Dargeçit’te 1995’te 4’ü çocuk 7 kişinin kaybedilmesinin anlatıldığı ‘Kuyu’ belgeseli bir dönemi anlatmakla kalmıyor, dönemler arasındaki sürekliliği belgeleriyle, ses kayıtlarıyla anlatıyor.
Barış Ünlü “Türklük Sözleşmesi”nde şöyle der: “Türklüğün negatif halleri olarak tarif edeceğim görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama halleri birer eksiklik olarak görülebilir, fakat aslında birer imtiyazdır. Çünkü bir ülkede, herhangi bir ülkede, ancak egemen grubun görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama hakkı vardır.”
676 haftadır yakınlarının kemiklerine ulaşmak, onların akıbetlerini öğrenmek için bir meydanda seslerini çıkaranların taleplerinin duyulmaması, bu konuda güçlü bir kamusal baskının oluşamaması egemenlikle kurulan türlü bağla ilişkilendirilebilir. Bu nedenle yüzleşmeye davet eden kimi belgeseller, sadece geçmişle yüzleşmeye değil, egemen olan aidiyetlikle yüzleşmeye de yol açabilir. Mağdurun hakikatine ışık tutan belgeseller bu yüzden önemlidir.
Dargeçit’te 1995’te 4’ü çocuk 7 kişinin kaybedilmesinin anlatıldığı “Kuyu” belgeseli bu türlerden. Zira bir dönemi anlatmakla kalmıyor, dönemler arasındaki sürekliliği belgeleri ile, ses kayıtlarıyla, tanıklarıyla anlatıyor. Belgeselin yönetmeni Veysi Altay’a sorduk…
Belgelinizde genel bir anlatım diliniz var. Örneğin çocuğunun kemiklerini arayan Hediye Çoşkun’u tek başına anlatabilirdiniz ama bunu tercih etmemişsiniz. Neden ?
Aslında her aile bir hikaye. Kalanların ayrı bir hikayesi var. Bunların içerisinde bir askerin hikayesi var o da ayrı bir hikaye. Bir dönemi anlatırken birçok noktadan ele almanın daha güçlü olduğunu düşünüyorum.
Olgulara dayanan bir belgeselcilik diliniz var. Olgulara dayanmak daha mı güçlü kılıyor anlatımı?
Temel kaygı bir dönemi doğru ve en iyi şekilde anlatmak. Acı çeken insanlara acıma üzerinden belgeseller yapıldı daha çok. Aslında bu insanlar güçlü. Toplumun, kayıplar meselesinde ya da birçok meselede vicdanını kaybettiğini düşünüyorum. Kayıp yakınları cesaretleriyle, mücadeleleriyle, katillerine kafa tutmalarıyla bizim vicdanımız oldular. Onların cesaretini, güçlerini görmemek olmazdı. Bu haksızlık, hatta densizlik olur.
Belgeselde Hediye Çoşkun’un çocuğunun kemiklerine ulaşma çabasını da anlatıyorsunuz. Bu nasıl bir arayış?
Hediye Çoşkun’un 1993’te köyü yakılıyor ve gözlerinin önünde kocasına işkence yapılıyor. Kocası yaşamını yitiriyor ve şunu söylüyor: “Ben kendi işimi yaptım devlet kendi işini yaptı. Devlet bana koruculuğu dayattı ben kabul etmedim. Devlet beni düşman gördü ben direndim. Kocamı öldürdü gömdüm. Yasımı tuttum. Mezarını biliyorum.” Kayıp olayları aileler için devletin onları arafta bırakma halidir. Kalanları cezalandırmaktır. Ölen mezarı olmadığı için aslında “ölü” değildir, yaşayan da kaybettiği yakınını bulamadığı için yaşayamıyordur. Cenaze, yas kültürünün önemli olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Belki hepsi çocuklarının öldüğünü biliyor ama kabullenemiyorlar. Çünkü yüzleşmemişler onların mezarlarıyla, kemikleriyle. Bu onları sonsuz yas tutma, hayattan kopma durumuna getiriyor. Bir anneye çocuğunun kemiklerine kavuştuğu anda hayatının en mutlu günü olacağını söyleten bir coğrafyada yaşıyoruz.
Kemiklerin bulunduğu haberini sen veriyorsun. Şaşkın biraz Hediye Çoşkun? 20 yıllık mücadelenin elinden alınmasının boşluğu muydu o şaşkınlık?
