Siyaset bilimci ve siyasi düşünceler tarihçisi Hasan Aksakal ile son kitabı Türk Muhafazakârlığı; Terennüm, Tereddüt, Tahakküm hakkında konuştuk.
Hasan Bey, kitabınız ve yarattığı etki hakkında konuşmaya başlamadan önce, bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
1983 doğumluyum. Hayatımın büyük çoğunluğu İstanbul’da geçti. Lisans, yüksek lisans, doktora eğitimim önce uluslararası ilişkiler, ardından da siyaset bilimi alanlarında oldu. Kısa süre Witwatersrand Üniversitesi, sonra Uludağ Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, ki doktoram oradaki Siyasal Bilgiler’den, doktoradayken misafir araştırmacı olarak Boğaziçi Üniversitesi, Mainz’daki Avrupa Tarihi Enstitüsü ve nihayet son olarak da Amerika Birleşik Devletleri’nde, North Carolina Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmacı (post-doc fellow) olarak tarih bölümünde bulundum.
Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Biliminden sonra neden Tarih bölümü?
Ben spor bursuyla Birleşik Devletler’e gitme hazırlıkları yapıyorken 11 Eylül Saldırısı gerçekleşti. Ve o olayla birlikte dünyada hayat durdu adeta. Ben de günlerimi, haftalarımı gelişmeleri izleyerek geçirdim. Amerikan siyasetinde yükselen Evanjelizm meselesinden Afganistan’ın Tora Bora Dağlarındaki teröristlere kadar ne çok şeyle uğraştım, anlatamam. Derken uluslararası ilişkiler okumaya başladım. Ancak lisans eğitimimin sonrasında ilgi alanımı daha ziyade siyasi tarihe, siyasi tarihten felsefe tarihine, felsefe tarihinden, siyaset-edebiyat ilişkisine doğru yönelttim ve fark ettim ki, ben esasen bir bütün olarak entelektüel tarihle ilgileniyorum. Şiirden romana edebiyatla ilgilenmek bir tutku olduğu kadar, ortaçağdan modern dünya tarihine dek birçok bilindik kitaba editör olarak el vermişliğim de oldu zaman içinde. Hiç şüphesiz, buralardan biriktirdiklerim sayesinde doktora tezimi Türk politik kültüründe romantizm üzerine yazdım. Romantizm, edebi bir hareketten felsefi bir tavra, felsefeden de politik ideolojilere doğru akıp genişleyen bir kavram. “Entelektüel tarih” çerçevesi –eski tabirle “fikir tarihi”- içine alındığında, bütün bunları kucaklamak bana mümkün görünüyor.
Son kitabınız Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm’de bir önceki kitabınız Türk Politik Kültüründe Romantizm’in birikiminin etkisi oldu mu?
Türk Muhafazakârlığı kitabımın giriş kısmında bu duruma da açıklık getirmeyi özellikle istedim. Çünkü İletişim Yayınlarından 2015 sonunda çıkan Türk Politik Kültüründe Romantizm’e dahil edemediğim bir sürü şey vardı ve bence bunlar önemliydi. Muhafazakârlığa dair pek çok ilginç husus zaman içinde unutulmuş, unutturulmuş gibiydi. Hatırlamaya çokça ihtiyaç duyan bir toplumuz ve bu karmaşa içinde bütün izler birbirine kolayca karışabiliyorken, muhafazakârlık deyip herkesi, her şeyi aynı sandığa doldurma alışkanlığına bir parça itiraz etmeyi borç bildim. Dolayısıyla muhafazakârlığı biraz yapı-sökümüne uğratmak ve duyageldiğimiz anlatının içeriğini sorgulamak istedim.
Peki, Türk Muhafazakârlığı bir fikirden bir kitaba nasıl dönüştü ve ortaya çıktı?
Bu çalışma 2016 yılında yazdığım bir dizi makaleden ortaya çıktı diyebilirim. Malûm, 2016 Türkiye için çok sert bir yıl oldu. Ben o yıl boyunca Birleşik Devletler’deydim. Bir yandan ormanın dışından bakıp, bir yandan da ormanın içinden görebilecek kadar memleketteki gelişmelerle ilgileniyordum. Ülkede şiddetlenen terör olayları, tecavüz haberleri, patlayan bombalar, komşularla adı konmamış bir savaş ve elbette siyasal cinnet!
