İngiliz romancı Louis de Bernieres’in 2.Dünya Savaşı yıllarına ait bir aşk masalı olan romanı “Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini” elimden, dilimden düşmeyen nadide eserlerden birisidir.
Roman kahramanı bana bir şey anımsatır:
Hayatımda yeri olan çalgıyı, mandolini!
Şimdiki zamanlarımda, handiyse Yüzbaşı Antonio Corelli gibi sırtıma asıp taşıyacak olduğum İtalyan mandolinimi, ilk kez, dokuz-on yaşlarında elime almıştım.
O zamanlardan beri, ara verdiğim vakitler olduysa da kucağımdan hiç inmedi.
Pederimin yakın arkadaşı, o vakitler Edirne Öğretmen Okulu’nun müzik hocası İmdat Halvaşi bana mandolin metoduyla nota öğretip mandolin çalmayı sevdirdi.
Türk Aydınlanması ve Rönesansı sayılabilecek Cumhuriyet yıllarının müzikçilerinden Saip Egüz ve Akif Saydam’ın imzasını taşıyan 3 ciltlik Mandolin Metodu’nu İmdat Bey’in elinden çalışırken, nota defterime dolmakalemiyle yazdığı Artvin yöresine ait başta Atabarı olmak üzere nice melodileri bana çaldırır, o sırada eliyle dizinde tempo tutar, bazı bazı keyiflenip mırıldandığı da olurdu.
Ceket cebinden dolmakalemini çıkarıp inci gibi yazısı ve çizgileriyle notaları evvela Sol Anahtarı çizerek ayaklı sehpadaki defterime özenle yerleştirir, sonra benden çalmamı beklerdi; sonra sonra ezberden çalıyor oldum.
Şimdilerde doksanlı yaşlarını sürdüren İmdat Hoca, Artvinliydi, Borçkalıydı; ömrüne bereket…
Ondan öğrendiğim Artvin’in ünlü Atabarı, Deli Horon, Sarıkız horonu, hele hele Cilveloy Nanay melodilerini sonraki yıllarımda şahit olduğumca, galiba tüm yurt biliyor, çalıyor, terennüm ediyor, hatta kalkıp horona başlıyordu.
Bunun nedenini hiç sorgulamamıştım; Artvin müziklerinin insanı yerinden kaldırıp hop hop hoplatan kıvraklığı mıydı, kolayca ıslığı dahi öttürülebilecek sadeliği miydi, doğu Karadeniz’in Kafkasya’ya bağlanan coğrafyasında kültürel zenginliğine bu melodilerin eklemlenmesi miydi, yoksa bunların hepsi miydi!
Artvin notalarının yurt çapında yaygınca dillenmesinin sebebi ne olabilirdi?
08 trafik plakalı vilayet olan bu şehrin insanlarından edinilmiş sözlü tarihiyle bütünleşik toplumsal hafıza mekânlarına ait sosyolojik bir derlemenin “Dağlardan Denize, Artvin” başlığıyla kitap olarak elime geçmesiyle artık şunu rahatça söyleyebilirim:
Halkının yüzde 98’i okur-yazar olan, üniversite eğitimli insanların ülkedeki nüfusa oranla bakıldığında en yüksek rakama ulaştığı Artvin’inin gençlerini yıllar öncesi, 1940’ların Köy Enstitüleri’ne, sonrasında Köy Öğretmen Okulları ve nihayet Öğretmen Liselerinde eğitime yollaması, öğretmen olarak Anadolu’nun dört bir yanına pırıl pırıl birer deniz feneri gibi göndermesi, bana kalırsa, ülke müziğinin estetiğinde bir sayfa açıyor olmalıydı.
Öğretmenlerin elinde birer mandolin olduğuna da ben şahidim.
Artvin müzikleri ve halk danslarının yurt çapında yaygınlaşmasıyla Artvinli öğretmenlerin, aydınların arasında organik bir ilişkiyi arayıp kurmaya “Dağlardan Denize, Artvin” kitabı vesile oldu.
Sosyoloji ana bilim dalı doktorasıyla öğretim görevlisi olan yazar-akademisyen Rahşan İnal’ın özenle tamamladığı belli olan derlemesi ve bir bölümünde de kendi yazısı bulunan kitap, edebiyatın büyüleyici tadını akademik bir çalışmada çıkarmak isteyenlere temiz ve akıcı bir dille, özenle yazılmış metinleriyle ve Artvin’i sevdikleri her cümlesinden anlaşılan yazarların ortak yaratma-yazma süreci coşkusuyla ulaşmaktadır.
Artvin doğumlu Dr. Rahşan İnal’ın, İletişim Yayınları “Memleket Kitapları” dizisi içinde yayımlanmış olan bu çalışması 3 bölüm ve 14 farklı yazıyla, elbette Rahşan Hoca’nın sunuş yazısıyla bir toplumsal hafıza ve sosyoloji metni örneği olarak literatürde yerini aldı.
Kimi yazarların soyadlarından Artvinli olduklarını da kolayca gördüğümüz, Fatih Artvinli, Taner Artvinli gibi isimlerin yanı sıra diğerlerinin de bu yeşil coğrafyanın çocukları olduğu biyografilerinden anlaşılıyor.
Rahşan İnal’ın da Artvin doğumlu olduğunu kitap sonundaki biyografiler bölümünden öğreniriz.
