Öncelikle belirtmeliyim ki alanında uzman kişilerin yazdıklarından çeşitli zamanlarda yaptığım okumalardan edindiğim kimi bilgileri yazma sevdalısı olmaktan daha çok okuma heveslisi biri olarak içselleştirdiklerimi kendi cümlelerimle aktarmaktan başka bir şey yapmıyorum.
Bu konuda araştırma yapan, düşünce üreten özellikle dilbilimcilere ve geçmişten günümüze insanın gelişimini bulgular ışığında anlatmaya ve anlamamıza yardımcı olanlara hayranlık duyduğum ölçüde teşekkür de ederim. Çünkü ufuk açıcı çabaları, yazdıkları olmasaydı hem bu konulardaki bilgilerden haberimiz olmayacak hem de en azından benim gibi ilgili, meraklı olanlara geniş bir bilgi kapısı açılmayacaktı belki de…
İddialı bir başlık gibi görünebilir ama yazının başlığı has yazar ve öykücü Osman Şahin’in yıllar evvel; bana, bir buluşmamızda söylediklerinden çıktı. Onunla dostluğumuz, Mersin merkezli çıkardığım/ız Aykırısanat dergisi günlerinden ve katıldığım kimi etkinliklerde birlikte olduğumuz zamanlara dayanır.
Bir zamanlar evli olduğu sevgili Yıldız Cıbıroğlu’nun (1996, Payel Yayınevi) Kadının Yazısız Tarihi adlı kitabı yeni yayımlanmıştı. Osman ağabeyim onu bana imzalı getirmiş ve hakkında da yazmamı istemişti. Yazdım da, o yazım Geride Yazılan Kaldı adlı kitabımda var. Oturup ondan, bundan söz ettiğimizde söz döndü dolaştı İstanbul’daki kimi yazarların kendisine tepeden bakışlarını, mealen şu sözlerle aktarmıştı: Yazdıklarımdan filmler yapılıyor, ödüller alınıyor, kitaplarımın baskı üstüne baskısı yapılıyor. Onlar kabullenmeseler de yazar olarak bir Osman Şahin var yani; ama anamın dilinden başka dil bilmiyorum ve bazıları gibi köşklerde, yalılarda, Boğaz’da oturmuyorum diye beni gördüklerinde burun kıvırıyorlar… İşte bu ‘ana dil’den başka dil/ler bilmemek gerçekten de bir hapishane midir? diye çoktandır içimde dönüp duran bu sorunun kendimce yanıtını vereceğim ama çocukluğumdaki kimi pazarlamacıların insanların ilgisini çekmek için, ağzı sıkıca kapatılmış cam kavanozdaki sıvıda cansız duran yılan üzerine bir şeyler söyleyip yeterince potansiyel müşteriye ulaşınca da, kalabalığın görebilecekleri bir yere koyduktan sonra, satacakları her neyse onu anlatmaya geçmeleri gibi; sorumuz o kavanozdaki yılan gibi dursun bir kenarda. Akışın sonunda o cansız yılan gibi olan soruya döneceğim.
Dünyanın farklı bölgelerindeki farklı halklar için tarihin çok farklı biçimde geliştiğini neredeyse hepimiz biliyoruz. İnsanın, dünyanın ve burayı bizimle paylaşan bitkilerin, hayvanların evrimsel gelişimini araştıran, merak eden ve merak ettiğini görünür, anlaşılır yapmaya çalışan bilim insanları; insanlar niçin farklı kıtalarda farklı hızda gelişti? Tarihin seyrini oluşturan şeyler bu hız farklılıklarının sonucu mudur gibi soruların peşinden gitti. Hâlâ da gidiyorlar… Geçmişten günümüze, yani en azından yazının bulunuşundan ve de pratik hayatta tam olarak (günümüzdeki alfabeler gibi) kullanılmaya başladıklarından bu yana… Çünkü halklar arasında geçmişten gelen farklılıkların günümüzdeki ekonomik ve sosyal yaşamlarının yanı sıra yansımaları da yadsınamayacak bir gerçeklik. Özellikle dünyamızda yaşayan yaklaşık 7 bin dilden (ki bu sayı çok önceleri 10 binin üstündeyken bir şimdilerde 6 binin biraz üzerinde.) çoğu yok olma, yerini İngilizce, Çince, Rusça ve son yıllarda çok daha fazla sayıda insanın konuştuğu (Almanca, Japonca, İspanyolca vs) başka birkaç dile bırakma tehlikesiyle kuşatılmış durumda… Türkiye’de de resmi dil dışındaki ( 50’ye yakın dil) azınlıkların ve göçmenlerin dilleri de bu tehlikeyle karşı karşıya, maalesef.
