İstanbul’un kozmopolit yapısını yansıtan Curcuna Beyoğlu, farklı coğrafyalardan gelen müzikal etkileri bir potada eritiyor. Yunanistan’dan Anadolu’ya uzanan geniş bir coğrafyanın müzikal mirasını modern bir yorumla harmanlayan grup, dinleyicilere müzikal yolculuk sunuyor.
Grubun oluşumu, üyelerinin uzun süreli dostlukları ve ortak müzikal tutkuları sayesinde oldukça organik bir şekilde gerçekleşmiş. İstanbul’un meyhane kültüründen doğan bir müzik projesi olan Curcuna Beyoğlu, müzik yapmanın en saf halini temsil ediyor. Belirli bir planlama olmadan, sadece müzik yapma tutkusuyla bir araya gelen grup üyeleri, doğaçlamanın gücünü keşfediyor.
Curcuna Beyoğlu’nun sahne performansı izleyicilere sanki bir evin salonundaymış gibi hissettiriyor -ki bu durum hiç de tesadüfi değil.
Grup üyeleri hiyerarşi olmadan sahnede yarım ay şeklinde dizilerek hem birbirlerini hem de seyirciyi görebiliyorlar. Bu sayede performans boyunca dinamik bir etkileşim kuruluyor.
Dolayısıyla müzik ve sahne atmosferi, seyircinin sadece dinleyici değil, aynı zamanda etkinin bir parçası gibi hissetmesini sağlıyor.
Curcuna Beyoğlu’nun kuruluş hikayesi nedir? Grup üyeleriyle nasıl bir araya geldiniz?
Pamir Panya: Curcuna Beyoğlu aslında grubun sosyal medya mecralarında da belirtildiği gibi son yıllarda Beyoğlu’nda bir araya gelen, çoğunluğunun dostluğu-arkadaşlığı-tanışıklığı uzun yıllar öncesine kimisinin de son yıllara hatta son döneme dayanan müzikle hemhal olmuş İstanbul’da ikamet eden veya etmiş ve buranın müzikal havasını soluyan üyelerden oluşmaktadır. Çeşitli farklı müzikal altyapılara sahip grup üyelerinin bir araya gelmesi, uzun yıllardır üyelerinin bazılarının farklı projelerde İstanbul’da sahne alması (Tatavla Keyfi gibi…) diğerlerinin de bu sahne performansları boyunca gerek icracı gerekse de dinleyici olarak bulunması bir araya gelmelerini ve beraber müzik yapabilmelerini büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Bu sebeple sayıca kalabalık diyebileceğimiz grup bu tanışıklıktan dolayı şimdiye kadar zaman ve fikir açısından çok da sorun yaşamadan gayet doğal bir şekilde bir araya gelip müzik yapabildi.
Eleni Vratti: Şahsen Curcuna Beyoğlu üyeleriyle tanıştığımda, Erasmus müzik çalışmalarım için İstanbul’a yeni taşınmıştım. Bu sadece bir yıl önceydi, yani 2023’te. Ortak arkadaşlarımız vardı -İyi ki! Çok şanslıyım- onlarla bir gün arkadaşlarının çaldığı meyhaneye gittim ve böylece tanışmış oldum. Tanıştığımda, uzun zamandır birlikte müzik yapıyorlardı ve orada özel bir müzik ortamı yaratmışlardı. Sık sık aynı meyhanede buluşur olduk ve zaman geçtikçe, herhangi bir hedefimiz olmadan, sırf canımız istediği için, enstrümanlarımızı kutularından çıkarıp birlikte çalmaya başladık. Etrafımda, müzisyen olmayan insanların da çok doğal bir şekilde şarkı söylediğini ve çaldığını görebiliyordum. Orada ilginç ve canlı bir şeyin gerçekleştiğine tanık oluyordum aslında. Yunanistan’da hocalarımla birlikte çalıştığım, meşk ettiğim müzik kültürünün bir bölümünü, şimdi doğal ortamında deneyimliyordum. Bu yüzden ara sıra meyhaneye gidip beni ilk andan itibaren karşılayan ve kucaklayan bu insanları bulup ahbaplık etmeye başladım ve bu tür bir ortamda böyle bir repertuarı udumla nasıl icra edeceğim meselesiyle daha fazla haşır neşir oldum. Ta ki bunu meyhaneden çıkarıp bir grup kurma fikri ortaya çıkana kadar.
