Şimdi düşünüyorum da, Onur Ünsal ile ilk tanışmamız, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde okurken rol aldığı, Atıf Yılmaz imzalı “Eğreti Gelin” filmiyle (yaşar kıldığı Ali karakterini nasıl hatırlamam) olmuştu.
Önemli oyunlarda, sinema filmlerinde, televizyon dizilerinde rol aldı, oyun yönetti, peş peşe gelen ödüller… Başarının el kitabını hiç zorlanmadan yazabilirdi artık.Yeteneğinin izinden gitti. Yılmadı, asla yeterli demedi, tatmin olmadı.İmkânsızı hedefledi. Büyük düşleri oldu. Kendine sorduğu ” Beni gerçekte mutlu eden nedir? ” sorusunun yanıtı ise hiç değişmedi: “Tiyatro!”
Hayatın, tüm duyguların renklerini keşfettiği tiyatro sonsuz, bitip tükenmez bir yolculuktu onun için.
Sahnede meydana getirdiği büyülü simya ile içindeki ışığı, hiç durmadan bize yansıtıyordu. Haydi itiraf edelim, ilk antresinden itibaren gözler ondan başka pek kimseye odaklanamıyordu zaten.
Kornel, Seleucus, Brian, Hancı, Eros, Yetiş Kaptan, Haberci, Adam, Edouart, Ali, Onbaşı Asalak, Wilfrid, Hamlet, Necip, Cin Ali, Fesoj, Soldier, Lysander sanki özüne, organizmasına sızmış onda yaşamaya devam etmiş karakterlerdi. Oyunculuğuna kattığı kendine özgü melodiler, renkler vardı. Klişe değil, inandırıcı, sahici, yaşayan yorumlara imza attı her defasında…
Geçtiğimiz hafta Onur Ünsal ile buluştuk. Serkan Aydın önceden hazırladığı soruları yöneltti. Ben aklıma, dilimin ucuna gelenleri sıraladım. Salkım saçak, kronolojiye aldırmayan bir röportaj oldu yine. Tiyatrodan, kendi makamında akıp giden hayattan, Yıldız Kenter, Koffi Kwahule, Mehmet Birkiye ve Kemal Aydoğan’dan konuştuk uzun uzadıya…
Serkan Aydın: Pek çok oyunu dilimize de kazandırdın…
“Hamlet”, “Altı Oyuncu Yönetmenini Arıyor”, “Kim Bu Ben” diyebilirim. Oyun çevirmek, oyuncuya çok şey katıyor, alt metinleri, sahneye taşınacak karakterleri daha net biçimde anlayıp, özümsemesine yol açıyor.
SA: Ve yönetmenlik…
“Selmin Zeki Hanım: Hasta Adamın Kızı” ve “Anne” adlı iki oyunun rejisini üstlendim.
Pınar Çekirge: Tiyatro Dergisi için Neslihan Ekim’e verdiğin röportajda “İstediğim şeyi yapıyorum ve mutluyum. Bu bir lüks. Herkes beni kıskanabilir.” demişsin. Bunu biraz açıklar mısın?
Her şeyden önce, hayalini kurduğum işi yapıyor, hayalini kurduğum hayatı yaşıyor, söylenecek sözümü sakınmadan söylüyorum. Bu durum, hep dediğim gibi, elbette çoğu insan için bir ayrıcalık. Canım ne isterse yapıyorum, ne istemezse de yapmıyorum. Mesela ulusal kanallardan gelen dizi tekliflerini kabul etmiyorum.
SA: Neden?
Konular, karakterler çok güdümlü, gerçek hayattan son derece kopuk olaylar ele alınıyor genelde. Ayrıca çalışma şartları oldukça ağır, can sıkıcı, nasıl desem yaşamın keyfini alıp götürecek kadar zorlu bir tempo bu. Değmez, diye düşünüyorum. Ulusal kanallara göre daha az izlenen, dijital platformları tercih ediyorum… Bu benim seçimim!
PÇ: Oyun Atölyesi’nde 2004 yılında “Azrail’in Gözyaşları” ile izleyici karşısına geçtiğini hatırlıyorum…
Doğru. Sonrasında ” Hırçın Kız”, “Testosteron” ve “Antonius ile Kleopatra”da rol aldım.
PÇ: Yine o dönem iki ayrı özel tiyatroda da çalıştın sanırım.
Dot’un “Çok Uzak” ve Krek’in “Hoop Gitti Kafa “adlı oyunlardı.
PÇ: Hep Kemal Aydoğan’ın rejisinde rol aldın diye, düşünüyordum.
Dot’ta Emre Koyuncuoğlu, Krek’te Berkun Oya ve Tiyatroİn’de Engin Hepileri ile çalıştık.
