Yirmi küsür sene önce, yine böyle serince bir sonbahar gecesinde mahallede yürüyüşe çıkmış, soluklanmak için caddenin -şimdilerde de galiba o zamanlarda da- iyi çay içilebilen yegane mekanı diyebileceğim Sim Cafe‘de kendime zar zor bir masa bulmuştum.
Çay henüz gelmiştik ki arkamdan bir yerlerden gelen tanıdık bir sese doğru yöneldim. Ankara’nın ve galiba Türkiye’nin, amfi lambası dendiğinde akla ilk gelen tedarikçilerinden, müzik ve iyi ses tutkunu Koray Kural, henüz mahalleyi terk etmemişti. Ordan burdan başlayan sohbet, doğal olarak, müziğe geldi. İyisi mi demiştik, onun hemen iki sokak aşağıdaki evine geçelim, sohbete orada devam edelim ve daha da iyisi, Audio Note pre ve power’a bağlı, kabinini kendi tasarladığı Altec Lansing’lerde biraz müzik dinleyelim.
Flip Phillips ile o gece tanışmıştım. Adı, Coleman Hawkins, Ben Webster ya da Lester Young gibi saksofonun babaları arasında anılmasa da, swing ve büyük orkestra döneminin önemli yıldızlarından biriymiş Phillips. O gece dinlediğimiz Swing is the Thing (2000), kariyenin son stüdyo albümü olacaktı ve bu seksenlik ihtiyar, Joe Lovano ve James Carter gibi iki saksofon stilistiyle yüksek tempoda kıran kırana girdiği savaşlardan mağlup ayrılmıyor, piyanoda Benny Green, basta Christian McBride ve davulda Kenny Washington olmak üzere dönemin genç aslanlarının önünde solist olarak tek başına kaldığı icralarda gönlümüzü fethediyordu. Baladlarda muhteşem sıcak ve içten, mid-tempolarda ise ısıran hatta frapan denecek bir stille çalıyordu ve bu adam, sevgili okuyucularım, çalıyordu.
♦♦♦
Flip Phillips
Flipenstein
(1981 Progressive Records)
Yana yakıla aramaya koyuldumsa da, Ankara’da hiçbir yerde, bırakalım başka bir albümünü bulmayı, adını bilenle bile karşılaşmadım.
Memlekette ve dünyada plak furyası başlamamıştı, eBay’de insanı yoldan çıkartacak kadar çok sayıda ikinci el plak kelepir fiyatlara satılıyordu, PayPal yasaklanmamıştı, henüz 11 Eylül saldırısı yapılmadığı için lojistik hizmetler ucuzdu ve ben de bu sayede düzenli olarak hatırı sayılır miktarda plak alıyordum. eBay’de bulabildiğim tek Flip Phillips plağının kapak tasarımı gözüme o denli kötü gözükmüştü ki ancak uzun süre düşündükten sonra satın almıştım.
Bir kaç hafta sonra Flipenstein platoda dönmeye başladığında, hoparlörlerden hiç de retro tınlamayan birinci sınıf swing/bop usülü caz yükseliyordu. Anlaşılan o ki Phillips, isimlerinde hayalet, vampir, şeytan gibi kelimelerin geçtiği parçaları içeren albümünü, Mary Shelley‘nin Frankenstein romanından ilham alarak isimlendirmiş. Kapakta ise, mezarlık, hayalet, yarasa gibi doğaüstü öykülerin klişeleri kullanılmış, Arkada Dracula’nınki olduğunu düşündürtecek bir şato görülüyor ve en önemlisi Frankenstein’ın elinde saksofon var!
Sonraları başka albümlerini CD ya da plak edinmeye devam ettim ve Flip Phillips has adamlarımın arasına girdi. Ama işte ah o kapak, hala gözüme çok çirkin gözüküyor. Kitsch işte!
