Bugün sizlere, Bir roman okudum tarihimizi öğrendim, diyerek bir acımızdan bahsetmek istiyorum. Romanın adı, Karanlık Replikaları, yazarı İnanç Türker. Tarihe meraklı ve bilgili olduğunu bildiğim kişilerin bile Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan bu olaydan habersiz olduklarını gördüm. Osmanlı döneminin bir yarasını öyküleştirmiş yazar.
Romanı, her Perşembe Kadıköy’de toplandığımız Edebi Sohbetler okuma grubumuza katılan arkadaşlarımızla okuyup inceledik. Yaklaşık on beş kişilik bir okur grubuyuz. Tavsiye, duyum, öneri yoluyla listemizi oluşturup kendimizce derin okumalar yapıyoruz. Okuduğumuz romanların yazarlarının bize kendilerini ağırlama fırsatı vermeleri ise bizim için kitap okumanın en kıymetli zamanları oluyor. Ne şanslıydık ki bu roman da yazarını davet etme imkânı bulduğumuz bir romandı. Çünkü romanın konusu, kurmaca mı gerçek mi dedirterek bizi ayrı bir araştırma içine sürüklemişti. Şaşırarak okuduğumuz öykünün maalesef gerçek olduğunu öğrendik ve yazarıyla sohbet ettiğimiz kitap etkinliğimizde daha fazlasını…

Ben de konunun daha bilinir olması için sizlerle paylaşmak istedim. Karanlık Replikaları Yazar İnanç Türker’in Epona Yayıncılık/Lektör’den çıkarılmış üçüncü romanı. İkinci baskısını yapmış. Yazar, eserlerini gerçek olaylardan yola çıkarak öyküleştiriyor. Bahsettiğim romanın konusu da Birinci Dünya Savaşı’nda babalarını kaybedip yetim kalanlarla ilgili.
Devlet şehit çocuklarını, bakacak kimseleri kalmayınca darüleytamlarda barındırır. Fakat Osmanlı Devleti öngörülenden uzun süren Birinci Dünya Savaşı nedeniyle güç durumdadır ve yatakhanelere sığmayan, sayıları binleri bulan yetimlerini doyurmakta güçlük çeker. Çare olarak 1917 senesinde müttefik Almanya ile bir anlaşma yapılır. Çocuklar el becerilerini geliştirecek işlerde çalıştırılmak üzere Almanya’ya gönderilecektir.
Yaşları dokuz ila on altı arasında değişen yetimlerin pek çoğu zanaat öğreneceği umuduyla gönüllü olur. Bin dokuz yüz on yedinin Nisan’ında askeri bir trenle Sirkeci’den uğurlanarak gönderilirler Almanya’ya. On gün sonra Berlin’e ulaşırlar.
Zanaat öğrenmeye gönderilen yetimlerin çoğu madenlerde çalıştırılır. Yaşam şartlarının ağırlığına dayanamayanlar hastalanır bazıları hayatını kaybeder. Yemeklerde domuz eti kullanılınca kuru ekmekle doymaya çalışırlar. Tuvaletlerden de şikâyetçidirler. Tuvaletlerde taharet musluğu bulunmamasından yakınırlar. Barınma yerlerindeki zorluklardan kaçarak kurtulmaya teşebbüs eden çocuklar da olur. Yakalanamayan çocukların akıbeti bilinmezken yakalananlar tekrar kaldıkları kamplara teslim edilir. Bu kaçışlarda yanlış meslek seçimi, memleket özlemi, mizaç uyumsuzluğu, elebaşılık, sebatsızlık, kibir ve gurur gibi faktörlerin etkili olduğu raporlanır Almanya yetkililerince.
Recep ağzında büyüyen yağlı ete daha fazla tahammül edemeyip tabağa tükürdü. Onu gören diğerleri de hep birden ağızlarında geviş getirip lastik topa çevirdikleri lokmaları çıkardı. Mehmet Ali’nin yüzü ekşimişti.
“Sanırım bize verilen şey domuz etiydi. Okuldaki Katolik arkadaşlarımın yediği soğuk sandviçler de böyle kokardı.”
Recep öğürürken bir taraftan da ona laf yetiştiriyordu.
“Ne biçim adamsın, bu şimdi mi söylenir! Affet Yarabbi. Kaderde bu zıkkımı yemek de varmış.”
