“Sanat eserleri, sanatçının kişisel marka stratejisinin bir parçası haline dönüşmeli mi?”
Yazı başlığını tüm yönleri ile bu yazının elverdiği olanaklar içinde ele almak zor. Ama bir bakış akışı özeti mümkün.
Sanat ve kültür, tarih boyunca derin düşüncelerin, estetik kaygıların ve insanlığın ruhunu besleyen ince dokunuşların dünyası olmuştur. Geleneksel olarak sanatçılar, yaratıcılıklarını sergilemek için galeriler, müzeler ve edebiyat dergileri, yayınevleri gibi platformlara ihtiyaç duymuşlardır. Bu platformlar, eserleri bir süzgeçten geçiren editörler, küratörler ve sanat eleştirmenleri aracılığıyla sanata yön vermiştir.
Başlangıçta birey iletişimine katkı sağlamak adına yaratılan sosyal medya araçları, kendilerine yüklenen aracı olmak konumundan çıkmışlardır. Son on yılda hızla yaygınlaşan ve neredeyse hayatın her alanını ele geçiren *sosyal medya, artık sanatın da en büyük editörü ve küratörü haline gelmiştir*.
Algoritmaların Yön Verdiği Sanat!
Sanat dünyasında artık yeni bir gerçeklik var: Bu gerçeklik de Sosyal medyadır. Günümüz de artık içerikler Algoritmaların işleyişiyle şekillenmektedir. Yaratıcı sektörlerde gururlanarak söylenen ve kabul gören “içerik kraldır” tanımı algoritma ile yer değiştirmiştir. Kral olan algoritmalardır artık. Günümüzün melek yüzlü bu canavarları talebi de yaratırlar. Kullanıcı talepleri doğrultusunda sanat üretimi yapılır ve sosyal medya araçlarında geleneksel editörlük/küratörlük anlayışının çok ötesinde bir yönlendirme ve değerlendirme süreci işler. Ne acıdır ki sayısal tabanlı, öğretilmiş kalıplarla hareket eden, duygudan ve empatiden yoksun bu “sanal ucube” sanatı daha geniş bir kitleye ulaştıran, ama aynı zamanda da sanatsal üretimi “yüzeyselleştiren” bir temel araç haline gelmiştir.
Geleneksel bir editör, sanatçının eserini, derinliğini ve sanatsal değeri göz önünde bulundurarak seçerken, sosyal medyanın editörlüğü bambaşka bir süreç üzerinde işler. Hangi içeriklerin ön plana çıkacağı, hangilerinin daha fazla etkileşim alacağı, hangi sanatçıların geniş bir kitleye ulaşacağı tamamen bu algoritmaların insafına kalmıştır. İçeriklerin kaderini belirleyen yegane şey de işte tam olarak budur.
Algoritmaların, yapıları gereği “kısa ve hızlı tüketilen” içerikleri ön plana çıkarırken, derinlikli ve düşünsel eserlerin geri planda kalmasına neden olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu durum, sanatçıların üretim biçimlerini de etkileyerek dönüştürmekte, uzun vadeli bir sanatsal değer yaratmaktan çok, -anlık etkileşim için- daha hızlı, daha popüler üretim ön plana çıkmaktadır. Bu mekanizma öncelikle üretenler sonrasında da tüketenler açısından sorunlar barındırmaktadır.
İronik olan şu ki, sosyal medyanın bu sığ ve yüzeysel yapısını eleştiren kültür ve sanat elitleri ne yazık ki “bu platformları kullanmaktan geri duramamaktadırlar. Sosyal medyanın yüzeyselliğinden, hızlı tüketiminden ve sanatın derinliğini tehdit ettiğinden şikayetçi olanlar bile bu mecralarda var olmanın kaçınılmaz bir “zorunluluk” haline geldiğini kabul etmiş durumdalar. Sosyal medya, sanatçılar ve kültür figürleri için görünür olmanın, kariyerlerini sürdürmenin ve ekonomik bir sürdürülebilirlik sağlamanın vazgeçilmez bir aracı olmuştur.
