Yazının sonunda verdiğim kitaplardan (zaman zaman yaptığım okumalardan) ulaştığım sonuçlara göre, Şeyh Bedrettin (ölümü 17 Aralık) çok kanlı bastırılan bir halk hareketinin lideridir, öncüsüdür. Onun felsefesini daha iyi anlayabilmek için, yaptığım üç saptamayı göz ardı etmemek gerekiyor görüşündeyim. Aslında bu üç saptamanın bütünüyle benim ulaştığım bir sonuç olarak görülmesini de istemiyorum. Çünkü böyle bir sonuç belirtilmese de Bedrettin’in gerçekliğinde var zaten.
Ben, en azından bu yazı çerçevesinde düşüncelerimi daha iyi açıklamak için böyle bir bölümlemeyi gerekli ve zorunlu gördüm.
Gerçekten de “kardeşçe hayat”ın ilk sevdalılarından olan Şeyh Bedrettin’in devrimci çizgisini, halktan yanalığını ve toprakta ortaklığı esas alan düşüncesini, kavgalarını ve yenilgilerini daha iyi anlayabilmek için şu üç gerekliği iyi bilmek hepimizin hakkı. Bu yüzden onunla ilgili düşünce üretenlerin daha çok hakkı. Nesnel olmak istiyorsak bu yöntemi veya düşünsel yaklaşımı göz önünde bulundurmalıyız. Şimdi bu üç gerçekliğe geldikte:
- Onun yaşadığı sosyoekonomik, siyasal koşulları.
- Düşüncesini oluşturan kaynaklar.
- Şeyh’in düşüncesini, eylemini somutlayan yapıtları ve yaşamı.
1. ONUN YAŞADIĞI SOSYOEKONOMİK VE SİYASAL KOŞULLAR:
Başlangıçta Osmanlılar, yoksul yığınlara dayanarak, onlardan her türlü destek alarak ve onların canlarını ortaya koymasıyla varlıklarını geliştirmişler ve amaçları için kök salmaya başlamışlar. Süreç içinde, belirli bir yığının çıkarlarının koruyucusu biçiminde ve büyüme, güçlenme hızlarına koşut olarak, başlangıçta ‘her şey’leri olan halkın karşısına dikilivermişler. İşte bunun sonucunda, yoksulların bayraktarlığını ve öncülüğünü yapan başlangıçtaki ilerici yönü ve bu yöndeki kimliği zamanla değişmiştir. Böylece güç aldığı halkından kopmuştur. Özüne, kendine ve başlangıçtaki söylemlerine yabancılaşmıştır. Kısacası aslından uzaklaşmıştır. Dilini, törelerini, insanlarını küçümsemiştir. Varlık nedeni olan tüm gerçekliklere ve yığınlara karşı “düşmandan” bile düşmanca davranmıştır. Talanı, zorbalığı ve ilhakı esas almıştır. Çevresine “terör” estirmiştir. Yani egemen sınıf doğasına uygun olarak geleceği için Egemen Osmanlı öğretisini ayrıcalıklı yapmıştır.
Yıldırım Bayezit ile Osmanlılar, dönemin güçlü ve etkin devletlerinden biri olmayı başarmıştır. Osmanlı Devleti, dönemin “emperyalist” devletlerinin lideri durumundaki Timur egemenliğinin dışında kalmak, egemenliğine boyun eğmek istememesi yüzünden zorluklar çekmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti sınırları içinde egemenlik haklarını yitiren Beyliklerden bazıları Timur’dan yardım istemişlerdir. Eski güzel ve rahat günlerine, zulümlerine, saltanatlarına kavuşmak için. Timur, böyle beklenti ve istek içinde bulunan Beyliklerin isteğini de gerekçe göstererek Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’ya gelen Moğol orduları Ankara Savaşı’nda Bayezit’i yenmiştir. O ihtişamlı padişahı da esir etmiştir. Timur, egemenliğinin devamı için çağrılısı olduğu Beyliklere topraklarını vermiştir. Kendisinden sonra, başını ağrıtacak sorunlar çıkmasın diye de Bayezit’in oğullarına da yurtluklar bırakmıştır. (Edirne’yi Emir Süleyman’a, Bursa’yı Musa Çelebi’ye, Balıkesir’i İsa Çelebi’ye ve Amasya’yı Mehmet Çelebi’ye.) Kısacası, Osmanlıların halkına yabancılaşarak ve onları köleleştirerek kurdukları ‘cennet’ bir cehenneme dönüşmüştür. Bölünmüştür. Timur’a bağlanmıştır. Timur egemenliği böylece bir belayı kendince kontrol altına aldığını ve Osmanlıyı köleleştirdiğini sanmıştır.