İlgili uzmanların belirttiğine göre, insan kanıksadığımız anlamda olmasa da teknolojiyi 2.5 milyon yıl önce kullanmış. Türümüzün ilk taş aleti yapıp kullanmasından bu yana gelişip çeşitlendi. Günümüzde teknoloji o kadar çabuk gelişiyor ki gelişmelerin haberleri yazılı ve görsel medyada misliyle yer alıyor ve biz de neredeyse tüm gelişmelerin hızına yetişemiyoruz, desek abartmış olmayız. Geçmişten günümüze doğru tek yönlü vektör gibi ivme kazanan bu gelişim araştırmacıların dediklerine göre iki sıçramanın sonucudur. İlki bundan 100 bin ile 50 bin yıl öncesi arası; belki de tür olarak vücudumuzda oluşan bir değişimin sonucu, yani çağdaş dil ve konuşma yetisine ya da beyin işlevlerine veya her ikisine birden zemin olan çağdaş anatomimizin evrimleşmesi sonucu olan sıçrama. İkincisi de tür atalarımızın yerleşik hayata geçişlerinin üzerine süreç içinde meydana gelen değişimlerin sonucu olan sıçrama. Farklılıklar öyleyse de bu yerleşik hayata geçiş, çoğalmayla birlikte ve yeterince yiyeceği avcı/toplayıcı olarak bulamama kaygısı elde edemeyecekleri yiyeceklerin üretimiyle gelişen beyinsel aktivitelerimiz, hayatlarımıza giren yeni üretim alanlarıyla birlikte gelişen ellerimiz evrimleşerek pek çok farklı alanlara da ilgi göstermeye başladı. (1)
Peki, insan dili nasıl gelişti?
4,5 milyar yaşındaki gezegenimizde türümüzün 6 milyon yıl önce günümüzdeki şempanzelerden evrilerek ‘homo sapiens’e dönüşmesi gerçeğini yazıp söyleyenleri bir anlığına unutsak da ilk türden günümüze doğru olan insanlık yelpazesi maalesef böyle değildi; görüntüsüyle de, emeğiyle de, kıyafetiyle de, yapıp ettikleriyle de, elleriyle de, beyniyle de; diliyle de… Elbette ki bu konularda yazılmış ve dilimize de kazandırılmış pek çok kitap var; ilgi duyanlar bunları edinip okuyabilir. Konunun kapsamı dışında olan insan elinin gelişimiyle ilgili de pek çok kaynak var ama Engels’in emeğin gelişimindeki rolü bakımından yaptığı okumalardan kotardığı makaleler ‘el’in gelişimine de anlaşılır biçimde ışık tutar. Dil konusundaki temel tartışmanın, dilin doğuştan gelen bir yeti mi yoksa sonradan öğrenilebilen bir yeti mi olduğu üzerine yoğunlaştığını söylemek mümkün. Ünlü dilbilimci/düşünür N. Chomsky dilin doğuştan gelen bir yeti olduğunu iddia eder. Genelde bilim dünyası bu tezi destekler. Çünkü beynin çeşitli bölümlerinin dil uyaranlarına hazır olması, doğuştan gelen, anatomik olarak kendiliğinden getirdiğimiz bir özellik. Ancak çocuk doğduğunda çevresinde herhangi bir dile maruz kalmazsa dilin ortaya çıkması da mümkün olamıyor.
