Sevgili Günışığı,
Sonunda mektubun ulaştı bana.
…Bu yarıyıl tatilinde babamın köy öğretmeni olan arkadaşını ailece ziyaret ettik. Dolu dolu birkaç gün geçirdik… Küçük ve güzel köyün insanlarını, hele hele öğrencilerini daha çok sevdim. Onlarla arkadaş oldum. Hepsi de zeki ve cin gibiydi. Birazdan anlatacağım olaydan sonra bu arkadaşlarımı sen de en az benim kadar seveceksin, bundan eminim!
Babamın, öğretmen arkadaşı bana; birleştirilmiş sınıfların müfredatı ile bağımsız sınıfların müfredatının farklı olduğunu, 1. 2. ve 3. sınıf öğrencilerinin A grubunu, 4. ve 5. sınıf öğrencilerinin de B grubunu oluşturduğunu, A ile öğretmenli ders yaparken B’yi ödevlendirdiğini uzun uzun anlattı. Öğrencilerin birbirine çok yardım ettiği bu karmaşık eğitim sistemini biliyorum, ama yakından görünce ne denli güçlüklerle sürdürüldüğünü daha iyi kavradım. Ders kitaplarının tamamına yakını Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf Türkçe ders kitaplarını çok sevdim. Kanıksadığımız kitapların seviyesinde değillerdi, ama kendine özgü bir dünyası vardı bunların. Kendimi bu kitaplardaki kimi şiirlerden alamadım. Hatta bazı şiirleri anı ve günlük defterime yazdım da.
Babamın arkadaşının oğlu da cin gibiydi. Dördüncü sınıfa devam ediyordu. Beğendiğim şiirleri defterime yazarken; o da yardımcı oluyordu bana. Sıra 3. sınıf Türkçesinden Nejat Sefercioğlu’nun “Annem” ve 5. sınıf Türkçesinden Hasan Demir’in “Ne Kadar Güzelsiniz Çocuklar” isimli şiirlerine gelince şöyle bir doğruldu ve “Bu iki şiiri, bizim gibi birleştirilmiş sınıflı okullarda okuyan iki öğrenci sanki kendileri yazmış gibi, “Öncü Çocuk Dergisi”nin ‘Pano’ köşesinde yayımlatmışlar,” dedi. İnanamadım. Şaşırdım! Kendi kitaplığından ‘TSE ÖNCÜ ÇOCUK DERGİSİ’nin (Yıl: 2) 3. sayısını getirdi. Önüme koydu. İvedilikle derginin ‘Pano’ bölümünü açtım. Gözlerime inanamadım. Sözü edilen üçüncü sınıf öğrencisi, N. Sefercioğlu’nun “Annem” isimli şiirini olduğu gibi; beşinci sınıf öğrencisi de Hasan Demir’in “Ne Kadar Güzelsiniz Çocuklar” isimli şiirinin sadece ‘çocuklar’ sözcüğünü ‘annem’ sözcüğü ile değiştirerek ‘Ne Kadar Güzelsin Annem’ ismiyle yayımlatmıştı.
Dergideki şiirlerle kitaptakiler aynı şiirlerdi, ama imzaları farklıydı. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama o, durmadan konuşuyordu: “Derginin yazı işleri müdürüne mektup göndermeyecektik aslında. Bir arkadaşımız Hasan Ali Yücel’in, ‘Adsız Çeşme’ isimli şiirinin altına adını-soyadını, sınıfını ve okulunun adını yazdığını, bunu Öncü Çocuk Dergisi’ne göndereceğini söyleyince mektup yazmaya karar verdik. Arkadaşımızı ikna ettikten sonra düşüncemizi öğretmenimize söyledik. Mektup için yardımını istedik. Çok sevindi, ama bizim önemsenmeyeceğimizi, bu tür ‘düşünce hırsızlığı’nın eskiden beri var olduğunu, mektubumuzun Nasreddin Hoca’nın göle yoğurt mayası çalması gibi sonuçsuz kalacağını ve bunun da bizi üzeceğini söyledi. Yine de kararlıydık. Derginin yazı işleri müdürüne mektup gönderecektik. Oturduk bir mektup yazdık ortaklaşa. İmzaladık.