Anadolu’da işini tamamladığını düşünen Timur, Türkistan’a dönmüştür. Fakat Timur daha Türkistan yollarındayken Anadolu’da iktidar savaşları başlamıştır. Gerçekten çirkin ve bir o kadar da kanlı geçen bu iktidar savaşlarına tarihçiler FETRET DEVRİ ya da FASILALI SALTANAT demiştir. Bu süreç tam bir kaostur. Kardeşler arasındaki savaşlar, Bizans oyunları, düzenler ve tuzaklar müthiştir.
Mehmet ÇELEBİ, hem kardeşlerinin arasındaki ayrılıklardan, hem de kardeşlerine karşı onların düşmanlarından onlara karşı gelebilmek için yararlanmıştır. Osmanlıların bir tür gelenek, görenek ve töre gibi algılayıp uygulayageldikleri kardeş vs. katliamları başlamıştır. Önce, Musa ÇELEBİ’nin İsa ÇELEBİ’yi yok etmesine göz yummuştur. Hatta bu konuda güçlü olandan yana tavır almıştır. Fakat beklediği gerçekleşmeyince de Musa’nın güçleriyle birlikte olmuştur ve kendince bir tehlikeyi yok etmiştir. Bakmıştır ki rüzgârlar Musa ÇELEBİ’den yana güçlü esmektedir. Bu rüzgârın kendisini de oraya buraya savurup köklerinden, düşüncelerinden koparmasından korkmuştur. Güçlü ve lider birisinden destek ve yardım almayı düşünmüştür. Bu yüzden Timur’a haberciler göndermiştir. Onun için yapmak istediklerini belirtmiştir. Ona bağlılık ve düzenli vergi önermiştir. Bağlılığı ve vergi önerisi kabul edilmiştir. Karşılığında da al damgalı beraat, taç, kemer ve hırka almıştır. Bağımlı bir egemenliğin sembolü olan bu eşyalarla Mehmet ÇELEBİ padişahlığını ilan etmiştir. Bir tür ruhunu şeytana satmak olan işlere soyunmuştur. Örneğin, Timur’la aynı yüzde resmi bulunan sikkeler kestirmiştir. Timur destekli güç ile Karamanoğlu Mehmet Bey’i anlaşmaya ikna etmiştir. Böylece kandaşı İsa ÇELEBİ’yi dolduruşa getirerek Süleyman ÇELEBİ’yi katlettirmek istemiştir. Fakat Musa, Mehmet ÇELEBİ’nin ikiyüzlülüğünü ve kalleşliğini çok geçmeden anlamıştır. Bu yüzden onu tanımadığını duyurmuştur. Ardından da kendini gerçek padişah olarak açıklamıştır.