Homo habilisten evrimleştiği söylenen Homo erectus’tan beri insanımsılar konuşma üzerine kurulu toplumlar oluşturarak diğer varlıklardan kendilerini ayırt etmiş görünüyorlar. Bugünse modern homo sapiens, sapiens’leri diğer türlerden ayıran şey, her şeyden çok, yazı üzerinde durmuş küresel bir toplumdur. Yazı yazma, bir zamanlar sadece birkaç bin kişinin uzmanlığı bir alanken, günümüzde dünya nüfusunun neredeyse yüzde 85’inden fazla insan tarafından icra edilen bir beceridir. Günümüzde; geçmişte var olan çoğu yazı sistemi ve alfabe artık mevcut değil ve bir dizi rastlantısal gelişmelerin sonucu olarak Latin alfabesi dünyanın en önemli yazı sistemi olmuştur… Voltaire’in, ‘sesin resmi’nden çok daha fazlası artık günümüzde yazı.(2)
‘İnsanlar, sonsuza dek çocuk kalmazlar. Eninde sonunda büyüyüp dışarıdaki düşman yaşama katılmaları gerekir. Biz bunu gerçekliğe eğitilmek diye adlandırıyoruz. Hayır, bilimimiz bir yanılsama değildir. Ama bize veremediğini bir yerden elde edebileceğimizi düşünmek; işte bu bir yanılsamadır,’ der Sigmund Freund. Bu açıdan baktığımızda bilim insanları verilerden yola çıkarak sonuçlara ulaşır ve emin olmadıklarını da paylaşmaz. İnsan dilinin kökeni, benzersiz ve eşsiz insana nasıl dönüştüğümüzü anlamada en önemli gizemi oluşturuyor. Bu yüzden de bilim insanları bu gizemi çözmeye çalışıyor. Dil, herhangi bir hayvanın yapabileceğinden çok daha net biçimde birbirimizle iletişim kurmamıza olanak tanır. Ama ne yazık ki ilgili bilim insanlarının elini kolunu bağlayan aşılmaz bir gerçeklik var önlerinde, en azından şimdilik. O da şu: Dilin kökeninin izini sürmek, insan pelvisinin, kafatasının ve sanatının izini sürmekten çok zordur. Çünkü dille ilgili fosil yok, bu yüzden dilin, konuşma biçimlerinin kökeni, gelişimi ve evrimi varsayımlara ve türümüze yakın primatlarla yapılan kimi deneysel araştırmalara dayanmaktadır. Bundan dolayı da yazı içinde açıklamaya çalıştığım iki önemli ‘sıçrama;’ Afrika’dan dünyaya yayılan insanların süreç içinde gelişimi, evrimi ve birbiriyle ilişkileri yüzünden beyinsel aktiviteleriyle birlikte dilleri ve konuşmaları gelişmiş olabilir. Bir önceki yazıda da belirtildiği gibi beyinsel aktarımlar yetersiz kaldığından yazıya ihtiyaç duyuldu.
Aslında icatların pek çoğu ya da büyük çoğunluğu, sırf merak ya da tamircilik aşkının etkisiyle harekete geçen kişilerin eseriydi. Bir ihtiyacın sonucu değillerdi teknolojik buluşlar. Nasıl ki hiçbir şey yoktan var edilmiyorsa, sonunda bir kullanım alanı bulan her büyük icada karşılık bulunamayan sayısız öncül icat var. Tekerlekten lambaya, lambadan araç ve uçak motorlarına, motorlardan bilgisayara kısacası her icadın öncülleri var ve bu gibi icatlara damgasını vuran kişiler, tam da Jules Verne’nin dediği gibi, olandan olabilecek olana düşünsel ve uygulamalı yolculuklar yaptıklar ve sonuca ulaştılar. Ulaşıyorlar da… Bundan yola çıktığımızda genelde yazı için de benzeri söylenebilir. Çünkü Geçmişten günümüzdeki yazı çeşitlerine kadar insanlık iplerden çentiklere, çentiklerden taşlara, taşlardan çizgilere kadar pek çok kendilerince kalıcı semboller, işaretler, modeller kullandılar ve sonunda birbirinden bağımsız ama birbirinden etkilendikleri artık bilinen ilk yazılara kadar gelindi.(1)
Önceki yazılarda da belirtildiği gibi yazının tarihin akışı içinde simgesel/göstergesel olan ilkyazılar yeterli olmayınca; bulundukları zamanlardan günümüzden 3 bin yıl öncesine kadarki gelişmeler ve eklemelerle konuşma dillerinin aracı olabilecek alfabelere dönüştüler. Modern alfabelerin kökeni, Fenike alfabesine dayanmaktadır. Bazı araştırmacılara göre Fenikeliler yazı sistemini, Mısır hiyerogliflerinden esinlendi. Ama bilinen şu ki, tek bir harfe karşılık tek bir ses kullanma kavramı Fenikelilerle ortaya çıktı. Fenike alfabesi, Fenikelilerin tüccar olmasının da yardımıyla