Geleneksel müzik bağlamından bakınca hiçbir anlamı olmayan devlet hudutlarıyla sınırlamadık kendimizi. Arap coğrafyasından Yunanistan’a uzanan bir müzikal birikim repertuarımızda yer bulabiliyor kendine.”
Güneş Demir: Arkadaşlarımın da çok güzel ifade ettiği gibi grup daha kurulmadan zaten geniş bir müzik meclisi olarak oluşmuştu aslında. Şu anda Curcuna Beyoğlu grubunda çalanlardan çok daha fazla insandan bahsediyoruz. Yolu İstanbul’dan geçen yabancı müzisyenleri de kapsıyor bu meclis. Sık sık bir araya gelenler olduğu gibi nadiren katılanlar da oluyor. Bu buluşmalarda hem kendimiz eğlendik hem dostlarımızla çok güzel vakit geçirdik.
Bu birlikteliği sahneye de taşıma imkanı bulduğumuzda, repertuarı spesifikleştirmek gibi bir fikrimiz oldu. Halk ve sanat müziği ayrımını biraz yapay bulduğumuz için bu ayrımın kısıtlayıcılığını aşan bir repertuvar oluşturduk. Özellikle taşra/köy müzikleriyle güçlü ilişkisini sürdüren Anadolu şehir müzikleri temel ilgi odağımız oldu. Bunlarla bazen kesişen bazen ayrılan köy türkülerini de repertuara kattık. Anadolu’nun birçok şehrinde hala var olan “ev müzik meclisleri”nde bağlama, ud, kanun, keman, cümbüş gibi çalgılar bir arada çalınıyor. Bu enstrümantasyonu biz de grubun temel enstrümantasyonu olarak belirledik. Ve bu arada geleneksel müzik bağlamından bakınca neredeyse hiçbir anlamı olmayan devlet hudutlarıyla da sınırlamadık kendimizi. Arap coğrafyasından Yunanistan’a kadar uzanan bir müzikal birikim repertuarımızda yer bulabiliyor kendine. Bu müziklerin, belki radyodaki “resmi” yorumlar yüzünden, belki kötü canlı müzik ortamları ve icraları yüzünden sıkıntı veren, modası geçmiş müzikler olmadığını kendi müzik meclislerimizde zaten tecrübe etmiştik, son derece yeni ve heyecanlı bir üslupla sunulduklarında bambaşka bir hava yaratabiliyorsunuz. Şu da etkili oldu bu seçimimizde herhalde: Halk müziği ve Sanat müziği olarak kategorize edilmiş geleneksel müzikleri İstanbul’da büyük konser salonları hariç daha hayatın içinde sokakla bağı olan mekanlarda ve özellikle güzel bir ses düzeniyle dinleme imkanı çok çok az. Çok önemli ve aslında hala yaşayan bir müzikal birikim sanki artık geçmişin hoş bir sedasından ibaretmiş gibi kalıyor ortada. Halbuki bu güçlü müzik geleneklerinin sürekli yeni anlamlar kazanarak yeni kuşaklara yeni hikayeler anlatarak kendine yeni dinleme ve icra etme alanları açabildiğini, aynı ya da akraba müzik geleneklerine sahip komşularımızdan görebiliyoruz. Lübnan, Suriye, İran, Kürt coğrafyası, Yunanistan, geleneksel müziklerin günümüzde nasıl yeni anlamlar, alanlar yaratarak yaşayabildiğini gösteren güzel örnekler. Bu gelişmelerin bir kısmını bizzat kendimiz de gördük. Mesela Yunanistan’da çok eski şarkıların ekonomik kriz sürecinde yeni anlamlar kazanarak hep bir ağızdan gençler tarafından söylenmesi, kalıcılığa ve dönüşüme dair çok güzel bir örnekti.
Curcuna Beyoğlu, İstanbul, Urfa, İzmir, Harput gibi şehirlerin müziklerinden ilham alarak nasıl bir müzikal mozaik oluşturuyor? Farklı şehirlerin melodik ve ritmik özelliklerini birleştirirken karşılaştığınız zorluklar ve kazandığınız deneyimler nelerdir?