Sözünü ettiğimiz şiirlerin birer kopyasını ve şairlerinin isimlerini yazıp mektuba ekledik. “Öncü Çocuk Dergisi”nin yazı işleri müdürüne gönderdik. Aradan çok zaman geçti. Ondan yanıt gelmedi. Bize dergi de göndermiyorlar şimdi. Öğretmenimizin söylediği oldu. Mektubumuz, N. Hoca’nın göle çaldığı yoğurt mayası oldu, karşılık bulmadı. Önemsenmedik. Başkasına ait şiirleri, öyküleri, romanları çalmak doğru mu yani? Yaşıtımız olan arkadaşlarımızın yanlışı, onlara başka yanlışlar yapma cesareti vermez mi? Bu arkadaşlarıma sizden söz ettim. Sizin ilgileneceğinizi anlattım. Sevindiler söylediklerime. İşte bu olay olmasaydı belki de bir süre daha yazmayacaktım size. Onların yazdığı mektubun, (çalıntı şiirleri yayımlayan derginin kendisini) çalınan şiirlerin birer kopyasını gönderiyoruz. Başkası olmak isterken başına gelmedik şey kalmayan Tavus Kanatları Takınan Alakarga’ya ders vermek için,
ALAKARGA GİBİ NİCE İNSANLAR DA VAR ONLAR DA BAŞKALARININ SIRTINDAN SÜSLENİRLER SANAT HIRSIZI DENİR BÖYLELERİNE… diyen La Fontaine’in sözü ile mektubumu noktalıyorum, diyorsun.
“Zeki ve cin gibi” arkadaşlarını en az senin kadar sevdim!
Günışığı, böylesine duyarlı, uyanık ve söylenmesi gerekeni tepkiye dönüştürenleri kim sevmez ki, soruyorum sana?
O, “zeki ve cin gibi” çocuklara gereksinimi var ülkemizin. Çirkinlikleri kanıksamak doğru değil. Ayağımızın altındaki toprağı cayır cayır yakan ve bizi çepeçevre kuşatan ateşe duyarsız kalmak düşünülemez. Olumsuzlukların kendiliğinden bitmesini beklemek yanlış… Hep kendimiz olmalıyız. Görünüşü kendisi, düşüncesi el olanlar asla sonsuza dek bu durumlarını saklayamaz. Yaşamı güzelleştirmek çabamız olmalı. Geleceğimiz olan sizleri sözünü ettiğin yanlışlardan korumak bir sevda işi.
Ne yazık ki çoğu insan hayata, güzelliklere, size sevdalanmadan kuru bir yaşam sürdürüyor. Büyüklerden devraldığımız ve size devredeceğimiz bu dünyayı durmadan kirletiyoruz. Kirlilik diz boyunu geçiyor ve büyüklerimiz bunun farkında değil.
Olacak şey mi bu?
Kendini kendine hapseden ve çizilen yoldan çıkmayan büyüklerimizin ufku daraldıkça nefes almakta zorlanıyoruz. Yaşamı, kirlerden soyutlamaya ve sahiplenmeye sevdalı olanlar sizlersiniz.
Günışığı, “zeki ve cin gibi” çocuklar kendilerine dayatılan olumsuzluklarla, yanlışlarla barışık olamaz. Siz gerçeksiniz. Kendinizsiniz. Yılgın ve teslimiyetçi değilsiniz.