bütün Akdeniz çevresine yayıldı önce; sonra da başka halklara alfabeleri için model oldu. Arapların, Yunanların, İbranilerin ve Latinlerin alfabeleri hep Fenike alfabesinden türetildi… Ama MÖ 7. yüzyılda Romalıların Yunan alfabesini örnek alarak kotardıkları Latin alfabesi özellikle İngilizce üzerinden bilgisayar ve internet aracılığıyla kendi özgün alfabeleri olan (Çince, Rusça, Arapça, Japonca vs) ülkeleri kuşatmış durumdadır. Yazılanlara bakılırsa, Latin veya Romen harfleri, kökeni antik Roma tarafından Eski Latinceyi yazmak için kullanılan Latin alfabesine dayanan bir yazı sistemi. Modern Latin alfabesinde 26 harf var. Latin harfleri şu anda dünyada en yaygın kullanılan yazı sistemi… Latin harfleri, görsel olarak Eski Yunan harflerine benzer. Eski Yunan harfleri de günümüz modern alfabelerin temeli olan Fenike alfabesinden türemiştir. Roma’nın erken dönemlerinde Etrüskler tarafından kullanılan Cumae Grek alfabesi zamanla Etrüsk alfabesine evrimleşmiş, Romalılar da bu alfabeyi benimseyerek geliştirmişler.(2)
İnsan dilinin nasıl geliştiğine gelecek olursak…
Pek çok hayvan birbiriyle çıkardıkları sesler aracılığıyla iletişim kuruyor. Özellikle primatlar arasında nereye konacakları tartışmalı da olsa velvet maymunları ile ilgili yapılan kimi saha araştırmalarında grupları arasında kan bağı olanlarla ve ya olmayanlarla, kendi aralarında tehlikeli durumlarda ya da bu gibi durumlar karşısında çıkardıkları sesler farklı ve pek çok olduğu gözlemlenmiş. Bu gözlemlerin sonucunda bir kartala, çitaya, başka maymunlara vs çıkardıkları seslerin farklı olduğu, bu gözlemi yapanlara inanmayan başka bilim insanları tarafından hem çıkardıkları sesler hem de sahadaki davranışlar görüntülü kayıt altına alınarak test edilmiş ve aynı sonuçlar alınmış. Orangutanlar, kimi balıklar, kuşlar ve kara hayvanlarının başka türlerinde de benzer sonuçlar gözlemlenmiş. Bizimle diğer türler arasında, ‘hayvanlar’ dediğimiz kategoridekilerle kabullendiğimiz ve kabullenmediğimiz özelliklerimiz var. Bu gruptakilerin birbirleriyle ve de bizimle paylaşmadıkları ve sadece bize özgü bazı özelliklerden yoksun oldukları anlamına gelmiyor bu sınıflandırma dediğimiz kategori. Bize özgü bu nitelikler arasında konuşmak, yazmak ve makineler yapmak başta geliyor. Son yıllarda yapılan moleküler genetik çalışmalar genlerimizin yüzde 98’nin diğer iki şempanzeyle (adi şempanze, bonobon) aynı olduğunu gösteriyor. Bu demek oluyor ki bizi bu iki türden ve de ötekilerden ayrıştıran ve özel yapan da geride kalan yüzde 2’lik kısım. Bizi eşsiz, benzersiz ve de insan yapan bu kısmı Jerad Daimond, ‘Üçüncü Şempanze’de bir roman dili sadeliğinde anlatır.
1974’te Fransız Maurice Taieb ile Amerikalı paleontolog Donald Johanson’un ekibinin Doğu Afrika’da Etiyopya’nın Hadar (en) bölgesinde bulduğu, yaklaşık 3,2 milyon yıl yaşında, 105 cm boyundaki Australopithecus afarensis fosili olan Lucy, tartışmalı da olsa insan dilinin gelişimine ışık tutuyor. O zamana kadar bulunan en eski hominine ait bu fosilde, daha öncekilerde olmayan özellik sadece yürümesi değildi. Birbirimizi anlamak, dertleşmek ve duygularımızı, düşüncelerimizi birbirimize aktarmak için hançere, gırtlak, ses telleri, dişler, yutak, dil vs çok önemli. Lucy’de önceki fosillerde olmayan konuşmasını da sağlayabilecek şeyler vardı. Yani bir iddiaya göre 3. 2 milyon yıl öncesinden bu yana dil gelişti evrimleşti ve yerleşik hayatlarla birlikte yiyecek üretimi çoğaldıkça insan da çoğalmaya başladı… Bulundukları yerlerde kendi konuşma dilleriyle birlikte yazıları da şekillenmeye değişip dönüşmeye başladı. Özetle bunları söylemek mümkün. Ve görünen o ki geçmişten günümüze nasıl ki tek dillilik olanaksızsa bugünden geleceğe de pek çok öteki dilleri içinde yok etse de dünya halkları tek dil konuşan bir dünya ulusu olmayacak görünüyor.