Bu bir anlamda dayatılan, kabul edilen sosyal medyada var olma zorunluluğunun sanatçılar üzerinde “ticari bir baskı” yarattığını da hem inkar hem de göz ardı edemeyiz. Sanatçılar, üretimlerinin ekonomik karşılığını almak ya da sponsorlar bulmak için sosyal medyada aktif olmak zorunda kalıyorlar. Peki, anlaşılabilir bir durum. Burada önemsenmeyen, es geçilen bu platformların, sanatçıların bağımsız üretimlerini desteklemek yerine, artık tek bir kriterleri olmasıdır. Popülerliklerine ve etkileşim sayılarına göre değer biçen bir sistem. “Beğeni sayısı”. Bir yanda sanatsal nitelik/derinlik bir yanda beğeni sayısı. İkisinin bir arada dengeli olduğunu söylemek mümkün değildir.
Sanatçılar, kendilerini bir algoritma yarışının içinde bulduklarından içerikleri daha fazla kişiye ulaştırmak için bu algoritmaların gereksinimlerine uyum sağlamak zorunda kalmaktadırlar. Bu gerçeklik sosyal medya platformlarının sanatsal üretim üzerinde büyük bir baskı kurduğu anlamına da gelmektedir. “Ticari kaygıların”, sanatsal derinliğin önüne geçmesi bu sorunlu yapı ile kaçınılmazdır.
Kültürel Elitlerin Sosyal Medya Paradoksu
Sosyal medyanın, sadece sanatsal üretimlerin değil, aynı zamanda sanatçıların “günlük yaşamlarını” da görünür kılmaya zorlaması da önemli bir paradoks.
Sanat elitleri, eserlerinin yanı sıra özel hayatlarına dair kesitler, seyahatler, yemekler, atölye çalışmaları veya kişisel düşüncelerini de sıkça bu mecralarda paylaşıyorlar. Bu tür paylaşımlar, sanatçıya takipçi kazandırmak ve daha fazla etkileşim almak açısından faydalı gözükebilir, olabilir de. Ancak bu, beraberinde şu soruları sormamıza engel değil: “Sanatçı kimliği, üretimlerinin önüne geçiyor mu?, Bir sanatçının kişisel hayatını sürekli sosyal medyada sergilenmesi, sanatsal yaratıcılığını gölgede bırakmaz mı?
Takipçilerin ilgisi zamanla sanatın kendisinden çok sanatçının kişiliğine ve günlük yaşamına kayacaktır doğal olarak. Bu durumun, sanatsal üretim sürecinde bir sanatçı üzerinde “ticari baskı” yaratmayacağını söylemek saflık olur herhalde. Bu bağlamda üzerinde düşünülmesi gereken “Sanatçının kişisel hayatını öne çıkardığı paylaşımlar, eserlerinin derinliği ve niteliği ile ilgili algıyı bulanıklaştırabilir mi? ya da biraz daha ileri gidip “sanat eserleri, sanatçının kişisel marka stratejisinin bir parçası haline dönüşmeli mi?”
Kişisel yaklaşımım “Sanatçı, eserlerinden çok kişiliğiyle tanındığında, sanatsal yaratımın özünün zedelenme riski barındıracak olmasıdır.”
Tüm bu gerçekler, sanatın geleceği hakkında önemli sorular da ortaya çıkarıyor. Sanat, sosyal medyanın dayattığı yüzeysellik ve hızla nasıl başa çıkacak? Kültür ve sanat dünyası, bu yeni düzenin içinde nasıl var olmaya devam edecek?
Sosyal medya, bir yandan sanatçılara geniş bir görünürlük sunarken, diğer yandan sanatsal üretimi ve derinliği nasıl şekillendirecek?
Bu yazı bağlamında Sosyal medyanın baskılarına rağmen, kendi sanatsal ve kültürel değerlerinden ödün vermeden bu mecraları kullanmayan veya kullanmakta direnç gösteren sanatçılar yok mu? Elbette varlar. Sosyal medyanın beklentilerine boyun eğmeden eserleri ile ön planda olmayı tercih eden bazı önemli edebiyatçı ve sanatçı örnekleri aşağıda. Ülkemizde de mutlaka vardır, burada yer vermemeyi benim kusurum olarak kabul ediniz efendim.
