Sahne aydınlandığında; Bir piyano, yazı masası, koltuk ve bavulu fark ediyoruz.
Piyanist piyanosunun başında, kadın oyuncu yanında, seyirciye dönük bir biçimde piyanoya dayanmış. Hakan Altıner yazı masasında. Elinde bir fotoğraf.
Piyanist ilk şarkıya başlar: “My Way“
Hakan – Bizim mesleğimiz, tek adıyla ‘ Tiyatroculuk’. Çok söylenen benim de yüzde yüz katıldığım bir saptama var: ‘Seyirciler bizim meslektaşlarımızdır aslında’. Çok doğru, çünkü seyirci olmadan, tiyatro yapılamaz ya da eski ustalarımızın tabiriyle ‘Marifet iltifata tabidir’.
Ben, bugün, kendim kadar tanıdığım bir tiyatrocunun, Hakan Altıner’in ‘Tiyatrocu ömrü’nü anlatacağım size, kimi hüzünlü, kimi neşeli anılarla dolu. And more, much more than this / O did it my way.”
“Bu Işıltılı HAYALi Ben Seçtim”, Hakan Altıner’in tanımıyla “Bir müzikli, anı oyun.”… şimdi düşünüyorum da sanılanın aksine, hiçbir koşulda yanıltmayan hatıraları, nicedir tedavülden kalkmış vefa kavramını, saygı duygusunu, kabuklaşmış eskilerin üstünden sıyırarak sahneye taşıyor Hakan Altıner. Kendi seçtiği, hayata füsun serpen o ışıltılı hayali anlatıyor izleyiciye. Tıpkı bana anlattığı gibi.
Evet, bana anlattığı gibi. Hakan Altıner ile “Hayal Bilgisi” adlı nehir söyleşi kitabını hazırlarken kulislerde, Kenter Tiyatrosu’nun sahnesinde, bazen eski program dergileri, replikler, notalar, oyun afişleri arasında, mesela “Alaybeyli”, “Ah Berelim”, “Bir Tokat” şarkılarında tüm o zamanları yeniden yaşamıştık.
“Bu Işıltılı HAYALi Ben Seçtim” projesini yazmamı önerdiğinde, ilk tepkim:
“Hakan Bey, nasıl olur, benim üstesinden gelebileceğim bir şey, ‘değil bu” olmuştu.
“Yaparsın,” dedi. O halde tek şartım vardı, beraber çalışmak. Kabul etti. Nane şekeri yedikten sonra, üstüne bir bardak su içimiş gibi ferahladım o an. Rüzgâra karşı uçmaya hazırdım. (Yoksa cahil cesareti mi? )
Anlatmaya başladı. Her detayı, adeta bir patchwork dikercesine anlamlı, uyumlu bir bütünde birleştirmem gerekiyordu. Ya başaramazsam? Şarkılara, yaşanmışlıkları eşlik edemez, tekinsiz patikalara saparsam?
Şimdi, şu an, hemen, daha ertesi gün bile olmadan başladım yazmaya.
Hatırlıyorum, serin ve yağmurlu bir hava vardı dışarıda.
14 Eylül 1952 Pazar gecesi Cumhuriyet gazetesinin idarehanesinde bulduk kendimizi önce. Sonra nasıl oldu bilmem, bir gün, bir zamanda Yıldız Kenter karıştı hayatlarımıza. Merzifon turnesine çıktık beraberce. Sonrasında İzmir, Ankara dolaştık durduk, anlayacağınız… Haldun Dormen, Nedret Güvenç, Müşfik Kenter, Suna Pekuysal, Gencay Gürün, Dilek Türker, Nükhet Duru, Bedrettin Dalan, Perran Kutman, Arsen ve Can Gürzap ile dolu anıların, yaşanmışlıkların istilasına uğradık. Üç duvarlı dünyanın, dördüncü duvarına çevirdik bakışlarımızı. Sahneden inmem gerekiyordu artık… Hayat nasılsa kendi makamında akmaya devam edecekti.