Musa ÇELEBİ’nin padişahlığı ve egemenlik sınırlarını genişletmesi Bizans imparatoru MANUEL’i kaygılandırmıştır. Çünkü Musa görülmüş, duyulmuş bir padişah değil ona ve onun gibi düşünenlere, yaşayanlara göre. Bedrettin’den etkileniyor. (Yazımın son bölümünde yaşamını anlatacağım için burada söz etmiyorum.) Şeyh’in düşüncelerine uygun olarak Beylerin topraklarını ellerinden alıyor. Bu topraklardan yoksullar yararlandırılıyor. Kulaktan kulağa aktarılan bir tür “kardeşçe hayat”ın etkileri MANUEL’in topraklarındaki yoksullara kadar ulaşıyor. Bizans topraklarındaki yoksulların gözleri açılıyor, bıçakların dahi açamadığı ağızlarını açıyor. MANUEL ‘in iktidarı sarsılıyor. Ve MANUEL, Musa’nın egemenliği altındaki gelişmeleri varlıkları için en büyük tehlike olarak görmüştür. Çünkü Musa ÇELEBİ, Şeyh’in düşüncelerinden etkilendiği, uygulamaya çalıştığı yetmezmiş gibi, bir de Şeyh’i KAZASKERliğe getirmiştir. “Kutsal Mülkiyet Hakkı”na karşı çıkan bir kazasker kolay kolay sindirilmiyor. Çünkü söylediği başka pratiği başka birisi olmamak için Şeyh önce kendi mülkünü halkın ortak malı (vakıf) haline getirmiştir. Düşüncesiyle, pratiği ile Musa ÇELEBİ’nin ilgi merkezi olmuştur. Musa ÇELEBİ fırsat buldukça onunla konuşmuştur. Ondan yeni ve özgün bilgiler edinmiştir. Gücüyle bunları gerçekleştirmek istemiştir. Bu yüzden önce, kendi egemenliği alanındaki derebeylerinin mülklerini ellerinden almıştır. Halkın ortak malı yapmıştır. Bu gibi eylemlerin gerçekleşmesi MANUEL’i rahatsız etmiştir. Egemenliği altındaki yoksulların zayıf bir ihtimal de olsa ayaklanması olasıdır çünkü. Bir bulaşıcı hastalıktan daha hızlı yayılan bu tür düşüncelerin yarattığı şok yetmezmiş gibi, bir de İstanbul’u kuşatıyordu Musa ÇELEBİ. Önceliklisi ilki olmak üzere her iki beladan kurtulmak isteyen MANUEL, Mehmet ÇELEBİ ile anlaşmıştır. Kardeşi kardeşe kırdırmak için Manuel, gemilerini ve savaşçılarını MEHMET ÇELEBİ’nin emrine vermiştir. Müthiş oyunlar, düzenler ve tuzaklara karşın yenilmemiştir, Musa ÇELEBİ.
Hemen hemen tüm ansiklopedilerin ve resmi tarihçilerin, “ÇELEBİ Mehmet, Musa ÇELEBi’nin buyruğundaki bazı beylerin gizli çağrısıyla yeniden Rumeli’ye geçti.” dedikleri olayın aslı şu olmalıdır: Mülkleri ellerinden alınan “bazı beyler” (soylular) Bedrettin’in düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışan Musa ÇELEBİ’den kurtulmak istemişlerdir. Bu yüzden saf değiştirmişlerdir. Toprakları ve küçük egemenlikleri (!) için anlaşmalar yapmışlardır ve karşılığında çok şey vaat etmişlerdir. Sonunda hesaplarda anlaştıklarından ÇELEBİ Mehmet’in safında yer almışlardır. “Mübalağasız cenk” olmuştur. Musa ÇELEBİ kendisine inananlarla, Bizanslı gönüllüler, kendinden kaçan dönekler / beylikler ve Çelebi Mehmet kuvvetleriyle çarpışmıştır. Ve Musa ÇELEBİ katledilmiştir. Bedrettin ise bin akçe aylıkla İZNiK’e sürülmüştür. Bedrettin, burada şu dersi çıkarmıştır: Hanedanlarla amaca ulaşmak olası değildir. Aslolan kitlelere, halklara yönelmektir. İznik’te hatalarından ders çıkaran Şeyh, düşüncesinin alt yapısını sağlamlaştırmak ve kalıcılaştırmak için yapıtlar oluşturmuştur. Yandaşlar, yoldaşlar yetiştirmiştir.
