Mustafa Aslantaş yirmi üç adet piyes yazmış, bunlardan altı tanesini “Toplu Oyunlar 1 ve 2” başlığında kitaplaştırmış. Ödüller almış. Onun da her yazar gibi uçsuz bucaksız bir düş repertuarı var; biliyorum. Hatta bir defasında, düşlerinin arasında “Tek Yakanın Öyküsü“nün (2022) hep, azıcık daha önde olduğundan bahsetmişti.
“Paltomu biraz daha sıkılaştırıp karıştım karanlık şehrin karanlık sokaklarına… Sağ elimin avcunu gömlekteki yanık izine bastırarak…”

Mustafa Aslantaş
KDY
260 sayfa, Mayıs 2023
“Tek Yakanın Öyküsü” hiç kuşkusuz, farklı katmanları ve okumaları olan bir tekst. Tıpkı Cenk Türkkanı’nın ifade ettiği gibi:
“Çağdaş tiyatro evrenimize ucu yanık bir mektup adeta! Oyun, lirik anlatımı ve kurduğu özgün öykü diliyle bir sahne metni olmaktan da uzaklaşmıyor asla. Tek Yakanın Öyküsü, anlamlı bir yalnızlığın ve suskunluğun öyküsü. Her sahne ayrı bir yalnızın derdiyle içeri doğru kapanıyor; anlatılar büyülü, masalsı ve yalın…”
Klişe değil karakter yaratmış yazar. Günlük dili son derece etkileyici bir biçimde kullanmış. Kurduğu gizlenen sır odaklı çatışma deseni son derece başarılı. Suretleri, hayalleri, gölgeleri, gerçekleri farklı zaman ve mekanlarda okur / izleyicinin karşısına çıkartmış. Kim bilir, belki de hayatla, sanatla, insanla bin birinci kez yeniden ödeşmiş. Kâğıt kesiği acılarını anlatmış bazen. Ufunetli yaralarını gizlememiş.
“Ellili yıllar. Tüm dünyanın düzeni alaşağı olmuş. Savaş bitmiş kıtlık bitmiş, Milyonlarca insan fırınlarda yakılmış, milyonlarca insan cephelerde ölmüş, yüz milyonlarcası da onların artık mirasıyla geleceğine eksik, sakat başlamış.
Anadolu insanı yoksul, köylü… O yılların gerçeği. Köyde barınmanın olanaksız olduğuna kanaat getirenler atıyor dirgeni ambarkolun çatısına, saplıyor yabayı harmanın ortasına biniyor kamyonun kasasına, atıyor kendini İstanbul’a Ankara’ya İzmir’e. Kimi film artisti olmuş, kimi büyük esnaf, kimi odacı kimi bekçi…
Ben de trene bindim. Sonra geri inip gemiye bindim, değişiğim ya. Ama rotam farklıydı. Tersine göç de denebilir. İstanbul’dan Anadolu’ya gitmeye çalıştım. Ama ileriye gidemedim.”
Mustafa bu piyesin yazım sürecini sormak istiyorum… Mesela tıkandığın, durduğun, coşup taştığın zamanlar oldu mu? Ya da vazgeçtiğin, yeniden başladığın!
Çeşitli türlerde ve kişi sayılarında oyunlar üretmeye çalışıyorum. Geleneksel var, dramlar var komediler var, modern gerçekçiler, tek kişilik kadın oyunu var… Fakat tek kişi erkek oyunum yoktu. Bir gün Tuncay Tarhan isminde yüz yüze tanışmadığım ama güven duyduğum bir dosttan tek kişilik erkek oyun talebi geldi. Elimde böyle bir oyun olmadığını ama bunun bir fırsat olduğunu, zaten tek kişi erkek oyunu yazmak istediğimi söyledim. Elimin altında daha önce yazdığım bir balıkçı hikâyesi vardı. Tek Yakanın Öyküsüne zannediyorum hiç değişiklik yapmadan aktardığım Deniz Kızı bölümü. Hani deniz kızına âşık oluyor, sabah belediyeye gidip evlilik kağıtlarını filan verme niyetiyle uykuya dalan bir divane… Elimde o bölüm… Başka hiçbir şey yok. Sonra oyunun giriş bölümü olan Fatma hikayesini yazdım… Olayları birbirine bağladım. Acele etmeyip tadını çıkararak yazmak istiyordum. Oyun bitti. 20 küsür sayfa… Tamam bir oyun oldu sahnelenebilir, kurtarılmış gibi görünüyordu ama içime sinmedi. Bu oyunda bir çatlak aradım, ne yapabilirim nerden çıkış yolu bulup oyunu coşturabilirim derken çok şükür Allah’a, baba karakteri imdadıma yetişti. Oyunun ortasından daha ileri bir zamanlarda baba karakteri girince hikâyenin omurgasına adeta beton döküldü. Oyun coştu da coştu. Gemi sahnelerini yazarken kulağımda müzik, ellerim klavyede kendimden geçtim. Oyunu bitirdiğimde ise nevrim döndü, adeta sandalyeden zıplayarak kalktım. “Nasıl böyle bir şey çıktı” dedim… Ve yanılmadım tabi, Tek Yakanın Öyküsü isminde Türk ve Dünya tiyatrosuna yeni bir klasik armağan ettiğime yürekten inandım.