Hepsine maruz kalıyor olmanın elbette kaleme alınan her cümlenin içine içine işleyen, ona sinen bir etkisi var. Yani “zamanın ruhu” çok net bir biçimde bu çalışmaya sirayet etti. Bir de benim muhafazakâr akademide –iş görüşmelerinde falan– tecrübe ettiklerim var elbet. Haliyle, “yazarın ruhu” da ziyadesiyle sindi metne. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak bu kitap aynı zamanda elbette bir eleştiri, bir polemik metni de… Tabii, bir yazar olarak benim mütevazı standartlarımda çokça insanın ilgi ve teveccüh gösterdiği de bir kitap oldu. Kimi kapağını beğenip aldı, kimi ismini şairane buldu; kimi belki daha önceki kitaplarımı okumuştu, fakat kitabı okuyan bu iki-üç bin kişinin ekseriyeti için muhtemelen bilinmedik biriydim. Onlar da memleket şartlarında herkesin sustuğu bir mevzuda kalem oynattığım için çalışmamı şaşırtıcı, cesur, tahrik edici ve ezber bozucu falan buldu ve sosyal medyanın gücünü bizzat görüp öğrenmiş oldum.
Ben de şimdi söylediğiniz bir noktayı sormak istiyordum. Türk muhafazakârlığı gibi son dönemde çokça konuşulan ve siyasi hayata da birinci derecede etki eden bir konuyu kitaplaştırmanızın ana nedeni ne oldu?
En geriye gidip cevaplayacak olursam; çok erken yaşlarımdan itibaren Türk edebiyatına dair bu kitapta konu edindiğim isimleri biliyordum. Hepsi kanonik eserler vermiş. Yani modern Türk edebiyatına ilişkin görmezden gelemeyeceğimiz büyük şahsiyetler bunlar. Namık Kemal ve İbrahim Şinasi’den başlayıp Yahya Kemal Beyatlı’ya, Peyami Safa’ya, Necip Fazıl Kısakürek’e dek bahsettiğim bu öncü figürler arasında dolaşmak beni her zaman cezbetti. Ben de kimi zaman yanlarında, kimi zamanda karşılarında bir tutumla okudum onları. Türk edebiyatına, Türk modernleşmesine, Türk siyasi-kültürel polemiklerine dair dönüp dönüp onlara bakıyorum hâlâ… Roman ve şiirdeki dönüşüm, ama bir onlar kadar da dergicilik, modern Türkiye tarihini anlamak adına akademik çalışmalardan çok daha zengin bir okuma sunar insana. Ben de Nutuk veya Celal Bayar’ın hatıralarından çok evvel bu isimlerin eserlerini okudum. Bir yerden sonra da, onların ve onlar üzerine yazılmış analitik metinlerin omuzlarında yükselip bir daha dönüp baktım memleket ahvaline.
Yani eleştirel bir okuma mı yaptınız?
Eleştirelliğim zaman içinde gelişti. Bir metni ilk defa –diyelim ki lisedeyken- okuduğumuzda gözden çokça şeyi kaçırabiliyoruz. Biraz daha profesyonel bir gözle bakmaya başladığımızdaysa daha eleştirel, daha sorgulayıcı bakış açısıyla birtakım yeni şeyleri keşfediyoruz. Ben de zamanla Türkiye’deki muhafazakâr anlatının zannettiğimizden daha farklı hikâyelerle dolu olduğunu akademik anlamda olgunlaştıkça görmeye başladım. Tabii, içinde yaşadığımız dönemin tarih ve kültür yıkımı da –siyaset ehli bu yıkımı bir yapım gibi takdim ediyor ama büyük bir yıkım yaşadığımız muhakkak- beni daha eleştirel kıldı.
Türk muhafazakârlığı gibi bir konu aynı zamanda çok büyük de bir kaynakla karşı karşıya gelmek demek. Siz yazım sürecinizde ne kadar materyale baktınız? Kaç kitap okudunuz? Sayısını söyleyebilir miyiz? Bir de kırılma noktalarınız oldu mu? Varsa nelerdir?
İlk kısımla başlayayım. Benim şahsi kütüphanemde sadece 81 tane Necip Fazıl kitabı var.
Hepsini bitirdiniz mi?
Elbette! Tabii bunları böyle bir kitap yazacağım diye en baştan okumadım. Muhtemelen 13-14 yaşlarındaydım ilk Necip Fazıl okuduğumda.
Hangi eseriydi?
