Kapitalist sistemin neoliberal politikalarının kaçınılmaz sonucu yarattığı enflasyon temelli günümüz “ekonomik, sosyal ve siyasal” sorunlarımız karşısında “demokratik komünizm, ekososyalizm, teknololoji ve dijital komünizm, teknokratik sosyalizm” seçenekleri çözüm olabilir mi?
Alternatif her bir başlığı gerektiğince incelemek isterim ancak bu yazının olanakları içinde olası değil. Son dönemde sıklıkça üzerine konuşulan ve önemsediğim teknokratik sosyalizm önermesi üzerinde duracağım.
Marx, Komünist Manifesto ve Kapital’de çizdiği çerçeve ile kapitalist sistemin yapısal sorunlarını derinlemesine eleştirir. Kapital’de sınıfsız bir toplum öngörüsüyle de komünizmi alternatif olarak sunar.
Marx‘ın öngördüğü saf komünizm, tarih boyunca hiçbir ülkede tam anlamıyla hayata geçirilemedi. Sovyetler Birliği, Mao’nun Çin’i ve diğer sosyalist deneyimler -Marksizmin Marx’ın idealiz ettiği ettiği haliyle ilgisi olmayan çarpıtılmış versiyonudur görüşünü benimseyen taraftayım!- teorinin uygulamalarından saparak otoriter rejimlere evrildi. Bu deneyimlerde bireysel özgürlükler ve ekonomik eşitlik idealize edilen komünizmle hiçbir şekilde örtüşmedi.
Marx, kapitalizmin iç çelişkilerinin sınıf mücadelesine ve nihai olarak proletaryanın (işçi sınıfı) devrimine yol açacağını öngörüyordu ve beklentisi batılı ülkelerde devrim idi! Komünizmin gelişmesi için sanayileşmiş ve kapitalistleşmiş toplumlar gerekiyordu. Sovyetler Birliği ve Çin gibi deneyimler genellikle tarım toplumlarında gerçekleşti ve bu da Marx‘ın teorisinin tam olarak uygulanamamasına neden oldu.
Marx‘ın alternatif önermesinin merkezinde yer alan yapısal çelişkiler nedeniyle işçi sınıfının aktif öz-örgütlenme yetisi, bu rejimlerde büyük ölçüde devlet kontrolüne devredildi. Bu uygulamaların sonucunda, “Devletin” tüm ekonomik süreçleri kontrol etmesi, oligarşiye dönüşen bürokrasiyi büyüttü ve “verimliliği” azaltarak doğal sonucu eşit refahı engelledi. Biraz açalım konuyu.
Bu gerçekliğin doğal sonucu olarak sosyalist ülkelerde merkezi planlama, kaynakların verimli dağılımını sağlamakta zorlanırken, “devrimin olmadığı” kapitalist ülkeler teknolojik inovasyon ve küresel ticaret aracılığıyla ekonomik büyümeyi sürdürdü. Bu da, kapitalizmin kısmen başarısının devamını sağladı ve “komünist” deneyimlerin cazibesini azalttı.
20. yüzyılda uluslararası ticaret ve küresel sermaye akışları, kapitalizmi daha dayanıklı ve genişleyebilir hale getirdi. Görece uygulanan komünizm ise çoğunlukla kendi içine kapanan ekonomilere dayanıyordu. Kapitalist sistemin küresel düzeyde hegemonya kurması, “komünist ülkelerin de” bu sistemle zorunlu uyum sağlama çabalarını beraberinde getirdi ve çoğu komünist ekonomi, piyasa mekanizmalarına yöneldi. Çin örneğinin günümüzde geldiği noktayı bu bağlamda iyi irdelemek gerekli diye düşünüyorum. Bir tarafta dijital diktatörlük olarak kabul edilen baskıcı, diğer tarafta neoiberal regülasyonlara ve mevcut sisteme entegre olmuş, tüm bunlara rağmen kendini hala sosyalist/devrimci olarak tanımlayan “ucube” bir otokratik sistem.
Özetle sosyalist deneyimlerdeki tek parti rejimleri demokratik hakları ve siyasi özgürlükleri bastırarak sosyalizmi doğasından kopardı. Otoriter bir sisteme dönüştürdü.