Aslını sorarsanız tasarımcısı David Stone Martin, döneminin önde gelen isimlerinden biriymiş. Özellikle Norman Granz’ın şirketleri için yaptığı birçok iş harikulade ama mesleğinin olgunluk döneminde 1980’lerin başında Flipenstein için yaptığı tasarımın beğenilebilir tarafı yok. Yukarıya yerleştiriyorum, siz de görün, kapak hakkında kendi kararınızı verin.
Yıllar sonra bugün Plip Phillips dinledim ve kapağı hatırlayınca, aklımda, zarfı kötü ama mazrufu enfes albümler hakkında bir derleme yazma fikri belirdi. Amacım grafik tasarım konusunda ahkam kesmek değil, zaten istesem de yapamam ama görünüşe, önyargılara, başkalarının hükümlerine göre davranmanın insana bazen kaybettirdiğini hatırlatmak ve bu yazı vesilesiyle okuyucuyu yeni müziklerle tanıştırmak.
E haydi devam edelim.
♦♦♦
Philly Joe Jones
Blues for Dracula
(1958 Riverside)
Blues for Dracula, efsanevi davulcu Philly Joe Jones‘un ilk albümü. Miles Davis & John Coltrane: Zıtların Uyumu yazımda uzun uzadıya anlatmıştım; Jones, Miles Davis’in ünlü beşlisinin sabit üyesidir, iyi para kazanmaktadır, öte yandan ünü yayılmış, yeteneğinin karşılığını nihayet almaya başlamıştır. Hal bu iken, uyuşturucu ve içki alışkanlığı çalışma disiplinini bozmaya başlayınca, Miles, müziğinin vazgeçilmez davulcusu olarak gördüğü (hatta daha sonra çalıştığı davulcularda hep onu aradığını söylemiş) Philly Joe Jones’u gruptan atar ve davulcu yoluna gidip solo kariyerine başlar. Ama işte, görücüye böyle bir kapakla mı çıkılır?
Korku filmlerinin revaçta olduğu zamanlardır, Blues for Dracula, fantastik kapağıyla olduğu kadar, albüme adını veren Johnny Griffin imzalı giriş parçasında, Hollywood’un Dracula’sı Béla Lugosi‘nin “Ben bebop vampiriyim” diye başlayan tiradıyla da piyasanın ilgisini çeker. Neyse ki, Nat Adderley (kornet), Julian Priester (trombon), Johnny Griffin (tenor), Tommy Flanagan (piyano) ve Jimmy Garrison‘dan (bas) oluşan muhteşem kadro hem andığım giriş parçasının devamında hem de albümün geri kalanında birinci sınıf bebop/hard bop çalarlar. Jones, Dracula ile birini mi hedeflemektedir, öyleyse o kimdir, bir bilgiye ulaşamadım ama Dracula’nın, kendisini işten atan eski patronu Miles Davis olduğunu öğrensem şaşırmam. Artık klasikleşmiş bu albümün kapağı yukarıda, Spotify linki ise burada.
♦♦♦
Pepper Adams
Pepper Adams 5
(1959 Interlude)
Bariton saksofondan elde ettiği gövdeli ve keskin tını nedeniyle ‘bıçak’ lakabıyla anılan Pepper Adams‘ın, daha yenilerde Hollywood Sessions olarak tekrar basılan bu albümü, Batı Yakası’nın usta müzisyenleriyle kaydedilmiş. Caz tarihine meraklılar bilir, savaş sonrası caz endüstrisinin ABD’deki merkezi New York’a kayınca, ülkenin geri kalanında yapılan caz görmezden gelinmeye başlanmış. Bundan da en çok zararı Pasifik Okyanusu’na bakan şehirler ve orada yaşayan müzisyenler görmüş. Stilistik açıdan büyük bir fark olmamasına rağmen, Batı Yakası’ndan yapılan caza West Coast Jazz diye ayrı bir yafta dahi vurulmuş.