P. P.: Biz müziğimizi icra ederken müzikal mozaik oluşturmak gibi veya benzeri bir terim kullanmadık ve bence farkında olmadan bunu kullanmayı da düşünmedik. Çünkü yola çıkış hikayemiz aslında Türkiye’nin müzikal kültürlerini harmanlayabileceğimiz bir proje oluşturmak değildi. Daha doğrusu bunu bir proje olarak sunmak değildi. Fakat son dönemde biraz da sosyal medya sayesinde diyelim, beraber yaptığımız müzik elimizde bir projeye dönüşüverdi. Ama biz zaten yıllardan beridir şartlara göre sık veya seyrek bir araya gelip gerek Arapça, Yunanca ve Türkçe yerel müzik örneklerinin gerekse de bugün adına Klasik ya da Sanat müziği denilen müzik kültürlerinin popüler örneklerini icra ediyorduk. -Buradaki “popüler” tabirini yüksek veya popüler kültür eksenindeki bakış açısıyla değil de daha çok yaygınlık ve bilinirlik anlamında düşünmek gerek-. Bunu yaparken de tabi ki farklı yörelerin melodik ve ritmik özelliklerinde gruptaki çalgıları düşünerek bazı düzenlemelere gidiliyor. Örneğin aynı ses dizilerine sahip farklı eserleri perde anlayışı açısından kimi yerde ortak bir noktada buluşturup kimi yerde ayrıştırmak gibi. Hatta bu bazen aynı eser içinde bile yapılabiliyor.
Bugün Türkiye’nin birçok şehrinde gelişkin bir şehir müziği üslubunun varlığını görüyoruz. Grubun amaçlarından bir tanesi ıskalanan bu müzik kültürünü dinleyiciye hatırlatmak.”
Boran Mert: Halk müziği denildiği vakit, geleneksel müzik, yerel müzik, folklorik müzik gibi farklı isimlendirmeler de kullanılıyor, bu müzik türünü bölgesel açıdan iki ana kola ayırabiliriz;
Kır/köy müziği ve şehir müziği… Makam müziği ile birçok açıdan benzer özellikler taşıyan ve sanatsal niteliğin oldukça yüksek olduğu ikinci tür pek akla gelmiyor. Halbuki, bugün Türkiye’nin birçok şehrinde gelişkin bir şehir müziği üslubunun varlığını görüyoruz. İstanbul, Kütahya, Amasya, Kastamonu, Konya, Erzurum, Elazığ, Urfa bu türün yaygın olarak görülmesi bakımından aklıma ilk gelen şehirler. Grubun amaçlarından bir tanesi ıskalanan bu müzik kültürünü dinleyiciye hatırlatmak. Müzikal açıdan ise, grubun müzikal dilini anlatan en iyi tanımlama bence heterofoni olurdu. Kabaca açıklamak gerekirse, heterofoni aynı hattın farklı çalgılar ve vokaller tarafından çeşitlendirerek seslendirilmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan bir tür müzikal dokudur. Bu bağlamda hem teksesli hem de çokseslidir. Teorik olarak teksesli müziğe daha yakın durur ancak pratikte çoksesliliğe açılır. Burada polifoni teriminin genellikle çoksesliliğinin her türlüsünü tanımlamak amacıyla kullanıldığını, halbuki teoride polifoninin çoksesli doku türlerinden (yatay çok seslendirme) yalnızca bir tanesini tanımladığını, diğerinin ise homofoni (dikey çokseslendirme) olduğunu belirtmiş olalım. Bizde Yurttan Sesler kültürünün başladığı 1940’lı yıllardan itibaren oturtulmaya çalışılan bir anlayış bulunmaktadır; Bütün sazların birebir aynı şekilde yorumlandığı “çok sazlı ama teksesli” yani monofonik bir müzik ideali… Halbuki gelenekte böyle bir anlayış görülmez. Bu açıdan, Bizler de gelenekte var olan anlayışı sürdürüyoruz. Yeri gelmişken, toplu icrada heterofoninin abartıldığı takdirde kakafoniye yani gürültüye dönüşme riskinin yüksek olduğunu da belirtmiş olmakta fayda var. Ölçüyü bulmak önemli. Gelenekten ayrıldığımız alanlar ise, ilki bir eşlik çalgısı olarak gitar kullanmamız, yani müziğin içerisinde armoni var, ikincisi ise, grup üyelerinin bu müziğe olan gönül bağı dolayısıyla, örneğin bir Urfa türküsü içerisinde Rebetiko üslubunu katmış olmamızdır. Bu da Curcuna Beyoğlu’nun geleneksel müziğin üzerine atmış olduğu imza olarak kabul edilsin.
