in vefatının ardından Süleyman Demirel aileyi aramış ve kararnameyi imzaladığını bizzat bildirmiştir. (İ.B.)
[6] Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, 1. Kitap, Yol, Aziz Nesin s.400.
[7] A.g.e., s.7.
[8] A.g.e., s.282.