Öyle bir boşluk olduğunu sanmıyorum. Çünkü Hediye Çoşkun “benim acım daha değerli değil, benim gibi acı çeken çok insan var” diyen bir kadın. Kayıp yakınlarının mücadelesi sadece kendileri için verdikleri bir mücadele değil. Bulduklarında da mücadeleleri bitmiyor. Kaybedilen 7 kişiden biri Hediye Çoşkun’un oğlu Abdurrahman Çoşkun diğeri de Abdurrahman Olcay. İkisi de lisede yakın arkadaşmış. Belgeselde yok ama Hediye Çoşkun’a oğlunun kemiklerinin bulunduğunu söylediğimde ilk tepkisi “keşke diğer Abdurrahman’ı bulsaydınız” olmuştu.
Belgeselde iki kadını İstiklal’de el ele yürürken görüyoruz. Belli ki Cumartesi eylemine gidiyorlar. El ele halleri, kayıp yakınlarının birbirlerine derman oluşunu, ama bir yandan da yalnız bırakılışlarını mı anlatıyor?
Bir anlamda kader ortaklığını anlatıyor. İkisinin de yakını kaybedilmiş. Her cumartesi birlikte geliyorlar Beyoğlu’na. Bir tür dayanışma aslında aslında. Hediye Çoşkun ve el ele tutuştuğu kadın, seslerini duyuramadıkları için İstanbul’a geliyorlar. Burada olmak onlara güç veriyor.
Kuyular kayıpları simgeliyor. Belgeselde bir metafora dönüşüyor. Nasıl bir gerçeği simgeliyor kuyular?
Kuyular aslında Kürdistan’da can veren, hayat veren yerlerdir. Ne zamanki kuyuların olduğu yerlere devlet girdi o kuyular kapandı. Ölüm kuyuları oldu. Hiçbiri kullanılmıyor artık. İnsanlar zehir atıldığını çocuklarının kemiklerinin atıldığını düşünerek kullanmıyorlar.
Tarihsel arka plan da var belgeselde. 1990’lar, 2010’lar… Acının, şiddetinin sürekliliğini hissediyoruz…?
Devlette devamlılık esastır. Kayıp meselesi 90’larla başlamadı. Ermeni aydınlarının, Seyit Rıza, Şeyh Sait’in mezarı bilinmiyor mesela… Bir dönem iktidarla ters düştüğünü düşündüğümüz insanlar; örneğin Musa Çitil, Cemal Temizöz gibi isimler bir dönem yargılandılar ama temize çıktılar. İnsan hakları savunucuları olarak bizler, bir dönem devletin onları yargılandıklarına inandık. Ama devlet onları akladı.
O vakit yüzleşmeye inanmıyorsunuz? Neden belgesel yapıyorsun o zaman?
Değiştirebileceğimize inandığımız için bu belgeselleri yapıyorum. Yüzleşme diye bir şey var. Arjantin, Güney Afrika, Paraguay yapabilmiş bu yüzleşmeleri. Bir umut var. Türkiye’de devlet utanmak yerine gurur duyuyor. Tabii ki öldürülecekler diye bakıyor. Eğer toplum devletin gerisine düşmüşse yüzleşmek zor. Türkiye’de toplum devletin gerisine düşmüş durumda.
Peki “Kuyu” dipsiz bir kuyu mu?
Dipsiz bir kuyu değil. Afişimizde bir ışık görünüyor. Ben değişim ve dönüşümden umutlu bir insanım. Umutlu bakıyorum.
Belgeselde kullandığınız imgeler, metaryaller?
Kullandığım bütün görüntüler sıradan seçimler değil. Örneğin bir televizyon bağlantısı var belgeselde. O dönem televizyona katılmak, o televizyonu izlemek, çanak anten sahibi olmak gözaltına alınma sebebiydi. Mesela, televizyona bağlanan Asiye Doğan, bağlantı nedeniyle 35 gün gözaltında kaldı ve işkence gördü. O haberleri yapanlar öldürüldü. Su imgesi de kaybedilen Davut Altunkaynak’ın annesini anlatıyor. Davut annesi ile birlikte gözaltına alınıyor. Oğlu işkencede annesinden su istiyor ama kadın veremiyor. Bu nedenle anne çıktıktan sonra 6 ay su içemiyor.
Candan Yıldız’ın bu yazısı ilk olarak 13 Mart 2018’de Artı Gerçek internet gazetesinde yayınlanmıştır