PÇ: Ve 2013 yılında Moda Sahnesi dönemin başlıyor. Kemal Aydoğan, Selçuk Aydoğan, Barış Yaman, sen ve birkaç arkadaşınız Oyun Atölyesi’nden ayrılıyor ve yeni bir tiyatro kurmaya karar veriyorsunuz. Bu süreci yakından takip eden biri olarak, Moda Sahnesi’nin tiyatro tarihimizdeki önemini her zaman dile getiriyorum. Moda Sahnesi, ki kurucuları arasındasın, meslek hayatında yadsınamaz bir yere sahip. Oyun yönettin, oynadın, pek çok ödüller aldın. Kemal Aydoğan desem…
Kemal Ağabey hayata çok mercekli bakan, mücadeleden yılmayan, geri adım atmayan, okuyan, araştıran, sorgulayan bir insandır. Şartlandırılmışlıkları, ön yargıları yerle bir ederken, metinde saklı alt okumaları, özenle bulup çıkartır. Dahası toplumu, toplumun kodlarını çok iyi tanıyan, çekirdeksiz biridir. Ve oyuncuyu zorlar…
SA: Nasıl?
Sahnede yapamayacağını sandığın bir şeyi gerçekleştirmeni ister. Ama bu süreçte hep yanında olur. Yol gösterir. Özetle, Kemal Aydoğan’ın torna tezgahından geçtiğim için şanslıyım.
PÇ: Ve gelelim, bana göre, 2013-2014 sezonunun en başarılı oyunlarından biri olan ” Hamlet ” e. Prens Hamlet’in cinnetini, duygusal sarsıntılarını aktarırken o kadar sahici ve inandırıcıydın ki Timur Acar da Polonius, Osric yorumlarında dört dörtlük bir oyunculuk sergilemişti. Ya, o dizi dizi tabutlar. Oyun boyunca o tabutların içine girip çıkıyordunuz.
Mezarlık sahnesinden yola çıkılarak hazırlanmıştı.
PÇ: Moda Sahnesi’nde “Hamlet”in ardından hangi oyunlarda rol aldın?
“Altı Oyuncu Yönetmenini Arıyor”, “Bira Fabrikası”, “En Kısa Gecenin Rüyası”, “Kıyı”, “Babamı Kim Öldürdü?” ve “Dikşın / Büyük İkramiye”.
PÇ: “Bira Fabrikası” ve “Dikşın” denilince, ister istemez Koffi Kwahule geldi aklıma. Oyuncuya da, yönetmene de halat, zincir değil tramplen görevi veren bir yazar… Uçurumun kenarında tutuyor onları, bıçak sırtı durumlarla karşılaştırıyor. Düzenle yüzleşin, diyor. Bağır, bağır, bağırıyor.
Koffi sert, vahşi piyesler yazan biri. Eserlerinde pozitif karakterlere yer vermiyor. Koffi’nin her iki oyununda da panik duygusunu çok yoğun biçimde yaşadım.
SA: Neden?
Oyuncu da, yönetmen de risk alıyor çünkü. Sahnede kimi groteks öğeler, küfürler mevcut. Seyirci tepki verebilir, oyundan çıkabilir. O ironiyi, sisteme yönelik eleştiriyi tam olarak anlamayabilir. Az önce dediğiniz gibi, bıçak sırtı bir vaziyette kalıyoruz.
PÇ: “Dikşın” dayatılan sistemi kıyasıya yere çalıyor aslında.
Karakterin manifestosundan çok, oynamadaki zorluk beni etkiledi, diyebilirim. Koffi’nin oyunları bu anlamda, hep bir sınav gibi. Tetikte olmayı gerektiriyor çünkü. O’nun oyunlarında rolün altından kalmak için çok daha fazla çalışmam gerekiyor. Şöyle izah edeyim, ‘ çok bedensel, çok caz ve sınırları zorlama’yı talep eden metinler kaleme almış. Shakespeare’in dünyasında söyleyeceğin cümlelerin seyirci tarafından hor görülmeyeceğini bilirsin ama Koffi ‘de durum öyle değil. Güvenli sularda değil, dipsiz, ufuksuz okyanuslarda yüzmeye çağrıyor oyuncuyu. Kendini geliştirmesine, risk almasına imkan tanıyor.
SA: “Eğreti Gelin”den sonra hangi filmlerde rol aldın?
PÇ: “Devrim Arabaları” ve “Pandora’nın Kutusu”; bunları hatırladım şimdi.
“Şaşkın”, “Jin”, “Yol Ayrımı”, “Aden”.