Hep birlikte öğürüyorlar, bazıları ellerini boğazına sokup kusmaya çalışıyordu. “Vallahi önce anlamadım, affedin. Ben de yedim gördünüz işte. Bu gâvurlar ya gıcıklığına ya da maliyeti düşük diye yedirmişlerdir bunu,” diyen Mehmet Ali, yaptığı aciz açıklamalarla günah keçisi olmaktan kurtulmaya çalıştı. Fakat karın kasılmaları geçiren çocuklar onu dinleyecek durumda değildi. Yakup, bildiği İbrani dualarını okuyup tövbe ederken Mehmet Ali şaşırdı, “Hayırdır sen de mi? Sen Müslüman değilsin ki.”
“Bu bize de günah. Hem de en büyüğünden. Annem iyi ki bu günleri görmedi. Allah’ım Şabat günü domuz yedim,” diye hayıflandı. Yüksek sesle İbrani dualarına sığındı. (Karanlık Replikaları Sayfa/37-38)
Ne kadarı yaban ellerde kaldı ne kadarı kayboldu belirsiz. Çare diye bulunan uygulamanın çare olmadığı anlaşılınca çocuklar geri gönderilir.

Romanın yazarına bu konuyu nasıl bulup öyküleştirdiğini sorduğumuzda Prof. Dr. Nazan Maksudyan’ın Mavi Kep ve Pelerin adlı Osmanlı Yetimleri makalesinden etkilenerek yazdığını öğrendik. Tabii biz de okuduk. Aslında Enver Paşa’nın beş ila on bin çocuğumuzu göndermek istediğini ama Almanya’nın durumu denemek maksadıyla daha az sayıda çocuğun gönderilmesi için ısrar ettiğini Prof. Dr. Nazan Maksudyan’ın makalesinden öğrendik. Böylece Almanya’ya ilk kafilede meslek öğrenecekleri konusunda özendirilen 314 gönüllü çocuk gönderilir. Çocukların çoğu demir, çinko, kurşun, bakır ve kömür madenlerinde çalıştırılır. Çok azı da linyit ve çimento üretimine yerleştirilir.
Osmanlı Devleti zor durumdaydı da aynı savaştan çıkmış Almanya’nın durumu daha mı iyiydi, değildi elbette. Almanya’nın çocukları kabul etmesinin ardında, Osmanlı nüfusu üzerinde etkili olma arzusu yatıyordu. Alman dilini ve kültürünü tanıyan ve bunlara gıpta eden bir kuşak yaratmayı hedefliyorlardı. Osmanlı devleti içinse nitelikten çok nicelik önemliydi. Olabildiğince fazla yetimin masrafından kurtulmaktı amaç. Alman Ticaret ve Sanayi Odaları hangi şehirlerde ve hangi alanlarda çırak ihtiyacı olduğuna dair detaylı raporlar hazırlarken, Osmanlı Devleti kabul göreceği düşünülen başarılı çocukların gönderilmesi gibi seçimlere dikkat etmiyordu. Çırakların seçimi konusundaki özensizlik Alman ustalar ve ticaret odalarından gelen raporlarla şikâyet konusu oluyordu ve Almanya’ya gelen çocuklara biraz dil kursuyla hayat bilgisi gösteriliyor, hâl ve gidişleri takip edilen çocukların uyumsuz bulunanları geri gönderiliyordu.
İmzalanan çıraklık mukavelesine göre çocuklar, üç yıl bilabedel çalışacak ancak dördüncü yıl maaşlı olarak kalfalık yapabileceklerdi. Bunun karşılığında ustaları yatacak yer, yemek ve iş kıyafeti sağlayacaktı, iç çamaşırı hariç. Çocukların büyük çoğunluğunun ayakkabı ve iç çamaşırı eksiklerinin uzun süre sorun olduğunu, çırakların iki çift kıyafet ve yeterince iç çamaşırı getireceğine dair onay alınmış olmasına rağmen vardıklarında üst başlarının içler acısı olduğunu öğrendik.
Sonunda, 1919’da hayatta kalan çocukların geri gönderilmesine karar verilir ve gönderilirler. Bir tek Ahmed Talib dışında. Osmanlı uyrukların geri çağrıldığını duymuş, ancak işinden ve hayatından memnun olduğundan gitmek istememiştir Ahmet Talib.