Bu nedenle Marx‘ın öngördüğü komünizm temelinde uygulamaya çalışılan örnekleri ciddi yapısal sorunlar içerdi. Ancak Marx’ın eleştirileri, özellikle gelir eşitsizliği, çalışan sömürüsü ve sermayenin giderek sınırlı bir grup üzerinde yoğunlaşması gibi konular halen güncel ve geçerli. Bu durum aynı zamanda günümüzde hala bir tartışma alanı da sunmaktadır. Marx’ın kapitalizmin eleştirisini ve alternatif sistem arayışlarını canlı tutmak zorundayız. Bugün geldiğimiz noktada komünizmin alternatif bir model olarak tamamen terk edilemeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kapitalist sistemde, piyasa dinamikleri arz ve talep yasalarına göre çalışır ve bu da fiyat istikrarını genelde tehlikeye atmaktadır. Enflasyon, piyasada dolaşan paranın mal ve hizmetlerden daha fazla olduğu durumlarda ortaya çıkar ve bunun sonucunda fiyatlar artar. Ancak enflasyonun kapitalist sistemdeki kökleri, salt arz-talep dengesizliğine indirgenemez. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan süreç de neoliberal politikalarla birlikte, piyasaların deregülasyonu ve sermayenin serbest dolaşımı, şirketlerin kâr odaklı büyümelerinin daha büyük bir öncelik haline gelmesine neden olmuştur. Bu süreç, sermayenin büyük ölçüde bir avuç büyük şirkette toplanmasına yol açmış, çalışan kesimlerin ücretleri baskılanmış ve gelir eşitsizliği giderek artmıştır.
Kapitalizmin en temel sorunlarından biri, kâr maksimizasyonuna odaklanan yapısının, gelir eşitsizliğini artırmasıdır. Bu eşitsizlik, bireyler arasındaki refah farkını büyütürken, en zengin %1’lik kesimin servetini sürekli artırmaktadır. Orta ve alt sınıflar bu sistemde geride bırakılırken ekonomik refahın sadece belirli bir elit kesim tarafından paylaşılmasının, geniş kitlelerde güvensizlik ve öfke yaratması kaçınılmazdır.
Kapitalist sistemde sermaye sahipleri genellikle daha hızlı büyürken, emek bazlı gelirler bu büyümeyi yakalayamaz. Gelir dağılımındaki bu dengesizlik, enflasyonun “halk” üzerinde yarattığı olumsuz etkileri artırır. Zenginler, enflasyon dönemlerinde yatırımlarıyla korunabilirken!, düşük gelirli kesimler hayat pahalılığı karşısında daha fazla zorlanır. Bunun da toplumsal huzursuzluğa ve kutuplaşmaya neden olması kaçınılmazdır.
Neoliberal ekonomi politikaları, serbest piyasa ideolojisine dayanarak devlet müdahalelerini en aza indirme eğilimindedir. Bu da temelde sosyal güvenlik ağlarının zayıflamasına, sendikaların güç kaybetmesine ve çalışan tüm kesimlerin korunmasız hale gelmesine yol açar.
Liberal politikalar, sermayenin serbest dolaşımını ve piyasa mekanizmalarının toplumun her alanına hakim olmasını savunur. Ancak bu, genellikle sermaye sahiplerinin kazançlarını artırırken çalışan tüm kesimlerin zarar görmesine neden olur. Örneğin bu sistemde özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin kâr amacı güden özel şirketlere devredilmesine yol açar, bu da sosyal güvenlik tarafını zayıflatır ve eşitsizliği artırır. Ayrıca, liberal politikalar genellikle regülasyonları azaltarak piyasaların kendiliğinden denge bulacağını varsayar ki sonuçları hiç öyle olmaz. Denge tarihsel ve günümüz gerçeklerinden de görüleceği şekilde “çoğunlukla” sermaye sahipleri lehine bozulur.
Çalışan kesimler açısından yaratılan ekonomik güvensizlik, sosyal olarak bireylerde aidiyet arayışını körükler. Tarihsel olarak, milliyetçilik ekonomik kriz dönemlerinde yükselmiştir. Çünkü insanlar daha güvenli ve öngörülebilir bir kimlik ve dayanışma duygusu ararlar. Azınlıkların ve “diğerlerinin dayanışması.”
Mevcut sistemin sorunlarının “diğerlerinin dayanışması” çerçevesinde yarattığı geleceğimiz için günümüzde iki önemli sorunumuz var. “Milliyetçilik ve kökten dincilik.” Köktendincilik başka bir yazı konusu olacak.
Milliyetçi ideolojiler, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü olarak genellikle dış tehditler ve iç düşmanlar yaratır, bu da halkın dikkatini ekonomik eşitsizlikten başka alanlara kaydırmayı amaçlar.
Milliyetçi politikanın popülist söylemleri, ekonomik sorunları basit çözümlerle ele alır ve “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirir. Bu da geniş halk kitlelerinin dikkatini gelir eşitsizliği gibi nedensel olarak karmaşık sorunlardan uzaklaştırarak, kültürel ve “ulusal değerlere!” yönlendirir. Sitemin “milliyetçi” siyasetçileri, genellikle elitleri ve dış güçleri suçlayarak bu sistemin yarattığı ekonomik sorunları basitleştirir.