SA: Kısa metrajlı filmlerin de var, değil mi ?
Evet! ” Rodi”, ” Hüvalbaki”, “İkinci Gece”, “Ben Süpermarket Değilim”
PÇ: Televizyon dizilerin de oldu sanırım…
“Ezo Gelin”, “Canım Ailem”, “İstanbul’un Altınları”. Sonrasında dijital platformlarda “Yakamoz”, “Arayış”, “Cezailer” ve “K.U.B.R.A”da rol aldım.
SA: Tiyatroda en severek oynadığın eseri merak ediyorum …
Wajdi Mouawad’ın yazdığı ” Kıyı ” diyeceğim.
PÇ: Yıldız Kenter?
Son mezun ettiği öğrencilerindenim. Gerçek bir Lady, çok önemli bir oyuncu ve hocaydı, hiç kuşkusuz. Şanslıyım; “Pembe Melek” oyununda asistanlığını üstlenmiştim. Ve tabii, Mehmet Birkiye diyeceğim. Bizlere öğrenciyken, Kenter Tiyatrosu’nun kapısını açan çok şey öğreten Mehmet Birkiye…Her ikisine de çok şey borçluyum.
PÇ: Haydi, çook eski yıllara değil de geçmiş zamanlara dönelim. Tiyatro tutkun nasıl başladı?
Çocukken taklitler yapardım. Ne bileyim, herkes beni izlesin, bana baksın isterdim. Tiyatroyu oldum olası çok sevdim. O ışıkları, alkışları, sahnede olmayı.
SA: Ailen, oyuncu olma kararını nasıl karşıladı?
PÇ: “Bak oğlum sürünürsün…yol yakınken, gel vazgeç bu sevdadan…”
Şöyle oldu, en başta, tiyatronun para getirmediğini, zor bir hayatın beni beklediğini söylediler. Kuşkusuz, geleceğime dönük kaygıları vardı. Zamanla kararımı, çabalarımı, isteğimi, daha doğrusu vazgeçmeyeceğimi görüp beni desteklediler.
PÇ: Aslında salon kiraları, tutmayan oyunlar, nakliye, depo gibi akla hayale gelmeyen giderler… İntihar eden oyuncular. Tablo günümüzde de çok pembe değil. Örneğin, oyuncu yeteneği, eğitimi, başarısından ziyade sosyal medyada mevcut takipçi sayısıyla değerlendiriliyor. Neyse Ay’ın karanlık yüzünde fazla dolaşmayalım. Bana güvendi, yol açtı dediğin kimler oldu ?
Mehmet Birkiye, Yıldız Kenter, Atıf Yılmaz, Kemal Aydoğan diyebilirim.
SA: Seyirci oyun esnasında video kaydı yapıyor, fotoğraf çekiyor. Bunlar hakkında ne diyorsun ?
Kamusal bir iş yapıyoruz sonuçta. Seyirci öksürür de, beğenmezse salondan çıkabilir de. Video ve fotoğraf çekimine gelince, başkalarını rahatsız etmiyor, oyunun bütünlüğünü bozmuyorsa, belli bir tolerans gösterilmesinden yanayım.
PÇ: Onur Ünsal’ı “Eğreti Gelin” filminden, “Dikşın” oyununa kadar düşündüğümde belli bir başarı çizgisinde ilerlemiş olduğunu, prototip oyuncu olmak gibi tuzaklardan uzak durduğunu söyleyebilirim.
Belki inatçı, istikrarlı olmayı seven bir yapım var. Doğru iyi yönetmenlerle, ses getiren projelerde, iyi oyuncularla çalıştım hep. Her oyunda kendimi sıfırlayıp, yeniden başladım. Bu işin deneyim, öğrenme, tekrarlardan kaçınmayı gerektirdiğini, hiç unutmadım, diyebilirim. İnat, dedim de. Kemal Ağabey, inadın aslında murad olduğunu söyler hep. Yani bir amaca erişmek için mücadele verirken, belli bir inatçılığın olması gerekiyor.
PÇ: Peki, buğulu bir pencere camına ne yazarsın?
“Kendini gerçekleştirmek…”
***
Söyleşimiz böyle bitiyor ve düşünüyorum da, Onur Ünsal, rol aldığı her oyunda tek sözcükle ‘ düzey ‘ sergileyen, her biri diğerini aşan birbirinden başarılı yorumlara imza atmış, koca bir sahnede, oyun boyunca izleyiciyi peşinden sürükleyen, profesyonelliğinin ve sanat gücünün doruğunda, kibirden uzak, safkan bir aktördür. Yeteneği, çalışma disiplini ile tepeden tırnağa gerçek bir tiyatrocu…
Daha ne olsun?