Merhaba Günışığı,
“’Ceza: Kişinin yaptığını ve buna benzerini tekrarlamaması, toplumsallaşması, yeniden kazanılmasına yönelik eylemler zinciri’ değil mi, bir bakıma? Peki, yaşamın her alanında üzerinde önemle durulması gerekmiyor mu? Hele hele, ‘geleceğimizin’, ‘değerlerimizin mirasçısı’ denilen siz çocukların eğitilmesinde dayağın, aşağılamanın, azarlamanın ve de benzeri davranışların nasıl bir yararı olabilir? Mesleki bilgiden, görgüden, özveriden, hoşgörüden, özgürce düşünmeden payını alamayanların ‘fikri hür, vicdanı hür…’ gelecek yetiştirmesi beklenebilir mi?
Dönüşümlü derslerden olan ‘okuma’da, yaz tatilinde okuduğumuz kitapları sordu. İsteyenlerin bunları anlatabileceğini söyledi. Kaldırdığı birkaç arkadaşımızı, okuduklarını anlatmaya başlamadan oturttu. Sıra bana geldi. Sizin “Yaşamın Özge Yorumu”ndan “Keklikler ve Avcı”yı anlattım. Sözümü kesmedi, dinledi. Yazarını sordu, isminizi söyledim. Bir süre durdu, ardından da öykü hakkında söylemediğini bırakmadı. Ne idüğü belirsizmiş. Okunur muymuş, gibi. Söz aldım. Okulun, sınıfın kitaplıklarındaki La Fonten, Ezop türü masallardan bahsettim. Fabllar, hayvanlara kişilik kazandırır. Bununla insanın yanlışını, eksiğini açıklar. Sonunda da ‘kıssadan hisse’ alınmasını sağlar, öğüt verir. Adı geçen öykü de böyledir dedim. Tereciye tere mi satacaksın? Otur lan yerine, ‘babası fikirli’ ukalâ, dedi. İtiraz ettim söylediklerine. Kitaplarımızı masalara koymamızı söyledi. İlk önce yanıma geldi. Okul kitaplarını ayırdı. Geriye kalan kitapları tek tek eline aldı. Kolo, Fareler Cumhuriyeti, Şeytan Uçurtması, Robenson Ölmemeli, Arılar Savaşı, Ulduz ve Kargalar… Nedir bu kitaplar diyerek çıkıştı. ‘Değişik yaşamlar, dünyalar öğreniyorum.’ ‘Yürü lan’ dedi, kolumdan tuttu ve beni sınıftan çıkardı. ‘Şimdi öğretirim sana dünyayı…’”
Sevgili Günışığı,
Mektubunun sonunda, müdürün; babanı çağırdığını ve olayı büyütmediğini söylüyorsun. Senin de o kitapları okula getirmemeni öğütlediğini yazıyorsun. Seni asıl üzen de kitaplarının örselenmiş olması… Biliyor musun, bu mektubun bana iki şey anımsattı. ilki, teftiş için okula gelen müfettişleri öğle yemeğine çağırışımı… Eşim, yemeği hazırlayıncaya kadar küçük çalışma odamda oturduk. Platin saçlı, yaşlı müfettiş oturmadı. Kitaplığımdaki kitapları okşar gibi inceledi. Eline aldığı kitap hakkında konuşuyor, soruyor ve sonra aldığı yere özenle koyuyordu. Sonunda bana döndü: “Bunca yıllık müfettişim,” dedi, “yüzlerce öğretmene konuk oldum. Sizin kadar kitabı olana rastlamadım. Başka meslek gruplarını bilmem ama bizim temel noksanımız bu. ‘Öğretmen oldum, okuyup da ne yapacağım’ düşüncesindeyiz. Kültür, mesleki bilgi, özveri, dil zenginliği, aktarma becerisi vs. okuma alışkanlığı kazanmaya bağlı.