Curcuna Beyoğlu’nun icra ettiği eserler, tarihsel Beyoğlu’nun hangi dönemlerini ve müzik kültürlerini yansıtıyor? Bu eserlerin Beyoğlu’nun müzikal mirasını nasıl yaşattığını düşünüyorsunuz?
Fulya Özlem: 19’uncu yüzyılın son çeyreğinden 1922’ye kadarki dönemde Pera’da ve Galata’da bulunan çalgılı kahvehaneler ile ilk örneklerine İzmir’de rastladığımız Amane Kahvehaneleri, kent musikisi -Urban Folk- repertuvarının icra edildiği önemli mekanlardı, bunların daha kırsal bir repertuvarın icra edildiği Semai kahveleriyle de olan ilişkisini düşündüğümüzde, Curcuna Beyoğlu, aslında son derece ilginç bir bileşime ışık tutuyor, aslında belki de bugün bizim var olduğunu sandığımız ayrımın, o dönemin kahvehanelerinde icra edilen müzikte bulunmadığını gösteriyor. Bizler o dönem Tulumbacı kahvelerinde dinlenen bir Beyoğlu türküsünü, bir amane kahvesinde huşu içerisinde dinlenen bir gazeli, gayrimüslimlere ait eğlence mekanlarında çalınan bir Rumca şarkıyı ya da dönemin fasıl şarkılarını çalarken bir yandan da bunun diğer kentlerin musikisiyle bağlarını ortaya koyuyoruz, dolayısıyla bir uzun hava ya da Mersin türküsü de o kent musikisi seçkisinin içinde. Ayrıca unutmayalım ki Beyoğlu aynı zamanda Tokatlıyan Oteli’nde 1930’lardaki baloların, Park Otel’deki caz bantların, 1980’ler ve ötesine kadar varlığını sürdürmüş olan Maksim Gazinosu’nun bulunduğu, Safiye Ayla ve eşi Udi Şerif Muhiddin Targan’ın ve nice bestekarın, icracının yaşadığı bir yerdi; bir yer. Hiç kopmadan ama başkalaşarak, belki yozlaşarak günümüze kadar gelen bir kent musikisi geleneğinden bahsediyoruz: fasıldan kantoya, tangodan Arabesk’e bu semt daima çağın müzikal nabzını tuttu. Curcuna Beyoğlu da buna şahitlik etmenize biraz katkı sunmak isteyen bir müzikal hatıra defteridir belki, kim bilir …
P. P.: Beyoğlu’nun tarihi İstanbul’un tarihinden dolayısıyla da Türkiye’nin tarihinden ayrı düşünülemez. Bundan dolayı ülkenin tarihini bir göç tarihi olarak okursak belki de bu tarihin başlangıcı diyebileceğimiz bir çizgi çekemeyiz. Buna bağlı olarak da Beyoğlu, değil son yirmi yılın belki onlarca, hatta yüzlerce yılın bu şehirden geçip gitmiş olan insanlarının müziğini içinde barındırıyor. Biz de sadece son yirmi yılın Beyoğlu’sunun hem bu süzgeçten geçmiş hem de yakın geçmiş ve güncel bazı süreçlerin sonucu olan müzikal yaşantısını kendi perspektifimizden sunmaya çalışıyoruz.
Aslında herkes biraz da bohçasında olanı getiriyor. Hem memleketlerimizden getirdiklerimiz hem de buradaki karşılaşmalarımızla öğrendiklerimiz repertuvarımızı zenginleştiriyor.”