Kapitalizmin yarattığı enflasyon ve gelir eşitsizliği, özellikle kriz dönemlerinde, halkı milliyetçi politikalara yönlendiren güçlü bir sosyoekonomik zemin hazırlamıştır. Enflasyonun ve gelir eşitsizliğinin milliyetçiliği nasıl beslediğini yakın tarihten birçok örnekle de görebilir, anlayabiliriz.
Almanya’da Weimar Cumhuriyeti döneminde yaşanan hiperenflasyon, Alman halkının milliyetçi ve popülist liderlere yönelmesine neden oldu. Enflasyon, halkın satın alma gücünü hızla eritmiş, sosyal tabakalar arasındaki farkı artırmıştı. Bu ekonomik çöküntü, Adolf Hitler ve Nazi Partisi gibi aşırı milliyetçi grupların güç kazanmasına yol açtı. Nazi söylemi, ekonomik sorunların dış tehditlerden ve iç düşmanlardan kaynaklandığını iddia ederek kitleleri peşinden sürükledi. Sonuçlarını insanlık yaşadı!
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’da uygulanan “şok” terapisi ve liberal reformlar, hızlı bir özelleştirme süreci başlatarak gelir eşitsizliğini dramatik şekilde artırdı. Bu dönem, enflasyon ve derin yoksullukla mücadele eden halkın milliyetçi ve otoriter liderlere yönelmesine yol açtı. Vladimir Putin‘in yükselişi de bu dönemin bir sonucudur; Rus milliyetçiliği, Sovyet sonrası dönemde ekonomik güvensizlikten beslenmiştir.
2008 küresel ekonomik krizinin ardından birçok Batı ülkesi, gelir eşitsizliğinin daha da derinleştiği bir süreç yaşadı. Neoliberal politikaların etkisiyle ücretli kesimlerin korunmasız hale geldiği, “sosyal refah devletinin” zayıfladığı bu dönemde, birçok kişi milliyetçi söylemlere yöneldi. Örneğin, Brexit süreci ve Donald Trump‘ın ABD başkanı seçilmesi, ekonomik eşitsizliklerin yarattığı güvensizlik hissinin milliyetçilikle nasıl birleştiğini gösteren yakın tarihli önemli örneklerdir.
Günümüz sorunlarına alternatif bir yol: Teknokratik Sosyalizm önermesi olabilir mi?
Öncelikle “ Teknokratik sosyalizm” fikrinin, klasik sosyalizmin çağdaş bir yorumunu yaptığını düşünüyorum. Özellikle dijital teknolojiler, yapay zeka ve veri yönetimi gibi “modern” unsurları içeren bir yaklaşımı temsil etmesi açısından dikkate değer bir önermedir bana göre.
Žižek’in teknokratik sosyalizm önermesinin, ideolojik perspektif olarak kapitalizmin içsel çelişkilerini ortaya koyan ve bu çelişkileri çözmeye çalışan bir ideolojik çerçeveye dayandığını söylemek mümkün. Kapitalist üretim biçimlerinin doğurduğu eşitsizlikleri ve çevresel yıkımları gidermeye yönelik bir model olarak ele alınabilir mi? Daha ileri gidip Žižek’in, Marx’ın kapitalizmin krizlerine yönelik analizini dijital çağın araçlarıyla birleştiren kapsamlı bir perspektif sunduğunu söyleyebilir miyiz?
Žižek‘in bakış açısına göre, sosyalist bir sistemin modern dünyada işleyebilmesi için, teknolojinin getirdiği potansiyelin ve dijitalleşmenin sağladığı verimliliğin kullanılması gerekiyor.
Žižek, önerdiği “teknokratik sosyalizm” ile modern sosyalist bir sistemin nasıl olabileceğini tartışmaya açmaktadır. Žižek’e göre, dijitalleşme ve yapay zeka gibi teknolojiler, daha adil ve verimli bir kaynak dağılımı sağlayabilir. Yapay zeka teknolojilerinin geliştirme vizyonunun enerji, eğitim, ekolojik denge, sağlık ve gıda üretimine yöneltilmesinin toplumsal refahı artırmanın anahtarları olabileceğini savunur. Doğru ve ilerici bir yaklaşımdır bu. Nobel Ekonomi Ödüllü Daron Acemoğlu’nun ödül paydaşı Simon Johnson ile birlikte yazdığı son kitabı “iktidar ve Teknoloji”de dile getirdiği argümanlar genel olarak bu tezi desteklemektedir. Žižek ayrıca birkaç adım daha ileri giderek bu modelin milliyetçilik gibi geri çekilme stratejilerine karşı da direnç oluşturabileceğini öngörmektedir.