Osmanlı devletinin ikinci kurucusu olan ve tarihe Mehmet 1 olarak geçen ÇELEBİ Mehmet, Anadolu’ya yerleşen Türk boylarıyla sömürü ve haksızlık karşıtı kurulan Osmanlı Devleti’nin kökleşmesiyle birlikte gelişen yabancılaşmayı iyi biliyordu. Aslından uzaklaşmak, ona yabancılaşmak ‘ve amaç için her yolu doğru bilmek, işte çıkış ve dayanak buydu, ona göre. Zaten halkını ezmek ve sömürmek aslında yeni değildi. Önemli olan yerinde ve zamanında yapmaktı bunu. Bir şey daha yeni değildi, bu kanlı tarihte. O da şuydu: Kendi halkını, kardeşini bir başka halkın egemen kesimiyle birleşerek ezmek, yok etmek ve sömürmek. Bu nu, Mehmet ÇELEBİ’nin kimden öğrendiğini yine tarihten biliyoruz. Yeryüzünde benzeri ne yazık ki çok… Kendi halkını, bir başka halkın egemen kesimiyle birleşerek ezenler Selçuklulardır. Bu erksel davranış, Mehmet ÇELEBİLER’ e toplumsal bir kalıttır denilebilir. Bu süreç Alparslan-Melikşah ile doruğa çıkmıştır. İlk ve en büyük işbirlikçi Alparslan’dır. Ol gerçek böyledir çünkü. Ol gerçek tarih de… Yoksul halka ve azınlıklara yapılanlar, halkta ve azınlıklarda kurtuluş çarelerini, yöntemlerini de oluşturmuştur. İşte bu gibi sosyal ve siyasal gelişmelerin, ortamların sonuçlarıdır Şeyh Bedrettinler ve eylemleri. İlk yenilgisinden ders çıkaran Bedrettin İznik’te boş durmamıştır. Adamlarını Batı Anadolu’ya yönlendirmiştir. Güvendiği ve inandığı adamları gittikleri yerlerde devrimci önderlerinin görüşlerini, amaçlarını yaymışlardır. Taraftar edinmişlerdir. Bu ilişki zorla kurulmamıştır. İstek ve karşılıklı güven bu ilişki ye dayanak olmuştur.
Özellikle, aynı zamanda Bedrettin’in KETHUDASI olan Börklüce Mustafa Aydın-Karaburun’da, Torlak Kemal ise Manisa çevresinde yoksullar arasında iyi örgütlenmişlerdir.
(Ara başlıklara aldırmaksızın bu yazı bir bütün olarak da okunabilir, fakat yazının başında belirttiğim üç gerçek daha iyi anlaşılsın diye bir başka bölüme bir girizgâhla geçiş yapmak istiyorum.)
2. BEDRETTİN’İN DÜŞÜNCESİNİ OLUŞTURAN KAYNAKLAR:
Bir kere ideolojiler, yaşama egemen olmak isteyen düşünceler dizgesidir. Bu yüzden ideolojik yapılanmaların temelini oluşturan düşünceler şu ya da bu kişilerce yoktan var edilmiş veya düşünüle düşünüle oluşturulmuş söylemler değildir. Onlar, yaşamın zihinlerdeki yansımalarıdır o kadar. Ve ideolojiler birbirinden kopuk veya özerk bütünlükler değildir. Kesinlikle, bir ideoloji, diğerinin ebesidir, hazırlayıcısıdır. İşte, benzer biçimde Bedrettin’in de düşünce sistemi, ideolojisi bu bağlamda salt kendisine özgü değildir. Bir çeşit içselleştirme, bir çeşit yaşama egemen olan düşüncelerin ortamından kaynaklanan dizgedir. Eklenebilir ki özgünlüğü söz konusu edilmek istendiğinde, kendisi gibi Ortaçağ’da örnekleri sıkça görülen sosyal halk ayaklanmalarının liderlerinden ve görüşlerinden bir sentez oluşturmayı başarmıştır. Benzer görüşlerden soğurulan Bedrettin felsefesi günümüzde de çok az değişikliğe uğrayarak savunulan insanca yaşamın doğrularındandır diyebiliriz.
Çünkü o, bunu hak ediyor. Bedrettin’in ideolojisini oluşturmasında yararlandığı veya esinlendiği, etkisinde kalarak ve kendine göre dönüştürdüğü sosyal kaynaklar şöyle özetlenebilir. Bu arada bir gerçeği dillendirmek istiyorum. Okuduğum kitapların içinde, en çok bu konuya önem veren RIZA ZELYUT olmuştur. (Rıza Zelyut’un bugünkü düşüncesiyle Bedrettin’e uzaklığını bir kenarda tutacak olursak…) Onun düşüncesini oluşturan kaynaklara geldikte:
- Mısır’daki Şii-Fatimî düşüncesi, Karmetilerden gelen etkiler.