Curcuna Beyoğlu’nun repertuvarı nasıl belirleniyor? Eser seçiminde hangi kriterleri göz önünde bulunduruyorsunuz ve bu seçim sürecinde hangi etkenler rol oynuyor?
P. P.: Başta Beyoğlu’nun son yirmi yılı dedik ama bunu mekansal ve zamansal bir sınırlama olarak görmemek lazım. Repertuvarımızda yer alan pek çok eseri eski kayıtlardan öğreniyoruz aslında. Ama buna ilaveten son yıllarda yayınlanmış derleme albümlerin de repertuvarımızı etkilediğini söylemek yanlış olmaz. Bu eski kayıt ve albümlerden bazı eserler biz farkında olmadan dağarcığımıza çoktan kazınmıştı.
Aylin Çankaya: Aslında herkes biraz da bohçasında olanı getiriyor. Aramızda doğduğu büyüdüğü kentle etno-kültürel bağları çok kuvvetli olanlar da var. Yaşadığımız ve bizi buluşturan kent olan İstanbul’da doğmuş büyümüş olanlar da…Hem memleketlerimizden getirdiklerimiz hem de buradaki karşılaşmalarımızla öğrendiklerimiz repertuvarımızı zenginleştiriyor diyebiliriz.
Hangi enstrümanları tercih ediyorsunuz? Her bir şehrin müzikal karakterini yansıtmak için enstrüman seçiminde nelere dikkat ettiniz?
P.P.: Çalgıların yaygınlık derecesi burada ilk akla gelen şey -mesela ney hem makam müziğinde hem de yerel müzik kültürlerinde karşımıza çıkıyor- fakat biz burada böyle bir kıstas gözetmedik. Daha çok herkes kendi çalgısıyla veya sesiyle ne verebilir bunu düşündük. Ama son konserimiz öncesi Güneş sahnede yaptığı konuşmada bence bunu çok iyi anlattı.
G.D.: Evet, herkes kendi çalgısıyla geldi, ama grubu oluşturmadan önce yaptığımız masa başı müzik meclislerinde zaten çok güzel bir bileşke yakalamıştık kendiliğinden. Birbirine uzakmış gibi görünen, geleneksel müzik icralarında bir arada daha az duyduğumuz sazları bir arada nasıl güzel tınlatabileceğimizle ilgili bir birikim bu muhabbetlerde şekillenmiş oldu. Fakat bir yandan ana akım geleneksel müzik icralarında bu şekliyle çok görmesek de bu sazların birlikteliklerinin hem tarihsel hem de güncel bir geçerliliği de var. Kendi enstrümanım gitardan başlayayım anlatmaya: Gitarın geleneksel müziklerimizde yaygın kullanımı 60’larda başlıyor Türkiye’de ve esas olarak uzun süre bu müziklerin düzenlenmesinde bir kısmi çok seslilendirme işlevi görüyor. biraz da ritmik yapıyı besliyor. Fakat geleneksel orkestraya yabancı, kenarda kendi partisini çalan ayrıksı bir çalgı olarak varlığını sürdürüyor. Son yıllarda perdesiz gitar gibi örnekler biraz bu sınırları aştı gibi tabi… Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, geleneksel müziklerimizi düşünürken devlet sınırlarıyla düşünmek çok kısıtlayıcı ve anlamsız bir sınırlama koyuyor önümüze. Gitar halihazırda komşu Yunanistan’da bir geleneksel çalgı statüsünde 100 yılı aşkın bir süredir. Makamsal/modal müziklere gitar nasıl eşlik edebilir ne tür armonik fikirler ortaya koyulabilir? bunlara dair çok güzel cevaplar var Yunan rebetiko gitarında. Ki bu gitarın kökleri de aynı zamanda İstanbul ve İzmir’de 19. yy’ın sonunda kurulmuş mandolin ve gitarlardan oluşan Rum estudiantina topluluklarında bulunuyor. Bu topluluklar mübadele ile beraber buradan gitti. Ve Yunanistan’da rebetikonun kuruluşuna katkı sağladı. Müzik derslerimizde bir zamanlar mandolin kullanılmasının sebebi de bu topluluklar; iz bırakmışlar aslında. Buralara tekrar bakmak her zaman ufuk açıyor. Yine mesela bağlama, ince sazlarla yani ud, ney, keman, kanun gibi çalgılarla bir arada az kullanıldı uzun yıllar. Özellikle TRT’nin uzun süre çok katı kuralları oldu. Halk ve sanat müziği çalgıları birbirlerinden ayrılmıştı. Halbuki bu çalgılar Anadolu’nun birçok kentinde kentsel ve kırsal türkü icralarında bir arada kullanılıyor. Konya’da, Kastamonu’da, Urfa’da, Kırşehir’de ve daha sayamayacağım kadar çok yerde bu enstrümanların bir arada nasıl tınlayacağına dair çok güzel örnekler var.