Birden gölgeler arasında çocuk ve genç Hakan Altıner’i (Halis Murat Canaz) ve ona eşlik eden oyuncu, yönetmen, yazar, öğretmen, tiyatro sahibi Hakan Altıner’i ayrımsadım. Gonca Birol Bahar notadan notaya geçerken Yıldız Kenter, Suna Pekuysal, Nükhet Duru’ya dönüşüyordu. Semih Erdoğan‘ın piyanosundan yükselen o tanıdık melodiler…
Bir prova arasında Gonca Birol Bahar ve Halis Murat Canaz ve yönetmen yardımcısı Başak İlhan ile oyunu konuştuk.

Bu projeye nasıl dahil oldunuz?
Gonca Birol Bahar: Hakan Altıner, beni bir gün telefonla aradı. Sesi her zamanki gibi net, kararlı ve içtendi. Yeni bir proje için buluşmak istediğini söyledi. Buluştuk. Projeyi dinlerken içimde bir şeyler kıpırdadı. Anlattığı kendi hikâyesiydi ve içindeki her detay, her karakter çizgisi beni kendine çekti. Hiç düşünmeden ‘Evet ‘ dedim. Çünkü onunla çalışmak, nasıl desem, başlı başına bir güven duygusudur. Mutluluktur.
Halis Murat Canaz: Proje bana teklif edildiğinde ‘ Ölü Ozanlar Derneği’nin kulisindeydik. Hakan Hoca beni yanına çağırdı. ‘Gençliğime benziyorsun. Bu projede yer alır mısın,’ diye sordu. O anda birden fazla duyguyu bir arada yaşadım. Heyecan, gurur ve onur. Bu oyunda yer aldığım için çok şanslıyım.
Başak İlhan: Aslında bu oyunun doğumuna, sesine, soluğuna kavuşmasına tanık olmakla başladı hikâye. Eski defterler açıldı önce. Bunlar gerçekten eski defterlerdi üstelik. Hakan Altıner’in yaşam defterleri. O defterlerde adlarını hiç duymadığım tiyatrocular, operacılar, devlet adamları daha da kimler kimler vardı, bilseniz. Bazıları isimlerini duyduğum ama sadece sinemadan, tiyatrodan ve kitaplardan tanıdığım, gördüğüm insanlardan ibaretti. Kaç kişi Muhsin Ertuğrul’u, Yıldız Kenter’i, Haldun Dormen’i sonra çocukluğunda hayranlıkla izlediği Levent Kırca’yı ilk ağızdan anılarla dinleyebilirdi ki… Muazzam heyecanlı bir süreç yaşadık. Devlet Tiyatroları’nda duvarlara asılı Muhsin Ertuğrul imzalı belgeleri elimde tutabilmiştim örneğin ve bunlara benzer daha nicesini. Afişler, fotoğraflar, anekdotlar, yaşanmışlıklar üzerimize yağmur gibi yağıyordu ama ıslanmıyorduk. Nasıl desem, adeta yağmurun toprakta bıraktığı o kokuyla mest oluyorduk. Benim için ‘Bu Işıltılı Hayali Ben Seçtim‘ süreci, Tiyatro Kedi’nin kapısında Pınar Çekirge’yi görünce başladı. Hayatımda gördüğüm en dakik insan. Buluşma saati yaklaşınca Hakan Hoca ‘Saat 13.57 Pınar şimdi kapıdan girecek’ der ve her defasında da öyle olur. Birlikte nehir söyleşi kapsamında bir kitaba başlamıştınız, bense sizi dinleyerek bu projeye çoktan dahil olmuştum bile. Kitap nihayete erdiğinde, bu kitap artık ‘müzikli anı – oyun’ olmaya doğru yolculuğa çıkmaya hazırdı. Şimdi hep birlikte, yine bir kitabın sayfalarından çıkan satırların perdeye adım atışına tanık oluyoruz.
Hem yönetmen, hem aktör Hakan Altıner ile çalışmak nasıl bir duygu?