Önermenin başlığında yer alan teknokratlar ise ekonomik ve toplumsal süreçlerin yönetiminde uzmanlaşmış kişiler olarak, bu sistemde kilit rol oynarlar. Ancak Žižek, burada klasik bir teknokrasi eleştirisi getirmeyi de ihmal etmez.
Teknokratik yönetişimin, halkın katılımı ve demokratik süreçler ile uyum içinde olması gerektiğini vurgular. Böylece sadece elit bir grubun karar aldığı, toplumdan kopuk bir sistem yerine, halkın ihtiyaçlarını daha doğrudan karşılayabilen bir yönetim yapısı kurulabileceğini söyler.
Ancak bu sistemin demokratik katılımı ihmal etmeden uygulanması gerektiği de önemlidir. Aksi takdirde teknokratik elitizme kayma riski mevcuttur. Bu aşamada blockchain gibi dağıtık teknolojiler, hayatımızın her alanında demokratik karar süreçlerini daha şeffaf ve güvenilir hale getirecektir. Burada “Satoshi Nakamoto’ya –kişi ya da bir grup insan- bir selam çakalım. Bu, teknokratik sosyalizmin potansiyel olarak daha adil ve demokratik bir yönetişim modeli sunabileceğini de göstermesi açısından çok önemli ve dikkate değerdir.
Žižek‘in teknokratik sosyalizminde, piyasa dinamikleri ve kâr amacı güden mekanizmalar aşılmak zorundadır. Yapay zeka ve teknolojik araçlar, kapitalist sistemde görülen kâr odaklı üretimin yerini, ihtiyaç temelli üretim ve dağıtım süreçlerine bırakabilir. Böylece piyasanın dayattığı rekabet ve eşitsizlikler yerine, planlı ve kolektif bir üretim modeli gelişebilir.
Kapitalist sistemin neden olduğu enflasyon, gelir eşitsizliği ve bireylerin milliyetçi politikalara yönelmesi, günümüz dünyasında giderek daha belirgin hale gelen sorunlardır. Ekonomik güvencesizliğin ve gelir adaletsizliğinin arttığı bu dönemde, milliyetçilik, toplumda çözüm arayan kesimler için cazip bir seçenek olarak öne çıkmaktadır. Ancak bu eğilimlerin uzun vadede toplumsal ve siyasi sonuçları son derece tehlikeli olabileceği gerçeğinden hareketle Žižek‘in teknokratik sosyalizm gibi alternatif modelleri, kapitalizmin sorunlarına çözüm olarak öne çıkmaktadır. Teknoloji ve dijitalleşme, adil ve sürdürülebilir bir toplumu inşa etmenin yollarından biri olarak değerlendirilmelidir.
Eğer Marx’ın öngördüğü gibi devrim ileri kapitalist ülkelerden birinde gerçekleşseydi, -burada bir parantez açayım: Yanıbaşlarındaki Fransız devrimi sonrası İngiliz aristokrasini iyi incelemek gerek- sosyalist deneyimlerin daha başarılı olma ihtimali yüksektir. Hem ekonomik hem de demokratik yapıların gelişmişliği, otoriter bir rejimden ziyade, demokratik sosyalizmin daha mümkün olmasına yol açabilirdi. Ayrıca, küresel kapitalizmin zayıflaması ve sosyalizmin daha yaygın bir model olarak kabul görmesi de olası sonuçlardan birisi olabilirdi. “Bu yaklaşıma tarihsel spekülasyon diyebiliriz tabi ki.”
Sonuç olarak; günümüzde kapitalist sistem klasik devlet paradigmasını bile yok etme noktasına gelmiştir. Yakın gelecekte “şirketlerin iktidarı” ya da “şirketlerin devleti”ne tanık olacağız. Bu gerçekliği görmemek ya da görmekten kaçınmak insanlığın ortak refahı ve mutluluğunun önündeki engellerden en önemlisidir.
İnsanlık geçmiş dönemlerinden çok daha “riskli” geri dönülmez bir gelecek ile karşı karşıya. Tercih noktasına gelindiğinde kimin safında yer alacağımız geleceğimizi belirleyecek!
* Marx, K. Das Kapital: Kritik der politischen Ökonomie. Erster Band. Verlag von Otto Meissner, 1867
** Keynes, J. M. The General Theory of Employment, Interest, and Money. Harcourt Brace. 1936