1901 yılında İstanbul’da doğmuştur. Üç yaşında annesini kaybeder, öksüz kalır. Babası yeniden evlenir. Yeni anneyi sevemez Ahmed, durmadan ağabeyine analığından yakınır. Ailenin ekonomik durumu fena değildir. Babasının Kadıköy’de lostra dükkânı vardır, ayrıca buzculuk yapmaktadır. Cihan Harbi’nin patlamasıyla ailenin kaderi değişir. Baba silah altına alınır, ertesi sene Gelibolu’dan şehitlik haberi gelir. Evlâd-ı şühedadan sayılan devletin şehit çocuklarına sağladığı öncelik hakkından yararlanarak Ahmed Talib Kadıköy Darüleytamı’na kabul edilir. Yaşı büyük olduğu için zanaat kısmına alınır, ayakkabıcılık öğrenir. 1917 başlarında darüleytamlardan Almanya’ya talebe gönderileceğini duyunca mevcudu bini bulan yetimhaneden kurtulmak için hemen gönüllü olur. Nisan sonunda Berlin’e ulaşacak olan 314 kişilik ‘zanaat çırakları’ kafilesi içinde 16 yaşındaki Ahmed de vardır.
Ahmed, Fürstenwalde kasabasındaki Kunduracılar Loncası Ustabaşı Albert Pöthke yanına verilir. Ustasının evinde yaşamaya, atölyesinde işi öğrenmeye başlar. Yetmez. Almancasını ilerletir, mesai sonrası akşam okuluna devam eder. Çalışkandır, Almanya’ya gelişinden dört yıl sonra, 30 Nisan 1921’de girdiği sınavdan “çok iyi” notu alır, kalfa olur. İki yıl daha, Şubat 1923’e kadar Albert Ustasının yanında kalfalığa devam eder.
Ahmed’in aile bağları kuvvetli olmadığından ne abisiyle ne de babasının ikinci eşinden olan beş kardeşiyle irtibatta bulunur. Hayatına Almanya’da devam eden Ahmed, Achmed olur. Achmed usta olur. Âşık olur.
Kendi gibi yetim olan Anna Höhnow’la nişanlanır. Ustasının yanından ayrılıp fabrikalarda çalışmaya başlar. Yıl 1923 olur. Birkaç yıl sonra evlenmek istediklerinde Ahmed’in de doğum belgesi istenir. Belgeyi konsolosluktan temin etmek mümkündür, ancak Ahmed İstiklal Harbi’nde savaşmadığı gerekçesiyle yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkardığı 1312 sayılı Kanun’a göre vatandaşlıktan atılmıştır. 1927 yılında ilk çocukları dünyaya gelir. Adını Rudi Achmed koyarlar. Evlenemedikleri için Rudi annesinin soyadını alır. Rudi Achmed Höhnow. Aynı yıl Fürstenwalde kasabasına yerleşirler ve küçük bir atölye açar Ahmed Talib.
Oğlunun doğumundan sonra Achmed Almanya vatandaşlığına geçmek için başvurur. Prosedürler uzar da uzar. Yıl 1933 olur. Bu arada İmparatorluk Almanya’sı yerine Weimar Cumhuriyeti dönemi başlamıştır. III. Reich dönemine geçilmiştir ve Hitler’le birlikte zaten Ârî ırktan olmayan birisinin Alman vatandaşı olması söz konusu değildir.
Kunduracı Achmed 1933 yılında atölyesinin bulunduğu evi satın alır ve bir Alman kadın, Türk kökenli bir vatansız, oğulları Rudi, ailece orada oturmaya başlarlar. Türkiye savaşta tarafsız ülke konumundadır, Achmed mümkün olduğu kadar sessizdir, Nazi rejimi için bir tehlike arz etmez. Ama “Irk Kanunları” çıkmıştır ve oğlu, Rudi okulda öğretmeni tarafından zaman zaman bir “melez insan” örneği olarak ayırımcılığa uğrar. Bunu babasına hiç söylemez. Vatansız Achmed Talib’in Alman vatandaşı olan oğlu Rudi-Achmed savaşın sonuna doğru askere alınır.
Bir kez daha değişen Alman yönetiminde Almanya ikiye bölünmüştür. Demokratik Alman Cumhuriyeti vatansızlar kimliği alır Achmed. 1961 yılında Doğu Almanya vatandaşlığına kabul edilir. Kasabada sosyal hayata, çeşitli derneklere katılarak saygı görür.