Sevgili Günışığı,
Düşünce hırsızlığının eskiden beri var olması ya da bunlarla mücadele edenlerin önemsenmemesi sizi yıldırmamalı. Kanıksadıklarımızla ki hele bunlar hepten yanlışsa eğer mücadele etmeliyiz, sonuna kadar. ‘Düşünce hırsızlığı’nın kökü eskiye dayanıyor. Bu yüzden La Fontaine, sanat hırsızı denir böylelerine, diyor. Bunları teşhir etmek hepimizin görevidir. Yazı işleri müdürü, “zeki ve cin gibi” çocukların mektubunu bilgisizliği ortaya çıkmasın diye önemsememiş olabilir. Ama arkadaşlarının yapacağı bir şey var: Başkasına ait şiirleri kendi imzalarıyla yayımlatanlara mektup yazabilir, gerçeği belgeleriyle açıklayabilir ve bunun yanlış olduğunu söyleyebilirler, değil mi? Onların adresleri, gönderdiğin dergide var çünkü…
Sevgili Günışığı, mademki ‘sanat hırsız’larından söz ediyoruz bu alandaki bazı prototipleri tanımanı istiyorum. Bu yüzden sana iki örnek vereceğim.
Şimdi, öyleleri var ki hiçbir çaba göstermeksizin ürün oluştururlar. Bunu kitaplaştırırlar. Okurla buluştururlar. Gururlanırlar. Yaptığından büyük zevk alırlar. Belki kötü niyetli değiller, ama yaptıkları Amerika’yı yeniden keşfetmektir bir bakıma. Oysa Amerika’nın yeniden keşfedilmeye ihtiyacı yok.
Sevgili Eflatun Cem Güney, ölümünden yıllar önce, bu ülkeyi köy köy, belde belde dolaşarak sözlü edebiyatımızın en güzel masallarını aslına sadık kalarak ve akıcı bir dille yeniden yazarak bize miras (altmıştan fazla yapıt) bırakmış. Bu masalcı dedenin ünü dünyayı kuşatmış. Ödüllendirilmiş. Bu büyük derlemecinin ve daha başkalarının kitaplaştırdıkları masallar kültürümüzün ‘Amerika’sıdır.
İşte bu ‘Amerika’yı masa başında yeniden keşfedenlerden biri de akademisyen Muhsine Helimoğlu Yavuz’dur. Halkbilimci, yazar. (15 Ocak 1950, Ereğli)
“ŞAHMERAN” adlı kitabını, öğrencilerinin yaşadıkları bölgelerden derledikleri masallardan oluşturmuş(?!) Gerekçesini de ‘önsöz’ bölümünde açıklamış(?!) Böylece sözlü edebiyatımızı yazılı hâle getirerek kalıcılaştırmış(!) Sana, ‘ŞAHMERAN’I oluşturan masallardan ayrı ayrı söz etmeyeceğim. Ama uzun zamandan beri, yazar ve yayıncı Tarık Dursun K’nın (26 Mayıs 1931 – 11 Ağustos 2015), ‘Çil Horoz’ adıyla derlediğini iddia etmediği, ama derlemecilerden alıp yeniden yazdığını söylediği, 1971’den beri basımı yapılan çocuk kitaplarında ‘Çil Horoz’a yer verdiğini anımsatayım. Sayın Muhsine Helimoğlu Yavuz bu masalı, “Kurnaz Horoz” adıyla ‘ŞAHMERAN’ kitabında yeniden yazmış(?!) Her iki masalın kurgusu da, anlatımı da aynı…
Muhsine Helimoğlu Yavuz, bu masalı öğrencisi Ayşegül Metingü’nün İzmit-Gebze bölgesinden 93 yaşındaki Ayşe Arseven isimli ev kadınından derlediğini, kitabın sonundaki bölümde belirtiyor(!) Sayın Helimoğlu Yavuz ‘Şahmeran’ı oluştururken, “Bu masallar önceden yazılmış mı diye düşünmemiş. Eflatun Cem Güney’i ve Tarık Dursun K’yı okumamış,” diyemiyorum, yorumu sana bırakıyorum. Ama orijinali “Ayağına Diken Batan Alakarga” veya “Kaval Çalan Karga” olarak da bilinen en eski Türk Masallarından (ki bu da doğru değil maalesef (1) “Çil Horoz”u, “Kurnaz Horoz”u özetleyeyim artık:
(Emlak Çocuk Dergisi’nin Aralık 1995 sayısında bu masal, Mustafa Delioğlu tarafından “Karga Çalmış Kavalı” adıyla resimle anlatıldı.)
“Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zamanın birinde bir karga varmış. Karga çöplükte eşinirken… Ayağına diken batmış. Ne kadar uğraşırsa da dikeni bir türlü çıkaramaz. Bir nineye gitmiş. Nine ona acımış, dikenini çıkarmış, Karga nineye ‘Gak nine dikenini sakla, sonra gelir alırım gak,’ demiş. Uçmuş gitmiş. Nine uzun zaman beklemiş. Karga gelmeyince dikeni atmış. Bir gün karga geri dönmüş. ‘Gak, nine dikenimi almaya geldim,’ demiş. Nine, ‘Dikeni attım gitti,’ demiş. ‘Ya dikenimi verirsin ya da lambayı,’ demiş. ‘Al lambayı senin olsun,’ demiş nine.
Bir kente varmış. Bir nine bulmuş. Lambayı ona vermiş. Sonra gelip alacağını belirtmiş. Nine lambayı kullanmaya başlamış. Bir zaman sonra… ‘Nine lambamı isterim,’ demiş karga. ‘Lamban inek sağarken kırıldı,’ demiş nine. Sinirlenmiş karga, ‘Lambamı isterim. Yoksa yerle bir ederim burayı. Ya lambayı ya da ineği alırım gak!’ demiş. Nine ne demişse onu ikna edememiş ve ineğini ona vermiş. Karga ineği almış, düşmüş yola. Gide gide bir başka ninenin kapısına varmış. İneği nineye bırakmış, ama karga ineği almaya gelmemiş. Nine, oğlunun düğününde ineği kesmiş. Etinden konuklara yemek yapmış. Karga da tam düğün günü çıkagelmiş. ‘Gaak, kutlu olsun gelin güvey. Fazla kalmayacağım. Nineciğim, ineğimi almaya geldim!’ demiş. ‘Ey oğul, kara oğul. Tuttuğun altın olsun oğul! Gittin gelmedin… Ben de ineği kestim, düğün yemeği yaptım…’ demiş… ‘Gaaak! Ben anlamam, ya ineği verirsin ya da gelini, gaak!’ demiş karga. Çaresiz kargaya vermişler gelini. Az gitmişler, uz gitmişler… Kaval çalan bir çobana rastlamışlar. Karga kavalın sesini duyunca aklı başından gitmiş. ‘Çoban sana vereyim bu gelini, sen de ver elindekini,’ demiş. Çoban, görünce güzeller güzeli gelini, vermiş kargaya kavalı. Karga almış kavalı çala çala inletmiş dağı taşı! ‘Düüt düüt kavalım, dikeni verdim, lambayı aldım! Düüt düüt kavalım, lambayı verdim, ineği aldım! Düüt düüt kavalım, ineği verdim, gelini aldım! Düüt düüt kavalım, gelini verdim kavalı aldım! Düt düt kavalım, düt düt kavalım!…’”
Muhsine Helimoğlu Yavuz’un yalnızca “Kurnaz Horoz”u değil diğer masalları da kendisinden çok önce kitaplaştırıldı. Bunun farkında mı, farkında değil mi bilmiyorum, ama ‘’Amerika’yı yeniden keşfetmekten yana olduğu su götürmez bir gerçek…
Sevgili Günışığı,
Şimdi de ikinci örneğe geçiyorum.
