1929 Büyük İktisadi Bunalım dönemi ardından edebiyatta, güzel sanatlarda ve
tiyatro ile sinemada adaletsizliği, haksızlığı, eşitsizliği ve sömürüyü
eleştirel dille yansıtan pek çok eser birbiri ardına sökün eder.
John Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanı bunalım yıllarının
Amerika’sının batısındaki bir öyküyü anlatırken, 1940’da filmi yapılıp
Oscar ödüllerini toplamıştı; tiyatroya uyarlandı, o günden beri hemen her yerde sahnelenir; Ankara Devlet Tiyatrosu da 1996’da temsil etti.
Charlie Chaplin~Şarlo’nun Modern Zamanlar filmini unutmayalım;
kapitalizmin Fordist verimlilik üretimi tezgâhlarında makinelerin dişlileri arasında ezilip yok edilen işçi sınıfını Hollywood sinemasında güçlü bir sesle anlatan cesur bir eserdir.
Gerçi bunalım yıllarından 2 sene öncesiydi ama suçsuz yere Massachutsets eyaletinde idam edilen Amerikan işçi sınıfı tarihine adları yazılmış iki İtalyan işçi, Sacco ve Vanzetti’nin acıklı hikâyesi bunalım yıllarında Ben Shann adındaki toplumsal gerçekçiliğin usta ressamının fırçasından 1932’de tabloya âdeta çığlık gibi yansıdı.
Bunları sıralasak sonu gelmez katarlar gibi git git bitmez.
Aralarında bir tanesi var ki, 1932’de yapılmış siyah beyaz bir filmdir, seyretmeden hiç olmaz.
Zincirli bir haykırışın hikâyesi, 1892 New York doğumlu Robert Elliot Burns’ın otobiyografik anlatısına dayanır. I.Dünya Savaşını ABD ordusunda er olarak Avrupa cephesinde tamamlamış Burns’ın terhisten sonra yüzü gülmez ve onu bekleyen talihsiz yıllarına kaderin kötü bir tesadüfüyle adım atarak başlar.
Annesi ve abisiyle yaşadığı evine dönmüş ama büyük umutlarla kendisine yeni iş alanları aramak için güneydeki ırkçı, aşırı sağcı Georgia eyaletine gitmiştir.
İşsiz geçen günleri sırasında rastlantının kötücül yanı onu bir gece yakalar ve istemsizce arada kaldığı bir soygun nedeniyle tutuklanır. Kısa bir yargılamadan sonra Georgia’daki çalışma kampına on yıllık cezasını çekmek üzere gönderilir; prangasıyla.
Burası prangalı mahkûmların çalışma kampıdır.
Fransa’nın Latin Amerika’da bulunan Guyan sömürgesindeki hapishaneye, sonra da ıssız bir adaya dünyadan koparılmış bir yalnızlıkla terk edilen KELEBEK adlı mahkûmun hikâyesini, biz 1970’lerde okuyacak, sonra iki kez farklı zamanlarda çekilmiş filmini de izleyeceğiz; La Papillon’un… Fransız mahkûm ve ardından kaçak olup yıllarca orada burada saklanan Henri Cherrier’in affa uğradığı zaman yayınlanan ünlü Kelebek romanında anlattığı acımasız koşulların benzerini Burns’un Georgia eyaletindeki prangalı çalışma kampında buluruz.
Burns, tıpkı Henri Cherrier gibi kaçar, zahmetli, zor ve zalim ve de soluk soluğa geçen günleri ardından Chicago’ya gelir, sabırla kendisine iyi bir hayat kurar, girdiği iş yerinde yavaş yavaş kendini gösterip yükselmeye başlar; sahte bir kimlikle, sahte bir hayatla…
Pansiyoner olarak kaldığı evin sahibesiyle yakınlık kuracaktır fakat kadın sonradan onun geçmişini öğrenecek, tehdit ve şantajla onu evlenmeye zorlayacaktır. Her an ele verilmek tehdidiyle yaşanan bir başka köleliğin içine düşen Burns bu cendereden de çıkmaya kararlıdır.
Karısı nihayet gerçek kimliğini ele verir, tekrar tutuklanır. Eyaletler arasındaki mahkûm ve tutuklu değişimine ait federal yasalar nedeniyle kaçtığı kampa hemen iade edilmez, şartlı ve anlaşmalı bir mahkeme kararıyla pranga kampına, güya kısa bir süre kalıp çıkmak kaydıyla geri döner; gidiş o gidiş, tüm cezasını tekrar yatacaktır.