H.M.C: Hakan Altıner ile sadece tiyatroya dair değil hayata ve insanlığa dair çok şey öğreniyorum. En ufak bir bakışından bile büyük tecrübeler kazandığım bir usta. Onunla çalışmak tek kelimeyle bir ayrıcalık.
G.B.B: Hakan Altıner’le çalışmak, bir ustanın gölgesinde değil, ışığında yürümek, demek. Çünkü sadece yönetmiyor, öğretiyor; sadece yön vermiyor, ilham oluyor. Birlikte aynı sanata gönül vermek ve en önemlisi onun hikâyesini anlatmak çok değerli. O sahnedeyse, siz de kendinizi daha sahici hissediyorsunuz. Benim için bir onur. Bambaşka bir deneyim.
B.İ: Özellikle reji esnasında oyuncu ile muhakkak konuşup, özgür bırakması ve dinlemesi, ortak karar konusunda adalet terazisinin hiç şaşmaması, diyorum. Provalarda hiç kimsenin moral bozukluğu yaşadığına şahit olmadım. Eğer öyle bir şey olmuşsa da, ertesi gün mutlaka konuşularak çözüleceğini zaten herkes bilir. Aktör Hakan Altıner için ise benim diyebileceğim bir söz yok… bu konuda bir şey demek haddim değil çünkü. Ancak Hakan Altıner için şunları söyleyebilirim: Mesela heyecanı, o hiç bitmiyor. Sabah 10.00’da hep birlikte provaya başlar ve akşam 20.30’daki oyuna dek bizden daha dirençli, daha dinamiktir. Oyun biter, perde kapanır. Sonraki sabah, hepinizden önce saat yine tam 10.00’da Şişli’deki müze/ofiste veya prova için sahnede olacaktır. Bir de tabi, bu süreçlere şehir dışı turneleri de eklenir. Sabah yoldan gelindiyse, en geç öğlen elinde kahve fincanı çoktan masa başına geçmiştir bile.
Eylül 1952’den bugüne bir dönemin ve bir hayatın tanığı, suç ortağı olmak sizlere ne düşündürdü?
H.M.C: Zaman zaman şaşkınlığımı gizleyemedim. Zaman zaman tüylerim ürperdi. Bir tarihe tanıklık etmenin bugünü anlamamızda ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
G.B.: Bu, yalnızca sahnede olmak değil. Bir hayatın, bir hatıranın, bir dönemin taşıyıcısı olmak demek. Her replikte sadece bir karakteri değil, zamanın içinden süzülüp gelen bir gerçeği anlatıyoruz. Çünkü o hikâyeler, aslında bizim hikâyelerimiz.

B.İ.: Evet, suç ortağı olmak…anılar sahneye akarken, tiyatro anıları dışında o kadar keyifli hikayeler dinliyoruz ki; bunlara askerlik anılarından tutun, avukatlık anıları, gençlik sevdaları, toplu taşıma anıları bile dahil. Biletsiz girişi olan bir müzedeyiz sanki. Karşımıza ne çıkacağı sürpriz. Görsellere aşina ama hikayelere yabancıyız. Ve ansızın o hikâyelerin kovalayıcısı oluveriyoruz.
Murat, Hakan Bey’in çocukluk, ilk gençlik ve gençlik yıllarını yorumlarken, en çok neye özen gösterdin?
H.M.C.: Ustanın o yıllarda yaşadığı olayları ve aktardığı anıları dikkatlice dinledim. Ayrıntılar bana rehber oldu. Bunları düşünerek, araştırarak, aklıma gelen hemen her şeyi sorarak, parçaları birleştirmeye çalıştım.
Gonca, sahnede canlı müzik eşliğinde 24 eser seslendirmek üstelik Yıldız Kenter, Suna Pekuysal, Nükhet Duru, Gencay Gürün gibi önemli şahsiyetleri yorumlamak nasıl bir duygu?