Yıl 1965 olur. Türkiye’den Almanya’ya işçi göçü başlar. İstanbul’daki üvey kız kardeşi Huriye Hanım Stuttgart’a çalışmaya gelen oğlunu ziyaret eder, 48 yıl görmediği Ağabeyini de görmek ister. Yanında taşıdığı tencerelerle duvarın arkasındaki diğer Almanya’ya geçer. Türkiye’den getirdiği içine domuz eti değmemiş tencerelerle ağabeyine Türk yemekleri yapmak ister, Huriye Hanım. Ama istediği gibi yemekler yapamaz çünkü Sosyalist Doğu Almanya’da bir damla bile zeytinyağı bulamaz. Koyun etini de zar zor bulur.
Oğlu Rudi Achmed evlenir, bir kız bir erkek iki torunu olur Achmed Talib’in. Torunlarının üç çocuğunu da görür Achmed Talib, yıl 1970’lere vardığında emekli olur. Doğu Almanya’nın emeklilerine tanıdığı hakla Batı ülkesine seyahat etme fırsatı vardır. Ancak Demokratik Alman Cumhuriyeti yasalarına göre Batı’ya seyahat için Batı parası gereklidir. Achmed’in de Batı’da geçerli olan Mark’ı yoktur. Yaşadığı kasaba Fürstenwalde’den dışarı çıkamaz.

Ayaktakiler büyük torun, gelin ve oğul Rudi Achmed Höhnow
Osmanlı topraklarından Almanya’ya giden bir Müslümandır Achmed ve Doğu Almanya’dadır, Sirkeci’den on altı yaşında trene binerken koltuğunun altında getirdiği Kur’an hep evinde, duvarda, yükseğe asılıdır. Cami niyetine kilisede dualar eder. Yıl 1983 olur. Şubat ayıdır. Achmed hayata gözlerini yumar. Berlin yakınlarındaki Fürstenwalde kasaba mezarlığına defnedilecektir. Cenazesinde din adamı bulunmaz. Oğlu Rudi duvara asılı Kur’an’ı Kerim’i babasının başucuna koyarak gömer. Merhum, sağlığında öyle istemiştir.
Her şeye rağmen Ahmet Talib Almanya’ya uyum sağlamayı başaran istisnai tek örnek olur. Çoluğa çocuğa karışır ve yaşamına bu küçük şehirde devam eder. Bu bir başarı hikâyesi görülüp Börte Sagaster tarafından 1997’de 72 sayfalık bir kitap olarak yayınlanır. “Achmed Talib: 1917’den 1983’e kadar Almanya’da bir Türk Ustası Almanya’nın Yaşam İstasyonları” (Achmed Talib: Stationen des Lebens eines türkischen Schuhmachermeisters in Deutschland von 1917 bis 1983: Kaiserreich) başlıklı bir kitap.
Kitapta Almanya yönetim değişikliklerine şahitlik eden Achmed Talib’in, İmparatorluk döneminde, Weimar Cumhuriyeti, Üçüncü Reich ve GDR sırasındaki hayatı anlatılmakta aynı zamanda çeşitli tarihi dönemlerde Alman Türkiye İlişkileri ve Türklerin deneyimleri hakkında bilgi vermektedir. Achmed Talib’in hayatı belgelenirken 1933’ten 1945’e kadar ulusal sosyalizm zamanı ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır kitapta. Ayrıca Ahmed talib, Fürstenwalde kasabasının müzesinde Almanya’ya 1917 senesinde Osmanlı topraklarından gelen kunduracı diye fotoğraflarda yerini alır. Eren Ersöz “Import-Export” adlı bir belgesel hazırlar. Osmanlı, Alman imparatorluğu döneminden başlar Türk Alman ilişkisini anlatmaya. Belgeselinde Türklere ve Almanlara mikrofon uzatıp birbirleri hakkında fikirlerini sorar. Olumlu konuşan da olumsuz konuşan da olur. Hayatının bir bölümü İstanbul’da geçmiş futbol antrenörü Christoph Daum’un da yer aldığı bu belgeselde, Rudi Achmed Höhnow babasının yaşantısını anlatmaktadır.
Brandenburg Eyaleti’nde yer alan bir müze koleksiyonunda, “Schlosserei Schindler” (Schindler Demir Atölyesi) ve “Schuhmacherei Achmed Talib” (Achmed Talib Kunduracısı) yazılı tabelaların bulunduğu bir fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraf, Achmed Talib’in Almanya’daki yaşamına dair görsel bir belge sunmaktadır.
https://brandenburg.museum-digital.de/object/5584?navlang=en&utm_source=chatgpt.com
Tarih ardındaki detayların izinde buluşmak dileğiyle.