Çile. Daha sonrada Aynadaki Yalan’ı okudum ve ardından da diğer metinleri geldi. Ama bilhassa doktora dönemindeyken, Türkiye’de romantizmin izini sürerken Necip Fazıl’da ne bulabilirim diye hususen baktım.
Hayranlıkla mı okumaya başladınız Necip Fazıl’ı?
Açıkçası tesadüfler dolayısıyla. Çünkü ben dünyaya gözümü Eyüp’te açtım. Eyüp’te İslamcı değil ama muhafazakâr bir mahallede sosyalleştim. Ortaokulda bazı arkadaşlarım İmam-Hatip’e gitmeye başladıklarında koltuklarının altında Necip Fazıl görmeye başladım. Henüz ortaokuldayken bizim müfredatımızda Necip Fazıl yoktu. Lise ve düzeyi kitaplarda onun şiir ve piyeslerine yer verilirdi. Bir ortaokul öğrencisi olarak küçük bir bütçeyle o dönem Beyazıt’ta haftanın birkaç günü kurulan ikinci el kitap pazarına giderdim ve o ikinci el kitaplar bana tesadüfen hangi kapıları açarsa o dünyalara girerdim. Bunun içinde Ahmet Hamdi Tanpınar da vardı, Balzac da vardı, Charles Dickens da vardı, hatta Erich von Daniken de vardı. Hepsi iyi ki de vardı!
Benim tek sermayem harçlığımdı. Harçlığımın yetmediği noktalarda imam olan karşı komşumuz Hasan Amca’nın kütüphanesine başvururdum. Bir Diyanet personelinin kitaplığında da Necip Fazıl, Nihal Atsız, Yılmaz Öztuna gibi herkesçe bilindik yazarlar ve Şule Yüksel’in Huzur Sokağı ya da Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ı gibi sadece bir kesim için iyi bilinen sembolik önemdeki kitaplar bir aradaydı. Bunlar da, bile bilmeye okuduğum için, benim tüm fikri gelişmeme, özellikle de Türk muhafazakârlığına, hatta genel olarak Türk sağına dair tüm araştırmalarıma temel oluşturdular.
Kitabınızda Türk modernleşmesi ve Türk muhafazakârlığının bağıntılarına çok iyi değinmişsiniz. Türk modernleşmesi için gerçekten elitist ya da dayatmacı diyebilir miyiz? Ya da yaşadığımız şu son iki yüz yılı nasıl nitelemek mümkün?
Türk modernleşmesi seçici ve muhafazakâr bir modernleşme. Yani muhafazakârlık, modernleşme sürecinin karşısında değil, ona kimliğini verecek kadar meselenin orta yerinde. Türk modernleşmesine yön verenler neredeyse hep ikircikli. Örneğin Tanzimat Fermanı ilerleyelim derken bile geriye dönmeye atıf yapıyor. Modernleştirici irade hep temkinli. Hep itidalli. Hep zamana yaymaya, devrimden çok evrime yaslanmaya çabalamış ve kendini frenleyen güçlere karşı cebir uygulamamış. Bu –özellikle tırnak içinde kullanıyorum– “nezaket”i onun eğitim ve hukuktaki ikilikleri ortadan kaldıramamasına, doğru dürüst vergi toplayamamasına, askerini disipline edememesine, toplumsal sorunlarla başa çıkamamasına yol açacak kadar da yormuş. Bu yönü, Türk modernleşmesini, hep kıyas edildiği Japon ve Rus modernleşmelerinin elitlerinin tavrından çok daha tereddütlü kılıyor. Geleneksel düzeninden bir türlü kopamayınca da modernlerin gerisinde kalıyor. Kurumsallaşma, herkesin ve her şeyin kaydını tutma, haberleşme, okullaşma, matbuat kültürü vesaire çok yavaş gerçekleşince, sözünü ettiğimiz 18.-19. yüzyıllar itibari ile okuryazarlık, edebiyatçı, tüccar, sanayici, filozof veya –mühendisten hekime– bilim insanı sayısı çok az kalıyor. Elbette bu da az insanla çok iş yapmaya çalışırken kaçınılmaz olarak bir “yukarıdan aşağı”cılık getiriyor.