Bir öğretmenin herkesten çok buna önem vermesi gerekir. Çünkü, anlatım zenginliği ve özgür düşünüp üretebilme buna bağlı. Söylediklerim, her şeyden önce dille doğrudan bağlantılı. Bilirsiniz, düşünür Konfüçyüs’e sormuşlar: Bir toplumu yönetmeye çağrılsaydınız ilk yapacağınız iş ne olurdu? O, Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım, demiş. Meraklı kalabalığa şöyle seslenmeye devam etmiş: Dil kusurlu olursa düşünceyi iyi anlatmaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken ödevler doğru yapılmaz. Ödevler doğru yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulunca adalet yanlış yola sapar. Adalet yanlış yola sapınca şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işlerin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Müfettiş sözünü bitirdi.
Dedim ki: “Eğer, o kadar meslektaşınıza konuk oldum, sizin kitaplığınız onlarınkinin yanında hiç kalır, deseydiniz, eğitim gerçek işlevini yüklenmiş olacaktı hocam…” Gözlerini gözlerime dikti; yanıtlayacaktı beni, kapı açıldı. Eşim, yemeğe çağırdı bizi…
İşte Günışığı, bu anımı anımsattın. Senin yazdığına denk düşer mi bilemiyorum…
İkinci olarak anımsattığın şey, belki daha acı, yürek burkucu, hüzünlendirici. Tarih tekrar etmiyor aslında… Yaşadıklarınla, anlatacağımın birebir biçimde örtüşmesi, benzeşmesi… Yani, yalnızca, “insanlar hangi düzeyde ortam yaratırsa, ortam da aynı düzeyde İnsan yaratır,” bağlamında düşünülmesi doğru olur.
Sevgili Günışığı,
Kitaplara ve yazarlarına dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de iyi gözle bakılmıyor. Kitap yakılıyor, yasaklanıyor. Mahkûm ediliyor. Depolara zincirleniyor. Ölüme terk ediliyor. Aynısı kitapları yaratanlara da oluyor. Ne yazık ki… Bunların olduğu yerde, yazmış olduğunun daha fazlası da. Duyuyoruz. Okuyoruz. Görüyoruz. Ama kanıksamış gibiyiz. Belki “gibi”si de fazla. Öğretmene söylediklerinle bana büyük bir şairi, onurlu bir insanı; düşüncesinden, inancından ödün vermeyen, yaşamı güzelleştirmeye kendini adayan bir kavga adamını anımsattın…
Anımsadın mı, A. Kadır’i… 1 Mart 1985’te aramızdan ayrıldı. insanını, ülkesini seven bu şair, inançlı sanatçıların ödemesi gereken “kefareti” fazlasıyla ödeyerek…
o sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan uğruna asılırız.
diyen A. İlhan’ın dizeleri sanki onun içindir. Gerçi asılmamıştır; fakat inançları, düşünceleri ve yazdıkları için her türlü baskıyı, eziyeti çekmiştir. Bunlardan yılgınlık duymamıştır. Nâzım Hikmet’in baş sanık olduğu “1938 Harp Okulu Olayı”nı şöyle anlatır: “Savcı Şefik Budak (soruyor): ‘Nedir bu kitaplar? Kara Gömlekliler İhtilâli, Diyalektik Materyalizm, İspanya Kurtuluş Savaşı… Dünyayı öğreniyorum bunlarla ben, der o. Öğretirim ben sana dünyayı. Görürsün yakında kaç bucak olduğunu…”
Öğretmeniyle aranda geçen konuşmaya ne çok benziyor değil mi? A. Kadir yılmıyor, düşüncesini senin gibi sonuna kadar savunuyor: “Ne var benim okuduğum kitaplarda? Siz, ne okumamı istiyorsunuz benim? Ben gerçekleri öğrenmek istiyorum, gerçek hayatı. Halk çocuğuyum ben, babasız büyüdüm… Tatillerde sepetçilik yaptım, kahveci çıraklığı yaptım, mahalle aralarında kurabiye sattım, karpuz sergilerinde çalıştım, gelecek yılın kitap, defter parasını çıkarayım diye. Ben askerî okula fukaralık yüzünden girdim. Fukara olmasaydım belki de doktor, mühendis okuluna giderdim. Ne okumamı istiyorsunuz yani? Halit Fahri’leri, Orhan Seyfi’leri, Yahya Kemal’leri mi? Elbette Gorki’yi okuyacağım. Nâzım Hikmet’i okuyacağım…
Nâzım’ı okumak ve sevmek komünistlik mi? Eğer komünistlikse bu, komünistim ben işte, ne yaparsanız yapın…”
Sonunda on yıla mahkûm olur. Mahpusluk, inancını ve bilincini geliştiren okuldur… Mahpusluğu biter. Er olarak askere alınır. İki buçuk yıl askerlik yapar. İnancı daha da pekişir. İyi gözlemcidir. Şiir yazmaya başlar. Nâzım Hikmet’in,
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
inci dişli zenci kardeşim
Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar.