- Horasan’daki Bektaşilik ve bunun Anadolu’da görülen biçiminden kaynaklanan düşünceler.
- Hıristiyanlık, Museviliğin ahlaksal görüşlerinden kazandığı düşünceler ve deneyimler.
- Yunan felsefesi ve Batlamyus’ un etkisi.
- İslamiyet’in bağımsız yorumu.
3. ŞEYH’İN DÜŞÜNCESİNİ, EYLEMİNİ SOMUTLAYAN YAPITLARI VE YAŞAMI:
Bedrettin’in niteliklerinden biri de halkının daha iyi yaşaması uğruna verdiği savaşımdır. Çünkü o böylesi bir ereğin ve isteğin savaşçısıdır. Doğrudur. Fakat aynı zamanda, o günkü toplumun “Rum gemiciyi ve Yahudi esnafı” kendisine kardeş ilan edebilmeyi de başaran bir insandır. Başka ulusları ezmeyi düşünmemiştir. Evrensel özgürlük bilincini taşıdığı için o günün koşullarındaki “Irkçılık”ların karşısında olabilmiştir. O, böylesi özgün ve o dönem için gerçekten de oldukça ileri düşünceleri yukarıdaki kaynaklardan oluşturmuştur. Yaptığı bir çeşit kolaj değildir.
Bu kaynaklar, bize onun çok okuyan, araştıran, kılı kırk yaran bir düşünürdür. Bu yüzden de çağdaşı, yaşıtı nice düşünürden ileride olduğunu kanıtlıyor. Ki onun bu alandaki yetkinliğini yeri geldiğinde düşmanları bile dile getirmekten geri durmamışlardır.
Bedrettin’in yapıtları, kendisinden sonra, önemini korumuştur. Özellikle hukuk alanın da yapıtlar vermiştir. “Kendi fetvasıyla kendisiyle astılar” sözü, onun bu alanda ne denli etkin ve yetkin olduğunun kanıtıdır. Onun bilinen yapıtları şunlardır:
- Maksud’a Ukuü’l Cevahir Şerhi
- Letaif-ül işarat
- Camü-ul Fusuleyn
- Teshil
- Nürü’l Kulüb Tefsiri
- Varidat
Yapıtları sistematik olarak korunmamıştır. Her yazar, bir yapıtından söz etmiştir. 3. ve 4. sıradaki yapıtları hukukçuların vazgeçemedikleri yapıtlar olmuştur. Yeniden temize çekile çekile varlıkları korunmuştur. Bugün çok yaygın olan ve Bedrettin’in adıyla özdeşleşen yapıtı Varidat ise 17.yy’a dek yasaklanmış yapıtıdır. Bedreddin’in hukuksal ve siyasal görüşleri, TESHİL ‘in önsözünde belirir. Onun toplumsal görüşlerini bu yapıtından öğreniyoruz ne yazık ki. Hukuk görüşünü, ÖZGÜRLÜK-BAĞIMSIZLIK ve ADALET ilkelerine oturtmuştur. Yargı alanında özgürlüğü çok önemsiyor: “Birtakım kadılar, kendilerinden önce gelmiş büyük yorumcuların yorumlarından dışarı çıkmıyorlar. Bu, bir bağımlılıktır. Çağa göre değişmiş olabilir onların yargıları,” saptaması bunun kanıtı. Bugünün yargı anlayışıyla kıyasladığımızda değişen bir şeyin olmadığını anlamak olasıdır.