Nüfus müdürlüğünce erişime açılan soyacağı bilgileriyle gördük ki, meğer Türk toplumu 100-150 yıl önce ne kadar geleneksel bir sosyal düzene tâbi imiş, öyle değil mi? Neredeyse herkesin aynı köyde doğup aynı köyde öldüğü, hareket kabiliyetinin neredeyse hiç bulunmadığı, 5-10 kilometrekarelik bir alanda hayatlar yaşadığı bir düzen bu… Kabul edelim ki oraya modernitenin temel imkânlarının, nimetlerinin de ulaşmadığını tahmin edebileceğimiz bir toplumsal manzara bu. Halbuki 19.yüzyılın İngiltere’si, Almanya’sı, Amerika’sı nasıl dinamik bir toplumsal dönüşüm yaşamıştır; edebiyatıyla, tarihçiliğiyle biliyoruz.
Sözün kısası, bu geleneksellik içinde ulaşım, iletişim, haberleşme ve elbette eğitimden de mahrum kaldı toplumun büyük çoğunluğu. Biz gelişigüzel bir ifadeyle “Türk modernleşmesi” derken çok büyük ölçüde İstanbul, Selanik ve biraz Bursa ve biraz İzmir’den bahsediyoruz, onun da Müslüman kesimine; hatta Müslüman kesimin sadece erkek cinsinden olan yarısına ve onun da saraylılarıyla paşalarına ve amir-memur kısmına bakıyoruz. Böyle olunca, haliyle, bu dediğim geleneksel yapının ne kadar büyük bir yer kapladığını unutarak konuşuyoruz. Bunları dedikten sonra, modernleşme tecrübemizin muhafazakârlığının yanı sıra, bu meseleye bakış açımızın da muhafazakâr olduğunu bu noktada söylememe gerek kalmıyor sanırım…
Anlıyorum. Kırılma noktanız hakkında ne söyleyebilirsiniz bunlara ilave olarak?
Bu kitap özelinde mi? Ben bu çalışmaya noktayı koyduğumda tarih 11 Temmuz 2016’ydı.
O meşhur günün 4 gün öncesi.
Evet. Onun öncesinde ne yazık ki Türkiye’de bombalar patlıyordu, katliamlar oluyordu ve bu konuda toplumun bir kısmında, benim vicdan kavramına başvurarak açıklayamayacağım, toplumsal vicdana dair ne söylemeye kalkışsam yetersiz kalacak bir ayrışma, hatta yarılma yaşanıyordu. O günlerin, ayların lanetli tarihi, hatta şu uzun on yıl, yani 2007’lerden 2017’lere geçen dönemin tarihi bir gün yazılacaktır elbette. Bir hukuk devletinde olmaması gerekirken olanlar ve olması gerekirken olmayanlar bir bütün olarak beni daha eleştirel kıldı mutlaka. “Zamanın ruhu” derken, bir dolu acı var, konuşamaz olduğumuz. Türkiye herkesin travmalarla ezildiği bir ülkeye dönüştü. Evlerimiz yıkılmadı belki ama hepimiz birer enkaz altında gibiyiz.
Neyse, sorunuza cevaben kitabın ardındaki temel kırılma noktası şu: Türkiye’de bana kalırsa klasik Türk muhafazakârlığı ile yeni Türk muhafazakârlığı arasında kavramsal ayrıştırma yapmamız gerekiyor.
Nasıl yani? Biraz daha açabilir misiniz?
1970-80’li yıllardan itibaren Siyasal İslamcılığın; muhafazakâr söylemi, muhafazakâr referansları, muhafazakâr değerleri kendi repertuarına aldığı ve muhafazakârlığı zaman içine –iddialı bir şekilde söylemek gerekirse– muhafazakârlığı yuttuğu bir tecrübe yaşıyoruz. Yeni nesillere verilen isimlerde bir İslamileşme göze çarpıyor mesela. Dilde İslamileşme oksimoron örneklerle dolu. “Allah’ın izniyle görüşürüz inşallah” deniyor, ya da “Allahaısmarladık” yerine “Allah’a emanet ol” diye bir söz gündelik hayatta bariz bir yükselişte… Dini bayram mesajlarındaki ağdalı, naylon şiirsellik bir başka sembolizm kümesi… Çamlıca Tepesinden Taksim Meydanına dek şehrin ihtiyaç duyulmayan yerlerine, toplumsal ihtiyaçları ve öncelikleri tamamen hiçe sayarak yapılan camilerin dini olmaktan çok siyasi anlam ve değerleri… Son beş-on yılda çok şeyler değişti Türkiye’de.