Bu arada Tuncay ile bir heyecanla başlayan serüvenimiz bazı sebeplerle oyunun ortasında bitti. Her yerde bağıra çağıra ilan ettiğim bu oyundan dolayı, kim bilir kırgındır belki bana… Hayat burada şunu demek istiyor olabilir… “Her güzelliğin arkasında kırgın bir hüzün barınabilir”
Biliyor musun, oyun kahramanı Fatma -neden bilmem-, bana birini hatırlattı.
Kimi?
Fatma Girik, desem?
Ve bu tespit için teşekkür etsem… Kesinlikle Fatma Girik. Bu oyunu yazmaya başladığım günlerde Fatma Girik yeni vefat etmişti. Birkaç gün olmuştu, muhtemelen haftası bile dolmamıştı. Ben de oyunda aslında fiziken olmayan ama hikâyede temel karakterlerden biri olarak devamlı dönen Fatma’yı yazmaya başladım. Beyaz tenli, yeşil gözlü ve adı da Fatma… Tesadüf ya da benzerlik değil düpedüz Fatma Girik’e adanmış bir karakterdir bizim oyundaki Fatma… Sessizliğin kozasında, dilsiz bir ipek böceği, güzel yüzlü, hüznü derin, güzel kadın Fatma…
“Tek Yakanın Öyküsü” okurdan nasıl tepkiler aldı?
Cinsiyetçi bir yaklaşımla hemen kadın ve erkek olarak ayırıyorum. Erkekleri vurup devirdiğini, kadınların da yüreğinin şöyle bir tozunu aldığını söyleyebilirim. Belli bir yaşa gelmiş, hayat tecrübesi yaşamış erkekleri gözü kapalı deviriyor, net! Kaç enkaz topladım say say bitmez! Tek Yakanın Öyküsü oyununun fanatikleri var. Oyunlarım içinde en çok talep gören oyun oldu. Hatta okuyanların çoğu ya sahnelemek istiyor ya da sahne için fikirler üretiyor.
İnsanların acılarına merhem olmayı bırak, daha da kanatmaya yemin etmiş- bir oyunun bu kadar iyi reaksiyon alması beklentimin üzerinde ama şaşırmadığım bir durum oldu.
Ankara’da oyun yazarlarını bir araya getiren “Alkışın Ötesi” adlı bir oluşum var. Bu oyun orada da tartışılmıştı.
Evet bu oluşumdan bahsetmek istiyorum. Ankara’da yazar Cenk Tükkanı’nın fikri ve Akademisyen İhsan Metinnam ortaklığı ile “Alkışın Ötesinde-Çıkmaz Ayın Son Çarşambası Oyun Yazarları Buluşması” ismi altında Ankara Tunalı Hilmi buluşmaları yapıyoruz. Her ay bir yazarın oyunu masaya yatırılıyor. Nisan 2024 konuğu da benim oyunum oldu. Tek Yaka tartışıldı, konuşuldu. Buluşmalarımız devam ediyor. Sadece oyun yazarı buluşmaları formatından daha özgür hale gelerek, alanında hatırı sayılır hocalar-yazarlar (tiyatro-drama-senaryo vb), söyleşi yapıyor. Oldukça keyifli ve verimli geçiyor. Herkesi bekleriz efendim.
Reha Özcan da bu teksti okudu, demiştin.
Tek Yakanın Öyküsü deyince Reha Özcan’ı anmadan geçemem. Çünkü kendisi bu oyunu keşfeden ve üzerine yıldız tozu döken isimdir. Reha Beye oyunu attığımda birkaç hafta sonra dönüş yaptı. “Normalde bir oyunu bir kere okur atarım, bu oyunu beş kere okudum, ekibime okuttum, bu sene okuduğum en iyi oyun” gibi her harfini saf altına bulayıp çerçeve yapmak isteyeceğim sözler etti. Sonrasında Ankara turnesinde tanıştık, sarıldık, kucaklaştık. İlgisini ve desteğini yakından hissettiğim için burada da bahsetmekten mutluluk duyarım.
Doğru mu biliyorum, bu eserin Devlet Tiyatrosu repertuarına da alınmıştı, öyle değil mi?
Evet hem de bu zamanlar için lüks sayılabilecek bir sürede, bir sene içinde repertuara girdi. O anlamda da yıldızı yüksektir Tek Yakanın.
Her öykü az ya da çok bir efsaneye bağlıdır. Ya bu oyun?
Bu oyunun inşaat temelleri efsaneler üzerine yükseldi. Amasra, Van, Hazar… Aileden ihaneti, sevda için ölümcül bedel ödemeyi, merhametsizliğin lanetini hatta, bu oyunda karşımıza çıkan efsaneler üzerinden yokluyoruz.