Kandırılmış, aldatılmıştır, ona verilen mahkemedeki sözler tutulmamıştır. Tekrar kaçmak onun içini yakan bir ateş olarak yüreğine düşer. Kaçar; zannedilmesin ki bu kolay olur, bir gerilim altında onun ikinci kaçışını izleriz ve kahramanımız yine yollarda, sonsuz kaçışın mahkûmiyetine karışır.
İkinci kaçışından sonrası Büyük Bunalım zamanlarıdır. ABD’nin çeşitli eyaletlerinde kâh orada kâh burada yaşamaya, karın tokluğuna geçinmeye devam edecektir. En sıra dışı işlerde çalışırken bir yandan başından geçenleri yazar, kitap olur, 1930’da basılır, iki sene sonra da sinemaya uyarlanır. İşte bizim izlediğimiz “I am a fugitive from the Chain Gang!”, filmi bu romandan alınmadır.
Prangalı mahkûmluğun kaçağıyım anlamındaydı, filmin başlığı…
Pek çok ödüllü filmi yönetmiş Hollywood’un üretken sinemacısı Mervyn LeRoy’un filmi sinemalarda 1932’de izlendi. 93 dakikalık film 280 bin dolarlık bütçeyle yapılmıştı, o yıl 1 milyon 599 bin dolar hasılat yaptı; kapalı gişe izleniyordu.
Yirmiden fazla filmde rol almış bulunan, Macar asıllı Amerikalı sinema oyuncusu Paul Muni, Burns’un haksızlığa uğradığı prangalı günlerini olağanüstü canlandırmasıyla sinemada bize yansıtır.
Oscar’ın En İyi Oyuncu ödülünü alan Muni, filmde gerçek Burns’u canlandırıp her köşe başında yakalanmak korkusuyla kaçarken nihayet boşandığı gudubet suratlı karısından sonra tanışmış bulunduğu ve kısa süre flört ettiği sevgilisini görmeye gider.
Bir otoparkın loş ışıklarında birden ve kadını korkutacak gibi ortaya çıkar, kısa bir sarılmanın ardından tekrar kaçmaya devam edeceğinden ayrılacağı sıra sevgilisi onun neyle geçindiğini, nasıl yaşadığını soracaktır.
Prangadan kaçmış mahkûmun son sözü işte o son karede, filmin 93. dakikasında duyulur, tokat gibi çarpar insana ve sahne gölgelenir, kaçağımızın üzerine karanlık iner:
“I steal!” Ben, çalıyorum…
Film ve ardından bu filme tematik konu olan roman Georgia eyaletinde yasaklandı. Fakat ABD’nin özellikle ilerici, demokrat ve liberal eyaletlerinde gündeme oturur. Amerikan kamuoyunda bir tür yeni “Tom Amcanın Kulübesi” romanı gibi etki yaratmıştır. O tarihten sonra zincirli, prangalı mahkûmiyet projeleri gözden geçirilmiş, hukuksal kimi düzenlemeler eyaletler düzeyinde yapılmış, yapılmamışsa da yapılıyor gibi yapılmıştır.
Harriet Beecher Stowe’un, 1852’de yayınlandığından beri Amerikan toplumunda ırk ayrımcılığı, sosyal adaletsizlik, “Amerikan Rüyasına rağmen” acımasız vahşi kapitalizmin insanları ezip yok ettiği haksızlık dünyasının romanı sayılan bu kitap şimdi tahtını Burns’ın hikâyesine, filmine bırakmaktadır; bırakmadıysa da ona eşlik eder.
Zaten Amerika’da bu hikâyelerin ardı arkası kesilmez. Amerikan televizyonlarında ve tabii olarak dünya ekranlarında, bu arada TRT’de 120 bölüm dizi haliyle 1970 yıllarında soluk soluğa izlediğimiz Dr. Richard Kimbıll’ın Kaçak başlıklı film serisi bu hikâyeler kanonunda bir kilometre taşıdır. Bu diziye ait hikâyeyi, 1993’de, Indiana Jones karakteriyle sinemadan çok iyi bildiğimiz aktör Harrison Ford beyazperdeye taşıyacaktır.