Tasavvuf konusunu işleyen Varidat onun çağlara kalmasını sağlayan yapıtıdır. Burada da hukuk ve toplumsal alandaki görüşlerine yakın bir dinsel yorum söz konusudur. Yeni açıklamasını yapmaya çalışmıştır. İslâm’ı Aristo felsefesiyle açıklamıştır. Şeyh bu yapıtıyla diğerlerinden daha çok tutucu olduğu görüşü de onun üzerine araştırma yapan, kitap yazan araştırmacı / yazarların ortak görüşleri arasında yer alıyor. İslâm söylemleri dışında bir şey söylemeyen Bedrettin’in Varidat’ı bize bu konuda onun neler düşündüğünü belgeliyor. Burada ondan örnekler sunalım:
Bedrettin, her ne kadar ölen şeyh i Şeyh Hüseyin Ahlâti’nin yerine geçtiyse de, her fırsatta şeyhlikle ilgisi olmadığını, asıl amacının dünya düzeni ve adaleti olduğunu belirtmiştir. Ve şeyhliği reddetmiştir. Yeryüzünde “kutsal” sayılan bir şeyin bulunmadığını söylemiştir. O diyor ki: “Tanrı her şeydedir, her şey ondadır. Bu bakımdan herhangi bir varlık, “Ben Tanrı’yım” diyebilir. Çünkü Tanrı’nın özüyle yaratılanlar birdir, arada fark yoktur.” “Evren Tanrı’yla bir ve aynı olduğu için yaratılmış değildir, öncesiz ve sonrasızdır. Bundan dolayı da kıyamet kopmayacaktır.”
“İlahi irade yanlış yorumlanan bir kavramdır. Tanrı iradesi varlığın özünde “oluş gücüyle” sınırlıdır. Bir varlığın özünde de bulunmayanı Tanrı da isteyemez, istese de yaratamaz.”
“Varlık âlemi birdir. Dünya, ahiret iki ayrı varlık değildir. Ölümden sonra dirilme yoktur.”
“Tanrı her şeyin yeteneği neyse onu diler, başka bir şey dileyemez.”
“Meleklerin ve şeytanın birer varlığı yoktur. Çünkü melekler insanı iyiliğe yönelten güçlerdir, şeytan ise kötülüğe yönelten şeylerdir.” “Cennet, cehennem birer kavramdır. Her ikisi de insanın dünyadaki mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilgilidir. Mutlu olan cennette, mutsuz olan ise cehennemdedir.”
“Dinler, mezhepler arasında hiçbir fark görmemek gerekir. Çünkü Kur’an’da geçen bütün kavramlar, buyruklar, birer örnektir. Gerçek amaç insanlara, doğruyu, ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır.”
“Yaşam doğumla başlar, ölümle biter. Ruh, bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir. Bedenle ruh da göçer gider. Ruhun özel bir hayatı yoktur.”
“Tasavvufun sonu ikiyüzlülüktür, demişlerdir, çünkü tam bir tasavvufçu gözlerin görmediği, kulakların işitmediği bir takım gizli halleri anladığı hâlde bunların çoğunu söylemez. Herkesin aklına ve doğasına uygun olanları açıklar.”
“Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Bu yüzden gerçek olan, yüceltilmesi gereken insandır.”
Bedrettin’in ön gördüğü “kardeşçe hayat”ın dayanakları ve görüşleri TESHİL adlı yapıtının önsözündedir. Bunları da şöyle özetlemek olasıdır.
Tanzimatçılar, Resmi Osmanlı ve günümüz burjuva tarihçileri ile konformist aydınlar (!), Bedrettin’i “devlet olanakları”yla padişah olmak istemekle suçlamışlardır. Bunu yalanla yan gerçeklerden biri de şu: “Tebriz’de, Timur’un önünde yapılan tartışmalarda bilgisinin derinliğini kanıtlayan Bedrettin’e, Timur; hem kızını hem de bir ülke emirliğini vermesi ve onun da bunları reddetmesidir.
Adaletli ve eşitlikçi bir devlet öngördüğünden, din farkını ortadan kaldırmak istemesinden, mülkiyeti ortadan kaldırarak bütün mal ve mülkün halkın ortak malı olması gerektiğini yaymasından dolayı zamanında taraf bulmuştur Bedrettin. O, birbiriyle uzlaşır çelişkiler içinde bulunan yoksul yığınlar arasındaki çelişkileri çözümleyerek onların sömürülmesine son vermek için sömürücü yığınların baskı aracı olan Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının görev ve zorunluluk olduğunu yüksek sesle haykırmıştır. Ve o demiştir ki: “Yoksul halka, toprağın eşitçe paylaşıldığı bir toplum düzeni gerekmektedir. Çünkü Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Böylece, dünyanın toprağı ve bu toprağın tüm ürünleri, insanların ortak malıdır.” Yine “İnsanlar eşit olarak yaratılmışlardır. Biri mal toplayıp ötekinin aç kalması, Tanrının amacına aykırıdır.” diyen de odur.
