Sabâ Altınsay’ın romanı Ursula L. Guin’in bir alıntısıyla açılıyor,
“Hepimiz acı çekiyoruz ama yeterince değil.”
Bu alıntı bana şu ipucunu veriyor, romanda acıyla karşılaşacağız. İnsanın çekmeye muktedir olduğu hayat acıları. Bazılarımız için yaşamak başlı başına bir meseledir. Henüz yaşamın gerisinde sakladığı hazlardan bihaber, yaşam savaşı verilir – yani – hayatta kalmak demek istiyorum. Daha fazlası değil. Savaşın, açlığın, yoksulluğun artık adı yok; tespitler ya da konuşmalar ya da konferanslar ya da tartışmalar ya da seçimler yetmiyor. Her şey olağan sıradanlığıyla, olağan seyrinde, her geçen gün eskisinden daha kötü bir hâlde öldürücü etkilerini göstermeye devam ediyor. Herkes evine çekiliyor. Onlar hariç, yani dışarıdakiler, biz olmayanlar, biz hariç dünyanın geri kalanı. Herkes. Seyredenler hariç.
Öyle zamanlar ki yaşamak başlı başına bir suç gibi hissettiriyor.
Roman bir itiraf bölümüyle açılıyor: “Kardeşim öldürüldü benim”. Her şey bu bilginin etrafında şekillenecek. Anlatıcı roman boyunca değişiyor ancak biz genç Nihan’ın kız kardeşinden bahsedişiyle başlıyoruz. Bu bahsedişte sevginin yanı sıra insanca bir duyguya tanık oluyoruz, “kıskançlık”. Nihan kız kardeşi Asuman’dan bahsederken ona duyduğu hayranlığı gizlemiyor. Nihan’ın düşünceleri, fikirleri var. Bunlarla ne yapacağını bilmese de hayata karşı bir duruş seziyoruz. Asuman ise eylemlerinde daha cesur, âşık oluyor, aşk acısı çekiyor, “ben gidiyorum” diyip çekip gidebiliyor. Dış dünyaya meraklı, duyguları anlamak istiyor. Nereden geldiklerini bilmeye ya da bir yere varıp varamayacaklarını görmeye ihtiyacı var. Anneannesinin dizinin dibine oturup geçmiş yaşamların aşk gibi ortak hisleri nasıl algıladıklarını öğrenmek istiyor.
“İnsan neden âşık olur anane?”
“Olmak istediği için herhalde.” (sf.21)
Nihan ağırbaşlı, doğrucu yaradılışının ardında zaman zaman kardeşi Asuman gibi özgür olmayı düşler. Çok doğal! Eğer bu dünyaya bir kez gelmişsek içimizin tam bir isyanla dolup kabarmasından daha onurlu bir haz olabilir mi?
Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” romanını hatırlayalım. Şöyle diyordu,
“Hiçbir tuhaf yanı yok. Özgür ve mutlu bir insan olmak istemek neden tuhaf olsun! Böyle bir istek duymak ne müthiş bir buluş ne de göz kamaştırıcı bir kahramanlıktır.”
Hikâyenin kırılma anından önce kapitalizm ve emek kavramlarına dair güzel açılımlara yer veriyor Sabâ Altınsay. Çünkü aslında acı çeken toplumların genellikle emekle, adaletle, hakla ilgili sorunları vardır. Aslında romanın felsefi kaygıları henüz ilk sayfalardan itibaren açık: İnsanca, adaletli bir yaşama istencinden yana bir anlatım olacak. Bir kadın cinayeti, devlet işkencesiyle nasıl çarpışıyor, bunun trajedisi sunuluyor.
Asuman kayboluyor, günlerce bulunamamasının ardından öldüğünü öğreniyoruz. Bu süreçte aile üyelerinin kendileriyle ve birbirleriyle olan hesaplaşmalarını görüyoruz. Sorgulamalar bazen saldırgan, yargılayıcı ama yine de dürüst. Asuman’ı ararken kimsenin içine sinmeyen şeyler var. Bir yerde hata yapıp yapmadıklarına dair…
Anlatıcı Nihan aslında kendisiyle bu mücadeleyi çoktan vermiş.
“Ne kadar az şey biliyoruz hayat hakkında. Kendi hayatlarımızdan başka ne ki tanıdığımız?” diye düşünüyor. Kendi kendine konuşur gibi dalgın bir hâli var ama aslında bize, okuyucuya soruyor.
Asuman Bora’ya âşık olduğundaki hâl ve tavırları, heyecanı coşkusu ve imrendiren neşesi ne kadar canlı ve estetik bir biçimde anlatılmışsa, cesedin bulunduğu bölümler de bir o kadar can acıtan gerçeklikte yazılmış. Yazarın doğrudan üslubu romanı daha yoğun hissetmemizi sağlıyor.
Hepimizin içine bir parça Asuman gibi olabilme arzusu yerleştiriyor.
Özgür, özgür olma tutkusu. Sanırım insan yalnızca kendini avutmak için özgür olduğu yanılgısına kapılır. Böylesi bir dünyada özgür ya da başarılı ya da mutlu olduğumuzu varsaymak ancak kör bir vicdanla mümkün olabilir. Dünyanın gidişatı yokuş aşağı ilerlerken sıradan insanın düşebileceği en büyük tuzak duyarsızlıktır. “Hepimiz acı çekiyoruz ama yeterince değil.” Anlatıcı Nihan, bu duyarsızlığı kendinde ve kardeşi Asuman’da görüyor. Bir dava adamı olan babasına, endişe içinde didinip duran annesine bakıp bu insanların yetiştirdiği çocukların (yani kendilerinin) nasıl böyle umursamaz olabildiğine hayret ediyor.