Adams’a bu albümde, trompette Stu Williamson, piyanoda Carl Perkins (Rock and roll yıldızı olan değil), basta Leroy Vinnegar ve davulda Mel Lewis olmak üzere Batı Yakası’nın muhteşem müzisyenleri eşlik ediyor. Nat King Cole’ün ünlü ettiği Unforgettable şarkısını cazlaştırmaktaki başarıları size fikir verecektir, repertuvar en hasından bop! Bunlar iyi de, kapaktaki biberler de neyin nesi? Neyse ki yukarıdaki Youtube bağlantısının kapak fotoğrafında olduğu gibi, sonraki basımlarında daha ehven tasarımlar kullanmışlar.
♦♦♦
Joe Farrell & Louis Hayes Quartet
Vim ‘n’ Vigor
(1984 Timeless)
Açık ara, bu yazıya aldığım albüm kapaklarının en berbatı, müzikal açıdan da galiba en nefisi. Yıllar önce CD olarak aldığımda -ki Joe Farrell o zaman da şimdi de saksofon kahramanlarım listesinin üst sıralarındadır- merakla albümde çalanlara bakmıştım, acaba kadın bir basçı mı var diye. Hayır efendim, Hollandalı müzisyen Harry Emery bası çalıyor. CD’yi arşivde buldum, kapak tasarımını Joost Leijen yapmış. Fotoğraftaki kadın Marie Jose van der Laan imiş, kendisi Miss Hollanda’ymış. Notlarda tasarımla ilgili herhangi bir bilgi yok. Üşenmedim, discogs‘da araştırdım, LP versiyonunun kapak görsellerini buldum. Hay Allah, kapağın kavramsal tasarımını meğer ünlü emprezaryo Todd Barkan yapmış. Giriş paragrafında, caz dünyasının en ‘strongest’ müzisyenlerinden biri olmasına rağmen nasıl olup da ihmal edildiğine dair bir de serzeniş yazılı. Buymuş kapak fotoğrafının manası!
Farrell, sağda solda çalarak başladığı kariyerinin estetik açıdan en önemli albümlerini, 1968-75 yılları arasında Elvin Jones‘un grubundayken kaydettikten sonra, Chick Corea ile birlikte Return to Forever grubunun kurucu üyesi olmuş ve böylelikle öncülerinden biri olarak anıldığı fusion ve crossover caz alemine dalmış, sonrasında da hayır etmemiş bir saksofoncu.
Efsanevi davulcu Louis Hayes ile eş liderliğini yaptığı ve turneye çıktığı kısa ömürlü gruba ait bu albüm, Farrell’ın zaman zaman dönüş yaptığı akustik caz türündeki nadir örneklerinden, kısa sürmüş yaşamının da sonuncularından. Flüt, soprano ve tenordaki etkileyici düzeydeki otoriter tavrına ve sololarındaki tutarlılığa şahit olduktan sonra, kısa sayılacak yaşamında akustik formatta çok az eser vermiş olmasına hayıflanmamak mümkün değil. Kapağına rağmen albüme şans verin, derim. En karakteristik caz saksofon üsluplarından birisinin sahibi bu müzisyenle tanışmış olursunuz.
Örnekler çoğaltılabilir ama yazı daha fazla uzamasın, kesiyorum. Atalar boşa dememiş, “sen zarfa değil, mazrûfa bak” diye. Her konuda, hayatın her anında olduğu gibi, müzik seçimlerimizde önyargılı davranmak bize kaybettirebiliyor, kulağını, zihnini açık tutan kazanıyor. Kapağa, görünüşe bakıp bir kanaate varma hakkını müneccimlere bıraksak galiba akıllıca bir iş yapmış oluruz.
Konuya ilgi duyanlar için London Jazz Collector dergisinde yayınlanmış şu yazıyı öneriririm, ben daha ziyade mazrufa odaklandım, LJC yazarı mevzuyu görsel sanatlar açısından daha derinlemesine incelemiş, çok sayıda örnek sunmuş.
Müzikle kalın, hoş kalın.