Sahne performanslarınız “sanki bir evin salonundaymış izlenimi’ yaratıyor. Bunu sağlamak için hangi görsel ve işitsel elementleri kullanıyorsunuz? Konserlerinizde izleyicilerle nasıl bir etkileşim kuruyorsunuz?
A.Ç.: Bunu duymak güzel! Aslında bizim üzerine uğraştığımız bir temsiliyet biçimi yoktu. Her şey biraz bizim birlikte müzik yapmaya dair motivasyonumuzla, birbirimizle ve müzikle ilişkilenme biçimimizle şekillenmiş oldu. Farklı geçmişlere, farklı eğitimlere ve grup içerisinde farklı rollere sahip olmamıza rağmen sahnede herhangi bir hiyerarşik ilişki kurmuyoruz. Sahneye hepimizin birbirini görebildiği, seyircinin de hepimizi görebildiği bir şekilde, yarım ay formunda yerleşiyoruz. Böylece birbirimizle ve seyirciyle temasımızı performans süresince dinamik tutabiliyoruz. Seyircinin, aramızdaki muhabbetin seyircisi değil katılımcısı haline geldiği bir atmosferi beraberce oluşturabilmek bizi memnun ediyor. Buna ilaveten yaptığımız müzik de bunu yapma biçimimiz de bir evin salonunda hissettirecek kadar bize yakın. Geçmişten hafızamızda kalan bazı kokular, sesler, mekanlarla karşılaştığımızda evde olma hissini çokça duyumsarız. Ben çaldığımız şarkıların bizi geçmişimizde bir yere götürdüğünü, evde olma hissini kuvvetle duyumsattığını düşünüyorum.
Curcuna Beyoğlu gelecekte nasıl bir yerde konumlanacak? Projelerinizden bahseder misiniz?
A.Ç.: En başta biz birbiriyle bir şekilde yolları kesişmiş insanlar olarak masa başı müzikli muhabbetlerimizi sahneye taşıyalım fikriyle yola çıkmıştık. Geri bildirimlerden anladığımız kadarıyla bunu bir ölçüde başarmışız. Çaldığımız repertuvar ve enstrüman seçimleri nedeniyle grup bir meyhane grubu gibi düşünülebiliyor. Fakat aslında amaç sahnede bir dost meclisi olma halini performe edebilmek, bir konser grubu olarak bunu yapabilmek… Gelecekte bu konsepti olgunlaştırmak ve oturtmak istiyoruz. Curcuna Beyoğlu, Türkiye ve komşu ülkelerin müzikal mirasını geleneksel enstrümanlar ile geleneksel biçimde icra eden bir sahne grubu olmayı hedefliyor. Bu müziği ve icra biçimlerini gençleri de kapsayan geniş bir kitleye ulaştırmak, bir hafızayı diri tutmak gibi amaçları var. Repertuvarımız her geçen gün genişliyor, birbirimizden çok şey öğreniyoruz. Anadolu’nun pek çok farklı yerinde günümüzde çoğunlukla düğünlerde klavye ile çalınan, fakat geleneksel enstrümanlarla icra edilmeyen kimi şarkıları gün ışığına çıkarmak, düzenlemek ve kayıt altına almak gibi bir projemiz var. Bununla beraber halihazırda repertuvarımızda olan parçaların kayıt süreci devam ediyor.
*Samiin: Dinleyiciler. İstanbul’da 1927 yılında başlayan radyo yayınları “Muhterem samiin” anonsuyla açılırdı. (Editörün notu)