Şimdi, o kavanozdaki gibi sorunun yanıtını verecek olursam… Hızına yetişemediğimiz teknoloji durmadan gelişirken, bilgisayar ve akıllı telefonlar birbiri ardına yenilenip hayatımıza girmişken birileri, bu ister ana dili isterse içine doğulan toplumun egemen dili olsun, tek dil insanın hapishanesi değil desin bence tartışma götürmeyecek denli en azından bana göre yanlış olmasa da eksik bir yanıt diyorum. İddia o dur ki akıllı telefonlara yüklenen diller arası çevirilerle insanlar birbirini anlayabilir, meramını da aktarabilir. Ben de bildiğim kırık dökük Almancayla yurtdışına çıktığımda meramımı anlatıyorum o kadar. Bu konuştuğum dilin bana bir hapishane olmadığı anlamına gelmiyor maalesef. Çünkü konuştuğum dilin her alandaki inceliklerini konuşma ve yazma biçiminde bildiğim gibi ikinci, üçüncü hatta dördüncü bir dili konuştuğumuz dilin her alandaki incelikleri gibi bilmek isterdim. Dili insanın tek kişilik hücresi; o hücreden dünyaya açılmaya çalışması teknolojik verilerin sonuçlarıyla giderilecek gibi değil. Bu yüzden Osman Şahin’e yaklaşımlar yanlış ama tek dilli olmak da bir o kadar haksızlık. Ama bir lisan bir insan, iki lisan iki insan gibi sözlerin karşılığını, yazı dilleri gibi başka dilleri de konuşanlar var elbette; ne mutlu böylelerine. Bir dili kırık dökük konuşmak o dili ana dili ya da içine doğulan toplumun/devletin dili gibi bilmek anlamına gelmiyor. Hangi kaynaktan okuduğumu bilmiyorum ama bir başka dili konuştuğu dil gibi yazı ve konuşma dili olarak bilmekle ilgili bir anekdot anımsıyorum. XIV. Louis ile ilgili. Rivayet odur ki Louis, İspanya’ya bir sefir atar. O kişi Fransa’dan ayrılmadan önce de onuruna bir yemek verilir. Bir ara Louis, ona; ‘İspanyolca biliyor musun?’ diye sorar. Aldığı şarabın da etkisiyle, ‘bilmiyorum,’ der. Louis, ‘çok yazık,’ diyerek karşılık verir. Adam kendine gelir ve bin bir pişmanlık içinde kıvranır durur. Atanmayacağını düşünür ve cesaretini toplayıp Louis’ye der ki, ‘İspanyolca bilmiyorum diye beni göndermeyecek misiniz sayın kralım?’ Louis, gülümser ve der ki, ‘elbette göndereceğim ama sen Cervantes’in inceliklerini onun dilinden anlayamayacaksın, işte bu yüzden yazık demiştim.’ Başka bir dili veya dilleri, kendi dilinin yazı dili konuşamayan her insan bence zarardadır ve bunu başarabilenler de gerçekten çok özel kişilerdir. Elbette ki bunu başarmak çok zor ve doğrudan eğitimle, istekle ve birçok başka şeyle de ilgili. Yazanların bile çoğunun kendi dilinin yazı dili gibi konuşamadığı bir dünyada başka dilleri ana dili ya da konuştuğu dil gibi konuşabilmek çoğunluk için bir hayal diyebilirsiniz. Doğru olan da hayalleri gerçekleştirmek değil mi?
Yazma ve konuşma alanınız tüm dünya, hatta evren olabilir; düşünme, yazma ve konuşma diliniz tekse; inanın benim gibi dilinizin hapishanesindesiniz demektir.
- Dilin Tarihi, S. Roger Fischer (İş Bankası Kültür Yayınları, 2013)
- Yazının Tarihi, S. Roger Fischer (İş Bankası Kültür Yayınları, 2023)