“Yıl bin dokuz yüz yetmiş dört. Annem, anaokulunda çalışıyor; maaşı ev kirasına gidiyor.” (s.22)
Trajedinin ardında akan gündelik hayat hepimiz için ne kadar da aynı… Kadınların maaşı ne zaman kendine kalmış ki? Benim annemin de maaşı kiraya giderdi, benim maaşım da kiraya gidiyor.
Bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılında Nihan’ın babası SSK avukatı oluyor. Şöyle diyor bu karar için “işvereni işçiden koruyorum”. İşverenler işçilerden her zaman korkmuştur. Bu hep böyledir. Üstü çeşitli kararlar ve yasalarla örtülmeye çalışılsa da işveren, işçinin hakkını vermediğinde ya da onu sendikalaşmadan koparmaya çalıştığında içten içe bu dünyanın acımasız yazgısına karşı zavallı konumunu sabitlemeye çalışır. Bir gün baba SSK’yı bırakıyor ve özel bir avukatlık şirketi açarak siyasi davalar almaya başlıyor. Eve giren çıkanın, yapılan tartışmaların haddi hesabı yok. 1980’in adım adım yaklaşmasını hissediyoruz.
“Gelecek kaygısı, Hayatın sıradanlığı, Mecburiyetler”
Asuman’ın ölümü ve soruşturması, Türkiye’nin yakın tarihine dair bir retrospektif sunuyor. Polis işkencesiyle öldürülen Metin Göktepe, gözaltında kaybedilen insanların bugün hâlâ aydınlatılmamış akıbetlerine karşı mücadele veren Cumartesi Anneleri, “hayata dönüş operasyonu” altında diri diri yakılan siyasi mahkûmlar, rey sandıkları, şeffaf “hayır” zarfları, otoyollar, ihracatın hayali olanı, plazalar, kalaşnikoflar, işkenceler, suikastlar…
Her biri birer kelime gibi görünüyor: Oysa her biri bizim gerçeğimiz.
Türkiye’de kadın cinayetlerine karşı etkin bir mücadele yürüten “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu” neden bu sloganı üstüne basarak yineliyor? “Kadın cinayetleri politiktir.”
Kadın cinayetleri politiktir, Nihan karakteri bunu iliklerine kadar hissediyor kardeşinin katilini ararken. Aile, devlet, benlik kavramları Nihan’ın zihninde kuru bir toprak parçası gibi un ufak oluyor.
Polis’in ağzından kayıtsızca çıkan “Bir gelişme olursa size haber veririz.” sözü Nihan’ın kulaklarında çınlıyor. “Diyarbakırlı çocukların mayınlanmış arazide havaya uçmalarının ardından cinayeti saklamaya çalışan valinin…” diye düşünüyor Nihan “…ağzından dökülen umursamazlığa ne kadar çok benziyor.”
Nitekim katil bulunuyor, katil itiraf ediyor;
“Üstüne atladım. Sussun. ‘Polis’ demesin. Demesin! Çünkü beni alırlar, çünkü beni döverler, çünkü benim götüme cop sokarlar, karakolda karnı delik anamı da beni de sikerler. Çünkü beni insan etmezler. Dersimliyim. Aleviyim. Kürdüm.” (s.116)
Katilin itirafı bir bağışlanma dileği değil. Bir mağduriyet oyunu değil. Bir savunma değil. Olan bitenlere dair bir yorum, izlenim veya yargı değil. Zamanında polis işkencesine maruz kalmış olan katilin “kaybeden” konumunu vurgulamak değil…
Katilin itirafı bir gerçek. Haksızlığın tarihi o kadar eskiye dayanıyor ki onu neresinden tutarsanız tutun toparlanmıyor, Asuman’ın katili bu işkenceci tarihin karanlık bir uzantısı.
Bu senaryoda herkes kaybeden: Onurlu bir çalışma hayatı sürdürmeye çalışırken ne para kazanabilen ne de huzurlu bir yaşam kurabilen bir baba, sürekli endişe içinde yaşamaya mahkûm bir anne, ve Nihan, anlatıcımız, hiçbir şey için, sadece büyük bir ilaç sektöründe daha fazla ilaç satması için küçük ödüller peşinde koşup durması beklenen Nihan… Her şey anlamsız. Ölüm karşısında her şey donuk ve soğuk.
Sabâ Altınsay’un üslubu ele aldığı konuların altında kalmayacak kadar serinkanlı, akıcı, yoğun ilerliyor. “Hayatla avunmak zorundayız diyor” yazar, “Kendi küçük hikâyelerimizi yazmamız lazım”. Anlatıcıların yer değiştirerek okura seslendiği Faili Malum romanı Türkiye’de medya ve şiddet yoluyla üstü örtülen sayısız olay ile bugün her geçen gün artan kadın cinayetleri arasında gergin, hassas bir tel örüyor. Anarşist teorisyen ve yazar Gustav Landauer’in bir sözünü hatırlıyorum, “Anarşi, taleplerin değil, yaşamın meselesidir.”
Faili Malum romanı baştan sonra ölümle kuşatılmış bir anlatı, ancak her satırda talep ettiği şey bir “yaşamak meselesi”.