G.B.B.: Onlar, sadece isim değil; hafızamızda, ruhumuzda iz bırakmış dev yürekler. Yıldız Kenter’in zarafeti, Suna Pekuysal’ın kahkahasında gizli güç, Gencay Gürün’ün zarif ciddiyeti, Nükhet Duru’nun sahnedeki ışıltısı… Her birini yorumlamak, bir karakter çalışmasından çok daha fazlası aslında. Piyano eşliğinde yirmi dört eseri seslendirmek ise, nefes almak gibi. Her notada başka bir duygu, her geçişte başka bir anı, Ve bu, tarif edilemez bir gurur, bambaşka bir sorumluluk. Sanatla onların izini taşımak, kalbime kazınan en büyük ödül.
Provaya dönmek zorundaydık. Sessizce salona geçtik.
Çok uzaklardan, çok eskilerden çıkıp gelen, birtakım donmuş ‘an’lar arasında hissettim kendimi.
Selim İleri’nin sesini duyar gibi oldum : “Yalnız sanatın var edebileceği mucizeyle zaman yeniden kurgulanıyor...”
İşte o kurgunun bir yerindeydim. Neden bilmem, bir damla gözyaşı, gözpınarlarımdan taşıp dudağımın kenarına doğru süzüldü.
Sahnede esen duyarlık rüzgarına bıraktım kendimi. “Bu Işıltılı HAYALi Ben Seçtim” diyen Hakan Altıner’in tanığı ve suç ortağı olmaya, repliklerle, şarkılarla o hayali örmeye, hatta yaşamaya hazırdım.
Hakan Altıner – Çok sevdiğim bir tanımlama var: Tiyatro, oyuncunun evi; sinema misafirliği; televizyon ise vardiyasıdır.
Ben, bu gece, bizim “ev”de geçenleri anlattım, istedim ki, aramızda olanları da olmayanları sevgiyle analım.
Muhsin Hoca’nın 1927 yılından bu yana, Şehir Tiyatrosu’nun sezon açılışında, hiç aksatmadığı bir geleneği var, bugün de hâlâ sürüyor. Bir tepsinin üzerine konmuş mumlar yakılıyor ve kulisteki orta masanın üstüne konuyor. Hoca’nın anlatımıyla devam edelim:
Genç Hakan – ‘ Bu salonun duvarları göçmüş sanatçıların resimleri ile, ölüm döşeğinde alınmış son acıları, son gülücükleri, son duygularını yansıtan maskeleriyle süslüydü. Bu küçük tören, sanki onların gözü önünde, perdenin yeni bir döneme açıldığını canlandırsın diyeydi. Mumlar, bu resimler, bu maskeler önünde eriye eriye, birbirlerini erite erite yıkılıp sönerlerdi.
Bunun temelinde hiçbir metafizik düşünce, hiçbir mistik eğilim yoktur. Bu, memleketimizde tiyatro sanatının doğması, gelişmesi, kökleşmesi için canlarını veren, bizden önce nice adsızlar olduğunu genç sanatçı kuşağına anımsatmak için başlatılmış bir eylemdir. Hayal gücü olanlar o mumlarda tanıdıkları, tanımadıkları sanatçıları bulurlar, onların nasıl eridiklerini görürler. Yanan ve eriyen mumlar genç, ihtiyar tiyatro savaşçılarının birer simgesidir.
Bu eriyen mumlarda kimler yoktur? ‘
Hakan – Biz de, her geçen gün sayıları çoğalan, sonsuzluğa gözyaşlarımızla uğurladığımız, o eşsiz tiyatrocuları, mumların alevinde alkışlayalım mı ?
Ne diyor, Haldun Taner’in usta kaleminden çıkmış, en güzel oyunlarından, ‘Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın finalinde, Tomas Fasulyeciyan:
‘Zaten aktör dediğin nedir ki?
Oynarken varızdır. Yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır.
Bir zaman sonra da unutulur gider.
Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanorsunuz.
Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar.
Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır.
Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir.
Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır.
İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz, fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır.
Perde !