Dahası, muhafazakârlık kılık kıyafet dayatmacılığı gibi bir dinsel misyon taşımazken, şort giyen kadınlara saldıran bir kitle tüm cüretkârlığıyla sahnede. Muhafazakârlar Atatürk’ü eleştirir ama cumhuriyetle asli, ontolojik bir sorun yaşamazdı; şimdiyse kamu otoritesini temsil eden adamlar Atatürk’e uluorta hakaretler edebiliyor, Atatürk heykellerine yapılan saldırılara tepki bile göstermiyor. Oyuncak bebeklerden dahi şehvet duyan kanaat önderleri her yerde… Dünyanın düz olduğu iddiası, modern tıp karşıtlığı; buna mukabil İslami tıp adı altında hacamat gibi popülerleşen pratikler, diş macununa karşı misvak inadının yaygınlaşarak yükselişi… Saymakla bitmeyecek daha bir dolu şey gündem oluşturuyor artık. Bütün bu atıflar, söylemler ve eylemler kümesi muhafazakârlığın sınırlarının çok ötesinde. Modernist İslamcılığınkini dahi zorlayan ve “İslam terakkiye karşı değildir”, “İslam bilime, teknolojiye karşı değildir” tezlerini her gün boşa çıkaran şeyler… Türkiye dünyanın bariz gerçeklerinden koparken, nedenini sorgulamaksızın böylesi şeylerle oyalanıyor.
Bütün bunlarla beraber, Vahhabiliğe, Selefiliğe, el-Kaide ve IŞİD tarzı İslami cihada göz kırpan, onları Türkiye’deki kamuoyu nezdinde olağanlaştırmaya çalışan bir Siyasal İslamcı hareket –hepsini kastetmiyorum, çünkü İslamcılık da darmadağın oldu şu son beş on yılda– kendi modern entelektüel köksüzlüğünü aşabilmek adına muhafazakâr ve liberal referanslardan yararlandı. Bunu daha geniş kitleleri ikna edebilmek adına aslında yaşam tarzı itibariyle, İslamcıların ahlakçılığı ve doktrinerliği itibariyle, toplumsal kökenleri itibariyle onlara hiç uymayan, onlarla hiç flört etmemiş isimleri kendilerine referans kabul etmeye başladı.
Örnek olarak kimleri söyleyebilirsiniz?
Elbette. Tanpınar ve Yahya Kemal dahil birçok dünyevi estet, bir de baktık ki, İslamcıların başucu kaynağı gibi takdim ediliyor. Yahya Kemal gayet Batılı tipli biriyken bugün her bayram namazında bir siyasetçinin, bir bürokratın veya bir İslamcı entelektüelin sosyal medya üzerinden veya kameralar karşısında Yahya Kemal’den “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” yahut buna benzer bir şeyleri okuduğunu görüyoruz. Bu yutma hali Türk İslamcısının muhafazakârlığı hazmetmek ve daha itidalli, daha ülkenin temel ilkeleriyle barışık olmak için değil, kendi kültürel gövdesini genişletmek için. Bu araçsallaştırma, hatta istismar bana düşündürücü geliyor. Bağlamına göre yeri geldiğinde kimler kimler aziz, azize; barış timsali, büyük bilge falan yapılmadı ki gerçi!
Zaten kitabınızda bu duruma değinmiştiniz. Aslında burası benimde çok ilginç gördüğüm şaşırdığım noktalardan. Kitapta büyük isimlerle ilgili hayatlarına dair okuru duyduğunda şaşırtan bilgiler var. Mesela Necip Fazıl ile ilgili olan Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Fuad Köprülü gibi devrin büyük isimlerinden hoşlanmama, hatta onlara karşı hakarete varan yazılar ve dava açma durumlarının olması… Bizi şaşırtan bu bilgilere siz de ilk ulaştığınızda şaşırdınız mı? Özellikle genç okurların çok şaşırdığını düşünüyorum.