“Ben, senin evinde, kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimizin içindir ve hepimizindir.”
“Kıyan ve zorba bir yönetimin buyruklarına uymamak gerekir.”
“Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünüdür. Bu zorbalığa boyun eğilmemelidir. İnsanca yaşamda köleliğe yer yoktur asla.”
“BÜTÜN DÜNYA MALLARI ORTAKLAŞA YARARLANMAK İÇİNDİR, YERYÜZÜNDE TABİİ SINIRLAR, SENİN BENİM DİYE GERÇEKTEN BÖLÜNMÜŞ TOPRAK PARÇALARI YOKTUR. ANCAK NİKÂHLI KADINLARI BU MAL ORTAKLIĞI NIN DIŞINDA TUTMAK GEREKİR.”
Göçebe Türkmenlerin, Hıristiyanların, Musevilerin ve Ermenilerin de aralarında bulunduğu pek çok yandaş kazanan Bedrettin daha fazla İznik’te kalamaz. Gizlice oradan ayrılıp İsfendiyaroğulları Beyliğine sığınır. Bir süre burada barınır. Mehmet ÇELEBİ’nin dayatmaları ve tehditleri yüzünden bu beyliğe zarar vermemek ve zorda bırakmamak için Rumeli’ye geçer. Davasını Zağra, Silistre, Deliorman gibi merkezlerde sürdürür.
Mehmet ÇELEBİ, Bayezid Paşa ile oğlu Murad komutasında büyük bir ordu gönderir. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa, yandaşlarıyla katledilir. Aman dilemedikleri için önce Börklüce katledilir. Daha önce, yakalandıktan sonra, bir tahtaya ellerinden, ayaklarından ve başından çivilenir. Sokak sokak gezdirilir. Müritleri gözlerinin önünde öldürülür. “Dede Sultan eriş!” ten başka söz dökülmez dudaklarından. Zincirlenip İstanbul’a getirilen yoksul emekçiler, Tuzla’da başları kesilirken, boğulurken, kısacası ölüme giderken çok sevdikleri liderlerinin gözlerinin önünde katledilişleri canlanır, o kadar.
Sonunda Bedrettin de Bayezid Paşa tarafından yakalanır. Serez’e getirilir. Bir bilginler kurulu önünde yargılanır. İlginçtir. Şeriat yasalarına göre suçlu bulunmaz. Ancak ört yoluyla suçlu bulunur. Kuruldan onun için bir fetva çıkmaz. Bu, egemen sınıf bilginlerini ne derece aştığını gösteren çarpıcı bir örnektir. Kısacası kimse fetva veremez. İbn-i Arabşah’ın yazdığından aktarıldığına göre, kendisi için idam fetvası verir. Mevlana Haydar Acemi de bunun üzerine “malı haram, kanı helaldir.” diyerek asılmasını istemiştir.
Bedrettin eylemi, toprağın özel mülkiyetini ortadan kaldırmaya dönük bir eylemdir. Tarihsel değeri de, önemi de budur. Kimine göre din bilgini, kimine göre bir isyankâr, kimine göre toplumsal bir ayaklanmanın lideri, kimine göre ise “kardeşçe hayat”ın savunucusu ve düşünürü olan 1358’de Serez’de doğup (bugünkü Edirne ile Ortaköy arasında bir yer.) 1417 ya da 1420’de asılan Şeyh Bedrettin gerçek anlamda kişiliği, görüşleri ve yapıtlarıyla günışığına çıkarılmayı bekliyor görüşündeyim. Onun inancına ve görüşlerine uygun bir çalışmanın ivedilikle başlaması gerekiyor diyorum.
Kaynakça:
- Azap Ortakları / Erol TOY
- Ben de Halimce Bedreddinem / Radi FİŞ
- Varidat / Vecihi TİMUROĞLU
- Halk Şiirinde Gerçekçilik / Rıza ZELYUT
- Şeyh Bedrettin Destanı / Nâzım HİKMET