Televizyondan izledim. Sen de tanık oldun mu bilmiyorum, ama bu olayı anlatmak istiyorum. Sanıyorum sevgili Fikret Otyam, (d. 19 Aralık 1926, Aksaray; ö. 8 Ağustos 2015, Antalya), ressam, gazeteci ve yazar dedeyi tanıyorsun. Ki benim onunla kişisel tanışıklığım ve yazışmışlığım da olmuştu geçmişte. Onu kim tanımıyor ki… “İnsan her şey olmak isterken hiçbir şey olamaz,” sözü bazıları için doğru değil. Fikret Dede bunlardan biriydi işte. O, önce röportajcı idi. “Gide Gide” isimli kitapları var. Ünü sınırlarımızı aştı. Ressamdı. Fotoğrafçıydı… Araştırmacıydı. Yazardı…
Ve sonra senin gibi çocuklar için öyküler de yazmıştı. Ölümünden önce Akdeniz kıyısında doğa ile baş başa çok yönlülüğünü sürdürdü. Bir anını dahi sanatsız geçmedi. Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanındı. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta topladı. Röportaj ve fotoğraflarında olduğu gibi tuvallerinde de Anadolu insanını resmetti. Sık sık keçi ve başı örtülü Anadolu kadınlarını figür olarak kullandı. Anadolu kadınlarını iri gözlü, küçük burun ve küçük ağızlı olarak betimledi. Antalya’nın Gazipaşa ilçesi Selinus Kalesi altında, Deliçay yanında bir ev yaptırdı. Eşi Filiz Otyam’la 1979’da yerleştiği bu evde resim yapmaya ve kitaplarının basımı ile uğraşmaya başladı. Ve sonunda her canlı gibi o da öldü. Yaptıklarıyla, yazdıklarıyla ölümsüzlüğe doğdu bir bakıma. Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde bulunan “İz Bırakan Aydınlar Gömütlüğü”ne defnedildi.
İşte bu güzel insanın bir fotoğrafını 12 Eylül Faşist Darbesi’nin başı Kenan Evren (17 Temmuz 1917, Kula, Manisa-9 Mayıs 2015, Ankara) tablo yapmıştı. Yaptığı resim, Fikret Dede’nin fotoğrafının aynadaki yansısı gibiydi; o kadar benziyordu. Zaten yaratıcılık başka şey, kopyacılık başka şey…
Elleri gençliğin karşısında tırpanlaşan birisi asla kendisi olabilir mi?
Ve bu kişi gerçek anlamda güzelliklerin yaratıcısı sayılır mı?
Fikret Dede, K. Evren’in yaptığının ‘sanat hırsızlığı’ olduğunu ima etmişti. Ama K. Evren, yaşadığı sürece onu yalanlamadı. Yanıtlamadı da…
Bunları tanımak ve bunların karşısında tavır almak gerekiyor güzel çocuk. Ama umutsuz değilim. Çünkü meydan ‘sanat hırsızları’na kalmış değil. Senin gibileri; sanatı, sanatçıları seven sevdiğine sahip çıkan oldukça, bunlar güneşin önündeki buzdan erler gibi erirler yalnızca.
Bunu unutma.
Sevgili Günışığı,
Yaşamı senin gibi çocukları eğiterek, güzelliklere sevdalandırarak geçen emekli öğretmen, ama şairlikten emekli olmayı düşünmeyen Asım Gönen’in(5 Mayıs 1945 Artvin) bir şiiriyle mektubu noktalamak istiyorum. (Sen Ayrılığa Eyerli Şarkısın ve Acılar Volkanı, Yalancı Baharın Çiçekleri, Karmat ile Arbatan, Fırtınada Kaçkar Çıplaktı, Ahi Evren Nasiru’ddin Hace Destanı, Arıların Vatanı, isimli kitapların yazarı Asım Gönen, emekli öğretmen, iyi şair ve dostluğum da olan biri.)
O diyor ki:
şimdi benim yüzümde/bir öğretmen mezarıdır tarih
ışığına çığ düşmüş/bir masal yumağıdır
gel bana/sarıl bana/korku düşmüş korkuma
kaldıramam öğretmenim/yüreğim darılır parmağıma
( S.A.E.Ş. )
Bu mektup da, yakında çıkacak olan ‘Çocuk Edebiyatı Denilince’ adındaki kitabımda yer alacak.
Gözlerinden öpüyorum.
Günışığı, önümüz yaz unutma; bana hep yaz…
(1): Çocuk Edebiyatı Denilince(Ocak 2017, Doğu Kitabevi) adlı kitabımın 44 ve 45. sf’larında belirtmiştim ki Fransız Kanadası’ndan Masallar isimli kitaptan öğrendiğime göre Robert ve Çuvalı adlı masalla aynı ve buradan kotarılmış. Çok merak edersen adını verdiğim kitaplara da bakabilirsin.