Bilhassa genç nesilden olanlar için evet. Kitapta yer alan muhafazakâr entelektüellerin dünyasını şaşkınlıkla karşılıyorlar. Çünkü az önce söylediğim gibi, son on yıllardaki İslamcı repertuarın bu isimleri kendi kapsama alanının içine doğru çekmesi, onlardan birer Batı-karşıtı, birer Kemalizm-karşıtı, birer-sekülarizm karşıtı, hatta birer modernite karşıtı çıkarmaya çalışarak söylemine araçsallaştırması ve bugün eğitimli insanların zihninde muhafazakârlıkla İslamcılığın eşitlenmesi hayret verici… Oysa İslamcıların bütün bu ısrarlı vurgularla Necip Fazıl’dan Cemil Meriç’e sayabileceğimiz pek çok ismi eleştirilmez hale getirme gayreti, onları adeta birer mücahit veya İslam kahramanı, birer aziz, birer evliya gibi göstermeye kalkışması tarihsel gerçeklerle, tarihsel bağlamlarla hiçbir şekilde örtüşmüyor. Ben kitapta sıkça bunu hatırlatıyor; Tek Parti rejimiyle içli dışlı ilişkilerini ve bugün onları kutsayan muhafazakâr-mütedeyyin kitleyle sorunlu ilişkilerini işaret ediyorum. Elbette bunda Türk muhafazakârlığı dediğimiz portreler toplamının tutarlı bir bütün üretememiş olmasının da payı var. Zaten bu yüzden İslamcı söylem, muhafazakâr mirası yuttu diyorum. En azından 20. yüzyılın sonlarından günümüze böyle oldu. Belki ilerleyen zamanlarda izler daha düzgün takip edilebilir hale gelecektir.
O zaman şöyle bir soru akla geliyor. Modernleşme süreci içinde, ideolojik tavırlar belirginleşirken tüm olan biten karşısında Türk muhafazakârlığı nasıl bir konum almıştır?
Türk muhafazakârlığına baktığımızda tek bir muhafazakârlıktan bahsetmemizi imkânsız kılacak kadar farklı yönlere giden bir başına buyrukluk dikkat çekiyor. Tabii belirtmek gerekir ki, muhafazakârlığın kendisi zannedildiğinden daha yabancı bir kavram bu arada. “Yerli ve milli”ci görünmesine rağmen, kökenleri itibariyle muhafazakârlık, bugünkü muhafazakârlık iddiasındaki çevrelerin küfredercesine kullandığı Aydınlanma’nın bir ürünüdür. İngiliz, Alman ve bilhassa Fransız muhafazakârlığı bizden çok daha önce “programlaşma” olanağı bulmuştur. Bizdeyse muhafazakârlık 1990’ların başından itibaren üzerine düşünülmeye başlanmış bir şey…
Bir şaşırtıcı bilgi daha! Peki, muhafazakârlık kavramı doğana kadar o dönemin “muhafazakâr”ları kendilerini nasıl tanımlıyorlardı?
Esasen Aydınlanma ve Fransız Devrimi döneminde ve hemen sonrasında Batı ve Orta Avrupa’daki politik gelişmelere verilen tepkiler üzerinden açıklanmaya, anlamlandırılmaya çalışılmış bir dünya görüşüdür muhafazakârlık. Başlangıçta isimlendirilmesi de güç olmuş. Kraliyet yanlısı denmiş. Kilise yanlısı denmiş. Gelenekçi denmiş. Muhafazakârlık birçok bakımdan hiç de köşeli sınırları olan bir ideoloji değildir. Bu yüzden 18. yüzyılın sonlarında, içinde bulunulan koşullara, yaşanan gelişmelere verilen tepkiler ve daha ziyade kaygılar etrafında şekillenmiş bir şeydir.
Bireysel kaygı mı, toplumsal kaygı mı?
Bireyselden toplumsala uzanan sanatsal, felsefi, iktisadi ve elbette siyasi kaygılardan bahsediyorum. Toplumsal olana ilişkin muhafazakârlık nedir dediğimizde, diğer her şeyden çok yenilik konusundaki tedirginlik ve tereddüttür.
Daha geleneksel diyebiliriz o zaman.
Kesinlikle, muhafazakârlık geleneği çok önemser. Geleneği “eskimez” kılan nakil kültürünü çok önemser. Aydınlanma’nın insanın aklına ve rasyonel bilgiye yapmış olduğu büyük vurguya karşı çıkacak kadar geleneği önemser. Yani “akıl değil nakil!” der. Otoriteyi önemser… Zaten içinde yaşadıkları ve doğal düzen addettikleri için muhafazakârlar muhafazakârlığı isimlendirmekte zorlanmıştır. Türkçedeki en davetkâr ve belki en güzel ifadesini Yahya Kemal, “Kökü mâzide olan âti” şeklinde dile getirmiştir. Ama gelenekten geleceğe, umrandan uygarlığa, dünden yarına sıkı bir program oluşturamamışlardır. Yani “kökü mâzide” olmak, tamam bunu anlayabiliyoruz; ama “âti”ye, yani geleceğe ilişkin ne söylediğine birazcık dikkatle bakmaya çalıştığımızda Yahya Kemal’in nasıl bir Türkiye hayal ettiğine dair pek bir şey bulamıyoruz, çünkü kendi hayatı birtakım tenakuzlarla, çelişkilerle dolu. Ahmet Hamdi de keza öyle. Necip Fazıl da ziyadesiyle öyle…
Kitabınızda muhafazakârların bu çelişkili durumlarına yer vermişsiniz. Okurlardan ve akademisyenlerden nasıl tepkiler aldınız? Ben kitabınızın çok ses getirdiğini bizzat gözlüyorum. Hatta kimi yerlerde hakarete varan tepkiler de aldınız maalesef.