Prangalı kaçak filmimiz üzerine yazılanlar ise dosyalara sığmaz: Örneğin Variety dergisi, filmi “realizmi ile sarsıcı” olarak nitelendirirken, Empire Magazine “kurumsal zorbalığın cesur bir portresi” olarak tanımlar, film eleştiri dergisi Rotten Tomatoes‘da filmin tüm sinema eleştirileri arasında yüzde 96’lık bir yer aldığını, izleyicilerden de yüzde 91’lik bir beğeni oranı elde ettiğini yazar.
Sinematografik anlamıyla film, seyredildikten sonra uzun süre hafızayı işgal eden bir görsel anlatım gücüne sahiptir. Gölgeler, sıkışmış kadrajlar, demir parmaklıklar ve zincir motifleri, en berbatından beslenme rejimi, insandan koparılmış insanî hakların tamamı, “iti bağlasanız durmaz” denilen türde yaşam(sızlık) alanları filmdeki prangalı mahkûmların hem fiziksel hem de ruhsal tutsaklığını hissettirir.
Artık dünyada kimseleri yoktur, orada unutulmuşlardır, bir pranganın esiridirler. Filmde ‘kaçış’ bir kurtuluş değil, sonsuz bir yalnızlık ve yabancılaşma anlamına gelir. “Kitle ve İktidar” eserinde Elias Canetti’nin “İnsan kaçmak ister, kaçamayan melankoliye yakalanır” deyişini anımsamanın da bir yararı olmaz burada, kaçtığı yerde yine düzenin ezilmiş bireyi olarak hırsızlık yapmaktan, belki daha büyük bir suça itilmekten başka çaresi kalmaz.
Amerikan tiyatro yazarı Tennessee Williams’ın oyunlarında sistemin ezdiği bireyle bir kez daha karşılaşırız.
Hollywood’un yakışıklı oyuncusu George Clooney’in başrolünde olduğu “Neredesin be birader! “ başlığıyla afişi yapılmış 2001 yapımı epik bir hikâye olan “O Brother, Where Art Thou?” filmi de Mississipi’deki bir başka prangalı kamptan 1930’larda kaçan mahkûmların grotesk hikâyesini bize ulaştırmıştı.

Bunların hangisini sıralayacağımızı bilemezken, Victor Hugo’nun Sefiller romanında haksız yere suçlanıp kürek -bir başka pranga biçimi- mahkûmiyetine gönderilen Jean Valjean’ın başına gelenler bundan daha az değildir.
Kafka’nın tamamlayamadı, ölümünden sonra 1925’de yakın arkadaşı Max Brod’un özgün yapıya uygun olarak son sayfalarını yazıp bize teslim ettiği DAVA romanında, ki filmi de çekilmişti, Joseph K.’nın karşılaştığı tuhaf ve fantaziden öte distopik bir korkunun hikâyesi, bütün bunların üstüne tüy diker.
Zorbalığın ve adaletsizliğin bu yeryüzünde evvel eski olduğunu vurgulayan kutsal anlatılara da kulak vermeli: Joseph-Yusuf’un kutsal kitap Tevrat’ın Yaratılış-Genesis bölümünde geçen hikâyesinde bir kıskançlık ve iftira ile köle olan peygamberin sabrını ve direnişini okumuştuk. Peygamber Eyüp’ün suçsuz yere itham edilmesi, töhmet altında kalışı ve Yahudi toplumundan aforoz- herem edilişi ve tekrar itibarını elde etmesi, yine Tevrat’ın anlatıları arasında yer alır; bunların hepsini İncil’de buluruz. Marangozların piri sayılan İsa peygamberin kendi elcağızıyla yaptığı çarmıhına çakılan çivilerde patlayan çekicin sesi yüzyıllardır çınlıyor.
Ama yine de kolundan tutulduğu gibi dünyaya fırlatılmış olmaklığın şaşkınlığını hâlâ yaşayan homo sapiens denilen şu tuhaf canlı, zulüm ve haksızlığı hem kendi yaratıyor hem de acısını çekiyor.
Bunların şeceresini, sicilini, tarihini tutmaya zaman yetmez!
Masumiyetin suçla karartılmasının tarihini yazmaya hiçbir tarihçi de zaten cesareti edemez.