Frida Kahlo aslında yüreğinin resmini çizerdi, derler. Sen de bu oyunu yazarken yüreğinin resmini çizmiş olabilir misin?
“Sıyrık bir yalnızlık” olarak tanımladığım bu oyun kim bilir öyledir.
Bir oyun yazarı olarak bizden olanı, bizim sorunlarımızı sahneye taşıtmak gibi bir derdin, hedefin var mı?
Bunu bir misyon olarak üstelenmedim fakat yaşadığım coğrafyanın farkındayım. Düğünlerde vals yapmayıp, İngilizce yas tutmadığımıza göre “zorlama” alanlarına girmeyi gereksiz buluyorum. Dünyanın en güzel şehrine sahip, her tarafından medeniyet/tarih/doğa fışkıran ama gün geçtikçe hızla sıradanlaşan, kültürel anlamda erozyona uğrayan bu güzel topraklarda belki her zamankinden daha ve hızla kendimizden olanı öne çıkarmamız gerekli… Bin kere yapılan yabancı oyunları ısıtıp ısıtıp makyajlayıp sahneleyelim, bunu hiç aksatmadan yapalım kabul ama bu coğrafyanın da sesini kısmayalım…
In your face akımının etkisinden mi nedir, en galiz küfürlerle dolu tekstler sahneye taşınıyor. Bu konuda görüşün nedir?
Müziği kaybettik, sıra sahnede mi? Bin bir çeşit insan var. Kimi kendine küfür edilmesinden hoşlanır, kiminin ağzı küfür yuvasına dönmüştür. Tercih etmem, şık bulmam. Sahneye de izleyicinin kulağına da küfür yakıştırmam. Ha, benim oyunlarımda da argo var yer yer. Hatta benim oraya argo yazdığımı oyuncu sahnede küfür olarak söylüyor, ben yazmışım gibi… Dozunda, gerektiği kadar, o anın gerçekliği ölücünde kâfi… Yoksa elimizde kırbaç, şaklatalım sahne benim meydanım diye… Sahne estetiği ve saygı esastır.

Yazar olarak kendini hiç hayal kırıklığına uğrattığın oldu mu?
Kendi beğenmediğimi ortaya çıkarmam. Her oyunum muhteşem filan değildir, olamaz da. Ama bir oyunu sunduysam muhakkak bir yerlerine inandığım içindir. Bazen tıkandığım ya da çok sıradan ilerleyen metinler olunca marşı kapatıyorum. Elimde kaç tane oyun vardır devamını yazmadığım. Metinde ışık zayıfsa çok da uğramam açıkçası. O yüzden kendimi şu ana kadar hayal kırıklığına kendi elimle uğratmadım diyebilirim. Fakat başkaları elinden sağlam hayal kırıklıkları yaşadım, efsane şeyler… Fakat sorumuz bu değil…
Aklıma gelmişken sorayım, Yazar Mustafa Aslantaş ile ilk ne zaman tanıştın?
Bu soru için özellikle teşekkür ederim, hep bana sorulmasını istediğim “kendini yazar olarak ne zaman hissettin” sorusu olarak cevaplamak hissediyorum… Bundan 5-6 sene önce 7-8 oyunum varken, Devlet Tiyatrolarından 1-2 oyunuma red gelmişti. Ben de yine başka birkaç oyun vermek için çantama oyunları doldurup gitmiştim. Ulus merkez 3. katta ön cepheyi arka cepheye bağlayan koridorda sinirle sırtımda çantam hızla ve öfkeyle yürürken birden kendimi yazar olarak hissettim.. Adeta vücuduma enjekte edildi yazar olduğum. Hayretle bu durumumu anlamaya çalıştım… İlk o zaman yazar Mustafa Aslantaş ile tanıştım… Kim bilir koridora manyetik bir mikro~istasyon yerleştirip bizlere yazar teselli radyo dalgaları da veriyor olabilirler, bilemem, başkaları da denesin o koridorda turlamayı. Aynı etkiyi alan bana dm’den yazsın.
Bu işi neden yapıyorum dedin mi hiç?
Bazen şöyle cümleler ettiğim oluyor… “Verem olmak isteyen oyun yazarı olsun.” Hiç derdimiz yokmuş gibi bir de tırnaklanan yaralarımız için batikon sürüp duruyoruz. Bir açıdan bakarsan hakikaten haksızlık ve dert. Ama kimse bana oyun yaz demedi. Kendi özel zevkim, kendi bilinçli isteğim. Sonundaki alkışın ne kadar kıymetli olduğunu herkes gayet iyi biliyor, doğal olarak ben de biliyorum… Yol pürüzlü olsa da sonunda biçilen değer-paha biçilemez.
20 Nisan 2075 tarihinde, yani yüzüncü yaşında, bir oyun yazarı olarak nasıl hatırlanmak istersin?
Çok büyük laflar edebilirim. Ama yüreğimden geçen, açıkçası “bugün Arthur Miller nasıl hatırlanıyorsa, o zaman gelince Türk tiyatrosunun Arthur Miller’i olarak hatırlanmak” isterim.