Maalesef demiyorum ben. Ak koyunun kara koyundan ayrılmasını mümkün kılan hayırlı gelişmeler bunlar. Bugünlerden yarınlara selam yolluyoruz hepimiz. Bu zor günlerde herkes kendine yakışanı söylüyor, herkes kendine yakışanı yapıyor.
Tabii, kitabın çıkışı 16 Nisan Referandum kampanyasının –malûm, sadece “Evet” diyen tarafın kampanya yapmasına izin vardı- son virajına denk geldi. Kitabımın çıktığı gün yayımlanan bir kanun hükmünde kararnameyle ne yazık ki çok kıymetli hocalarım, daha genç nesilden meslektaşlarım, dostlarım, arkadaşlarım, hatta ev sahibim dahil olmak üzere, birçok iyi akademisyen akademiden ihraç edildi. Dolayısıyla kitabın doğum tarihi bir mutsuzlukla eş benim için. Sevincini, heyecanını yaşayamadım haliyle. Sonra sonra olumlu/olumsuz tepkiler gelmeye başladı. sosyalbilimler.org sitesine uzun bir röportaj verdim ve ardından da Medyascope TV’de Kültür-Tarih Sohbetleri programına katıldım. O sıralarda “keşfedildim” diyebilirim.
Evet, o meşhur tepki çeken röportajınız… Sizin için sert eleştiri yazısı yazanlar ve hedef gösterenler de olmuştu.
Evet, o röportaj sanırım birkaç yüz bin kişi tarafından okundu. Ve yine evet! Mesela uzmanlığı “19. yüzyılda Harran vilayeti” olan ve tek şöhreti kız öğrencisinin çıplak fotoğraflarını internete yüklemesinden gelen bir akademisyeni birden bire Yahya Kemal otoritesi kesilmeye cesaretlendiren “mucizevi” etkileri oldu kitabımın. Ankara’dan, kitabımın çıkışını çekemeyen bir akademisyen Bimer’e ihbarda bulunmuş. “Devlet büyüğü” olarak addedilen birilerinden “dostça uyarı” telefonu da aldım, çok şükür. Nefretle, yalanla uzun uzadıya bir şeyler de yazdılar, ardımdan galiz küfürler de ettiler, kitabım hakkında güzel şeyler yayımlayan dergilere, “O adamın kitabı hakkında ne diye yazı yayınlıyorsunuz, muhafazakârlığın tek uzmanı benim!” diye ahkâm kesenler de oldu. (Gülerek) Bunların hepsi aynı tornadan geçmiş tipler. Hiçbirini şahsen tanımasam da, kim olduklarına basit bir internet yoklamasıyla bile baktığımda, memleketin dertlerine dair doğru yerde durduğumu, en azından yanlış bir yerde durmadığımı gördüm. Nitekim kitap ve eleştiriler sonrasında harika insanlarla, pırıl pırıl gençlerle tanışmama da vesile oldu.
Siz iddialarınızı kaynaklarınızla ortaya koyuyorsunuz, ancak yine de bu kaynakları görmelerine rağmen kabul etmeyen, o tarihsel bilgilere inanmayanlar oluyor. Ben bu duruma hayret ediyorum. Özellikle Necip Fazıl ile ilgili anlattıklarınızda çoğu Büyük Doğu dergisi kaynağını belirtmiş olmanıza rağmen, insanlar bu kaynakları görmezden gelebiliyor, bir de üstüne sizin gibi bu işlere yıllarını verenlere tepki gösteriyorlar. Bunun sebebi nedir sizce?