Artvin’in tarihsel süreçlerini, karmaşık etnik varlığını, siyaset ve göç ile ilişkili sosyolojik yapısını derleme kitaplarında olması gerektiği ölçüyle ele alan 1. Bölümde beş ayrı yazıda ve sonraki “Kültür”, “Gündelik Yaşam” başlıkları altında yazılmış diğer yazıların tamamında, sert ve didaktik biçimiyle hazmı kolay olmayan akademik dilin epeyi uzağındaki metinlerle karşılaşılması bu kitabın edebiyat anlatısına yaklaştığını da gösterir.
Hatta denilebilir ki, örneğin Hopa Deniz Feneri hikâyesinden, bölgenin göçebe insanları olan Poşalara kadar, fennî sünnetçi Hüseyin Bey’in yakın tarihe ayna tutan hayat hikâyesine değin tüm metinlerde gazeteciliğe, dergi ve röportaj diline yansıyan benzeşmeler bulunur.
Sosyolog yazar Rahşan İnal’ın kitabın derlemesi ve sunuş yazısı dışında, “Gelenekten modernliğe: Boğa güreşleri” başlığı altında yer alan metni de Artvin’e dair kültürel bir sunum olarak kitaba değer katıyor.
Kitabı eline alan şanslı okur, 1980 Cuntası öncesinde Dev-Yol devrimci hareketinin güçlü biçimde yer aldığı Artvin’de mahalle komitelerine kadar uzanan örgütlenme süreçlerinden, Sovyetlerin yıkılışı sırasında Artvin’e doluşan “Nataşa’ların fuhuş gerçeğine” kadar uzanan bir tür toplumsal hafıza derlemesiyle karşılaşırken, birden deli deli dalgalarıyla köpük köpük akan Çoruh Nehri’nin ünlü kayıkları ve kayıklar üzerinde yapılan ticareti, sevkiyatı, nakliyeyi nefes nefese okumaya başlar.
Bu rengârenk anlatım kitaba edebiyat anlamında zengin bir boyut kazandırıyor. Metinler birbirinden dağınık ve ilgisiz bir sıralamayla değil, çok özenle arka arkaya yerleştirilmiş görünüyor. Fakat istenirse her bir metin ayrı ayrı okunabilecek bir kanon teşkil etmektedir; tümü okunduğunda bir Artvin romanı okunmuş hissiyle kitap kapağı, hani o bir kitaptan mutlu ayrıldığınızda duyulan tuhaf veda vardır ya, işte öyle kapatılır.
Artvin kitabında Dr. İdris Ersan Küçük’ün kaleminden okuduğum halk oyunları ve müzikleri kısmının bunca metin içinde beni böylesine ilgilendirmesi, yazıdan uzaklaştığımda zihnimi oyalayan ve düşündüren bir şey oldu. Artvinli aydın öğretmenlerin çoğunlukla mandolin, imkân nispetinde akordeon çalarak yöresel melodileri yurda yaymalarına dair kurmaca tezim, yukarıda yer aldığı kadarıyla kabul görsün isterim. Öyle ki, müzik talebesi olduğum için her vakit gurur duyduğum İmdat Halvaşi hocamın bana ilk öğrettiği Atabarı horonunun Türkiye’nin temel eğitim kurumlarında vazgeçilmez bir yer aldığına hep tanık olmaklığım bu iddiamın küçük bir kanıtı sayılmalıdır.
1935 tarihinde İstanbul’da yapılan Balkan Oyunları Festivaline katılmış Artvin folklor ekibinin Atatürk’ün önünde oynadığı “Artvin Ermeni Barı”, kimi kaynaklara bakılırsa, o gün en çok ilgi toplayan dans olur. Atatürk’ün de çok beğenip birkaç kez üst üste sergilenmesini istediği bu oyuna sonra iştirak etmesi ardından horonun adı Atabarı olarak değişir.
Ünlü Türk müzik sanatçısı ve araştırmacı Muzaffer Sarısözen’in derlediği “Bahçası var bağı var, ayvası var narı var, Atamızdan yadigâr bizde Atabarı var” dizeleriyle söylenip dansı yapılan bu horon hemen herkesin kolayca katılabileceği bir sadeliğe sahipti, sanırım o nedenle bütün ülkenin yöresel dansları arasında gözde bir yere hızla yerleşti.
6/8’lik temposuyla “re mi fa sol sol la fa sol…” ile başlayan Atabarı yarım yüzyıldan beri benim ezberimde ve terennüm edilecek bir müzik parçası arayıp bundan çok sıkıldığımda kolayca dilimin ucuna gelen melodisiyle bana hep eşlik etti durdu.
Atabarı, sadece Artvin’in ve oradan doğru ülkenin tamamına yayılan toplumsal hafızaya katılımıyla değil, fakat aynı zamanda ailemin ortak hafızasında ve hatırasında ayrıca yer eder.
Babam Nâzım Bey, Batum göçmeni bir Artvinliydi; her yıl 7 Mart tarihinde Artvin’in Kurtuluş Günü gecelerine katılır, salonda Atabarı’nı oynamaya da pek bayılır, hatırladığımca ona da pek yakışırdı ceketinin üst cebinden çıkardığı beyaz mendilini sallaması…
İmdat Hocamı hemşerisi olarak tanıyışı da o zamanlardandır.
Bu yazı ilk kez Açık Gazete’de yayınlanmıştır