Korkuyorlar Robson şafaktan korkuyorlar,
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
diyen dizelerine karşılık gelecek biçimde…
Askerliği biter. İstanbul’a gelir, Hukuk Fakültesine girer. Yine, Nâzım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/Ve bir orman gibi kardeşçesine…” gibi tek başınadır. Ekmek aslanın ağzındadır. Tan Gazetesi’nde düzeltmenlik yapar, uyku tünek bilmez.
“Yürüyüş” dergisi için dur durak bilmeden çabalar.
Ardından ilk şiir kitabını (Tebliğ) yayımlar. 18 şiirden oluşan 48 sayfalık bu kitap hakkında çok çeşitli yazılar yazılır. Toplattırılır.
o insanlar bitmedi mantar gibi yerden
anaları doğurmuştur onları bir zamanlar,
tıpkı dalda bir çiçek açar gibi.
Ve şimdi, kimi kurtuldu ölümden,
kimi yapıştı toprağa yüzükoyun,/step kokan elleriyle.
Kimi de verdi kendini dalgalara,
bir kuş kadar rahat, erkekçesine ve hazin.
Püfür püfür esen en yumuşak rüzgârlarına bile
düşman oldum Karadeniz’in,
İşte bu gibi şiirler yazdığı için… Sürgün edilir. Muğla, Balıkesir, Konya, Adana, Diyarbakır, Kırşehir’de beş yıl geçirir.
Bizim hiçbir hürriyetimiz yok/hiçbir hürriyetimiz,
Ne çalışmak, ne konuşmak, ne sevişmek
Sen orada bağrına bas dur en büyük çileyi.
Ben burada en büyük çileyi doldurayım.
Ekmeğe muhtaç, hürriyete muhtaç, sana muhtaç.
Sen orada dalından koparılmış bir zerdali gibi dur
Ben burada zerdalisiz bir dal gibi durayım.
Yılmamıştır. Verimi daha da artmıştır. “Hoş Geldin Halil İbrahim” (1959), “Dört Pencere” (1962), “Mutlu Olmak Varken” (1968) isimli kitaplarını yayımlatır. Bu şiirlerle yetinmez o, Önemli çeviriler yapar, En yetkin dergilerde şiirleri yayımlanır. Sonunda 12 Eylül’den de nasibini alır. Böylece Samandra Günleri başlar. Çektiği biter mi? Bitmez. Sivas’ta yakılarak, kurşunlanarak yok edilen 33 güzel insandan biri olan Asım Bezirci ile 1982’de B. Brecht’in “Halkın Ekmeği”ni çevirir Türkçeye. Bundan dolayı sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Sonunda “beraat” eder. İnancından yana çalışmalarını, çevirilerini. Sürdürürken, bunları bitirmemişken aramızdan ayrılır…
Sevgili Günışığı,
Toplum olarak yeni bir dönemden geçiyoruz. Sancısını, acısını yüreğimizin derinliklerinde hissettiğimiz demokratikleşme süreci ne yazık ki hızlanamıyor, hızlandırılmıyor. Özgür yaratı, düşünce için en çok çabalaması gerekenlerin başında öğretmenlerin gelmesi gerektiği düşüncesindeyim.
“İnsanların görüşlerinde kararlı olması,” yetmiyor.
Bunun için “hem namuslu, hem de sapına kadar bilinçli olmak gerekiyor.”
Bunu başarabilenin özgürleşme devinimi tek başınalığa dönüşmeyecektir.
Gözlerinden öpüyorum, hoşça kal.
Yazarın, Evrensel gazetesinde yayınlanan “Tebliğ”ci Şair A. Kadir başlıklı yazısı da ilginizi çekebilir