Çok basit. Güçlü bir okuma alışkanlığına sahip değilseniz, sorgulayıcı zekânızı geliştiremez ve bildiklerinizle yetinirsiniz. Bildiklerinizle yetinmenizi daha konforlu kılacak, sizi teyit eden, sizin zihin dünyanızı, sizin içinde bulunduğunuz o “mahalleyi” muhafaza edecek şeylerle yetinirsiniz. Öbür taraflara bakmaya da çekinirsiniz. Ezberinizin bozulmasından korkarsınız! Mahallenin dışına çıkmazsınız o yüzden ve beraberinde birtakım efsanelere, mitik anlatılara daha fazla tutunmaya başlarsınız. Cehaletten özgürleşmek o kadar da kolay bir şey değildir…
Ayrıca Türkiye’de bir de hiç toz kondurulmayan isimler var; emin olun, sadece siyasetçilerden bahsetmiyorum. Türkiye’nin okumuş sağcıları arasında kuvvetli bir Nurettin Topçuculuk var, bir Sezai Karakoççuluk, bir Kemal Tahircilik, bir İsmet Özelcilik, bir Necip Fazılcılık… Son zamanlarda da iyi bir ekmek kapısı haline gelen bir Tanpınarizm yükselmekte. “Tanpınar’ın kimi ifadelerinde Uzak Asyalı ve Afrikalı insanlar hakkında ırkçı ifadeler var” deyin ve ortaya kimler dökülüyor, görün bakalım. Ya da Türkiye’nin utanç vesikalarından biri olan Varlık Vergisi Kanununun altında Yahya Kemal’in de imzası var deyin hele… Necip Fazıl’ı ise Necip Fazıl’ın bizzat yazdıklarının hilafına korumaya kalkışan müritleri var.
Böylesi bir kitap çalışması, daha fazlasını da vereceğinizi vaat ediyor gibi… Ben biraz baktığımda gördüğüm, diğer okurlarınızın da merak ettiği, kitabınızda odaklandığınız kişiler özelinde ayrı bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Semiha Ayverdi gibi. Böyle bir çalışma içinde misiniz?
Bunu yapabilecek enerjiye sahibim. Hali hazırda İstanbul’da olmak, birçok muhafazakâr insanın hem şahsi evrakına ulaşabilmeyi sağlıyor hem de kütüphaneler, arşivler vs dolayısıyla çokça yeni şey bulmayı kolaylaştırıyor. Bir de bu kişilerin müzeleri var. Yahya Kemal Müzesi, Tanpınar Merkezi gibi… Bir entelektüel tarih ya da fikir tarihi araştırmacısı olarak bu konulara girmiş bulunuyorum ama kabul edelim ki Türkiye’deki tartışmaların çok büyük bir kısmı gerçekten çok sığ ve tabirimi hoş görün, minibüsçü kavgasından çok da öteye gitmiyor. Bize büyük hesaplaşma diye sunulan mevzular aslında çok küçük kişisel kızgınlıklarla, küskünlüklerle şekillenmiş ve bu bizi ileri taşımaya yetmiyor. Ben daha ziyade dünyanın başka yerleri için de anlamlı olabilecek çalışmalar yapmak niyetindeyim. Kısaca şunları söyleyebilirim; bir ayağı Türkiye’ye basan ama öbür ayağının kesinlikle bizim çok da haberdar olamadığımız coğrafyalarla alakalı olacağı bir konuda çalışmak bana daha anlamlı geliyor.
Şu an somut adım attığınız bir çalışmanız var mı?
Devam etmekte olduğum iki farklı çalışma var. Birleşik Devletler’e asıl gitme sebebim olan Türk Düşüncesinde Oksidentalizm bunlardan biri. Biz hep oryantalizm üzerin konuştuk fakat Türkiye’de azımsanmayacak bir oksidentalist düşünce de mevcut. Bu konudaki literatüre de doktoradan beri epey aşinayım. Oradan çok ilginç şeylerin çıkabileceğini düşünüyorum. Bir diğer çalışmam da Karşı-Aydınlanma kavramı üzerine. Bu ikinciyi bu yıl içinde tamamlayabileceğimi umuyorum.
Yayınevi olarak anlaşma sağladınız mı?
Bir kontrat söz konusu olmadığı için şimdiden bir şey söylemek erken olur, ama ilk seçeneğim şimdiye dek iki kitabımı yayımlamış olan Alfa Yayınları olacaktır.
Şimdiden hayırlı olsun diyor ve bu iki çalışmayı da okumayı merakla bekliyorum. Bu güzel röportaj için Sayın Hasan Aksakal, bir kez daha çok teşekkürler…
Ben teşekkür ederim.
Bu söyleşi, Mesele121 için Üsküdar Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Bilal Sadi tarafından gerçekleştirilmiştir,