Elena Ferrante (Edebiyatçı)
İtalyan yazar Elena Ferrante, sosyal medyanın ve genel olarak kamuoyunun gözünün önünde olmaktan kaçınarak tanınmış bir örnektir. Napoli Romanları serisi ile dünya çapında üne kavuşan Ferrante, kimliğini gizli tutmayı tercih ediyor ve sosyal medyada hiçbir varlığı yok. Ferrante, yazılarının kendi başına konuşmasını istiyor ve özel hayatını gözler önüne sermekten kaçınıyor. Bu tutumu, onun eserlerinin popülaritesine rağmen sosyal medyaya olan direncini simgeliyor.
Banksy (Grafiti Sanatçısı)
Banksy, anonim bir sokak sanatçısı olarak sanat dünyasının en bilinen figürlerinden biri. Kendi adına sosyal medyada çok fazla yer almasa da, eserleri viral olup sosyal medyada geniş yankı buluyor. Ancak Banksy, “sosyal medya fenomeni olma” tuzağına düşmeden sanatını bu platformlarda popülerleştirmeyi başarıyor. Bu yaklaşım, onun eserlerinin içeriğini ve sanatsal değerini ticari ya da kişisel bir marka stratejisine kurban etmeksizin var olmasını sağlıyor.
Cormac McCarthy (Edebiyatçı)
Amerikalı yazar Cormac McCarthy, sosyal medyadan uzak durmayı tercih eden sosyal medyanın yüzeyselliği ile tamamen zıt bir önemli edebiyatçıdır.
McCarthy, popüler kültüre ve sosyal medya beklentilerine sırt çevirmiştir.
“Yol (The Road)” ve “İhtiyarlara Yer Yok (No Country for Old Men)” gibi eserlerle tanınan McCarthy, yaşamı boyunca çok az röportaj vermiştir ve sosyal medyada bulunmamaktadır. McCarthy, eserlerinin yoğunluğu ve derinliği ile tanınır.
David Hockney (Ressam)
Ünlü İngiliz ressam David Hockney, dijital dünyadan uzak durarak geleneksel yöntemlere sadık kalan bir sanatçıdır.
2013 yılında bir röportajında, sosyal medyanın dikkat dağıtıcı etkisinden ve insanların telefonlarına olan bağımlılığından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir.
Dijital araçlar ve teknolojiyi bazı eserlerinde kullanmasına rağmen, Hockney sosyal medya hesaplarına sahip değil ve bu platformları kullanmayı tercih etmiyor.
Zadie Smith (Edebiyatçı)
Zadie Smith, hem kurgu hem de denemeleriyle tanınan çağdaş bir yazar olarak, sosyal medya hakkında açık sözlü eleştirilerde bulunmuştur. Smith, sosyal medyanın zaman kaybettirdiğini ve yazı yazma sürecini olumsuz etkilediğini düşünerek, sosyal medyada aktif olmaktan kaçınmıştır. “White Teeth (Beyaz Dişler) ve On Beauty (Güzelliğe Dair)” gibi eserleriyle tanınan Smith, internetin ve sosyal medyanın dikkat dağınıklığı yarattığını savunarak kendisini bu dünyadan uzak tutmuştur.
Thomas Pynchon (Edebiyatçı)
Amerikan postmodern edebiyatının önemli isimlerinden biri olan “Thomas Pynchon”, kamusal alanda tamamen yok olmayı tercih eden bir figürdür. Sosyal medyada varlık göstermeyen Pynchon, neredeyse hiç röportaj vermemiş ve uzun yıllar boyunca yüzü hiç görülmemiştir. Onun eserleri ve edebi varlığı tamamen sosyal medya ve modern iletişim araçlarının dışında gelişmiştir.
Sonuç olarak, en başta kültür ve sanat elitleri “sosyal medyanın üretimleri üzerindeki etkilerini dert ederek düşünmeli, harekete geçmeli tabiri caizse biraz silkelenmelidirler.
Dijital sanat fonlarının yaygınlığın sağlanması, Blok Zinciri altyapısı ile dağıtım, gösterim, tüketiciye satış kanallarının oluşmasının önemi, bağımsız dijital platformlar ve alternatif medyalar aracılığıyla gerçek fanlara ulaşma, sanatçı kooperatifleri, yeni abonelik modelleri, popülerlik yerine sanatın niteliğini ön plana alan çözümler ile algoritmaların dışına çıkmayı başarmalıyız.