“Ağrı Dağı’nın yamacında bir göl vardır, adına Küp Gölü derler. Çok derinlerdedir; göl değil bir kuyu… En küçük çiçek bile çok keskin kokar ve bu kokular çok uzaklardan duyulur ve her yıl, Ağrı Dağı’nda bahar gözünü açtığında bu çiçeklerle keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrı Dağı’nın güzel, kederli, kara gözlü, iri yapılı, çok uzun ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp Gölü’ne gelirler. Kavallarını bellerinden çıkarıp, Ağrı Dağı’nın öfkesini çalmaya başlarlar. Bu gün doğumundan, gün batımına kadar sürer. Bu arada tam gün kavuşurken, gölün üstünde kar gibi ak, küçücük bir kuş dönmeye başlar. Bir kanadını suyun mavisine daldırır, kalkar. Böylece üç kere daldırır…”
Ölümsüz yazar Yaşar Kemal’in 1970 yılında roman olarak kaleme aldığı “Ağrı Dağı Efsanesi”, Yiğit Sertdemir’in oyun uyarlaması ve yönetimiyle, 2 Ekim 2024 tarihinden beri, bu satırlarla açıyor perdelerini İstanbul Şehir Tiyatroları sahnelerinde…
Hırsın, iktidarın, geleneğin, gücün, güçlünün, güçsüzün ve adaletin içinde kendiliğinden filizlenen bir sevda efsanesini izliyoruz büyülenerek.
Yadigâr gelen at kimseye verilmez. Baş verilir, at verilmez!
Günlerden bir gün kır bir at Ahmet’in kapısına gelip durur. Atı gören Sofi, Ahmet’e geleneği hatırlatır. Dağlıların geleneğine göre bir at, bir kapıda gelip durursa, gönderildiği halde yine de gitmezse, o at artık geri verilmez. Geleneğine sahip çıkacağını söyleyen Ahmet, hem atın hem de bölgenin yönetiminde söz sahibi olan Mahmut Han’la bu yüzden karşı karşıya kalır. Kendi babasının soyu da dağlılardan olan Mahmut Han, “bir dağlı parçası” dediği Ahmet’in atını sahiplenmesini kabullenemez. Herkesi, gerekirse kızı Gülbahar’ı bile öldürmeyi göze alabilen Mahmut Han, öyküsünü dengbejlerden dinleyeceği Ağrı Dağı’nın öfkesinden habersizdir. Oysa kızı Gülbahar, Ahmet’in kavalından çıkan ezgiyi duymuş, kalbini çoktan Ahmet’e vermiştir…
♦♦♦
Konusu buram buram Anadolu kokan destansı efsanenin yıllar sonra tekrar İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları seyircisini güçlü bir prodüksiyon ve yepyeni bir kadroyla selamlaması oldukça ses getirdi. Ali Taygun tarafından 1988-89 sezonunda sahnelenen yapıtın, Yiğit Sertdemir uyarlamasında en beğenilen detaylardan biri, Ahmet karakterinin kır atı.
Candan Seda Balaban’ın etkileyici tasarımını, olağanüstü bir beden diliyle harmanlayarak, atı sahici kılan Koreograf ve Oyuncu Özge Midilli, oyun boyunca tüm dikkatleri üzerine topluyor.
Kendisini sahnede izlediğimde Clarissa Pinkola Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının önsözü aklıma geldi:
“Uzattığımız saçlarımızı duygularımızı saklamak için kullandık. Ama Vahşi Kadın’ın gölgesi gündüz ve gecelerimiz boyunca pusuya yatmış bir halde hâlâ varlığını sürdürmekte. Nerede olursak olalım, arkamızdan tırıs giden bu gölge kesinlikle dört ayaklı”
Yüzyıllarca nice efsanelere beşik olmuş Anadolu topraklarından çıkan, çağın Homeros’u Yaşar Kemal’in mirası “Ağrı Dağı Efsanesi”nde, cesur ve başarılı bir kadın oyuncu olarak, rüzgârın dört ayaklı kızına hayat veren ve sahnede efsanenin içinde devleşen Koreograf ve Oyuncu Özge Midilli ile 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü arifesinde buluştuk ve Mesele 121 Dergi okuyucuları için özel bir röportaj gerçekleştirdik.
Prömiyerinden bu yana kapalı gişe sahnelenen oyunda, kendine hayran bırakacak bir performans sergileyen ve seyircisini selam sahnesine dek gerçek bir kır at seyrettiğine inandıran Özge Midilli, rolüne, oyuna, tiyatroya ve diğer projelerine ilişkin merak ettiğim tüm soruları içtenlikle yanıtladı.
Merhaba, öncelikle sizi tanımak isteriz. Kendinizden kısaca bahseder misiniz?
Merhaba, Ben Özge Midilli. İstanbul doğumluyum. 2003 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Sahne Sanatları Modern Dans Bölümü’nden mezun oldum. Aynı yıl Avusturya Salzburg’da akademik dans eğitimi aldım. 2004 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’na girdim. Yücel Erten, Ragıp Yavuz, Hüseyin Köroğlu, Naşit Özcan, Eraslan Sağlam, Engin Alkan, Orhan Alkaya, Yiğit Sertdemir gibi önemli yönetmenlerle çalıştım. Halen Şehir Tiyatroları’nda koreograf ve oyuncu olarak yer alıyor, dışarıda bağımsız projeler üretiyor ve akademik tarafta eğitmenlik yapıyorum.
Bu süreçte birçok oyunun hem koreografı olarak reji tarafında, hem de performans sanatçısı olarak oyunun içinde yer aldınız. Sizde en çok iz bırakan oyunlar hangileri?
“Ferhat ile Şirin”, “Tartuffe”, “Ders”, “Keşanlı Ali Destanı”, “Yuvaya Dönmek”, “Allahaısmarladık Cumhuriyet” ve “Ağrı Dağı Efsanesi” içinde yer aldığım, bende en çok iz bırakan oyunlardır.
Ağrı Dağı Efsanesi ekibinde hem koreograf hem de oyuncu olarak yer alıyorsunuz. Ekibe dâhil olma süreciniz nasıl oldu? Oyunun fikir sürecinden itibaren yaratım aşamalarıyla birlikte Ağrı Dağı Efsanesi’ni biraz anlatabilir misiniz bize, nasıl şekillendi her şey?
Bir kere bence en önemli ve kalp atışımı hızlandıran detay Yaşar Kemal. Yaşar Kemal, benim hayatımda çok majör bir yerde duruyor. Kendisi on üç yaşımda tanıştığım bir yazar ve tanıştığım ilk eseri de Ağrı Dağı Efsanesi. Çeşitli zaman aralıklarında da ara ara tekrar dönüp baktığım, tekrar okuduğum, üstüne çok düşündüğüm bir eser. Bu anlamda Ağrı Dağı Efsanesi projesinin adını duyduğumda gerçekten çok heyecanlandım. İlk kez haberdar oluşum da şöyle gerçekleşti; Senem (Oluz) ile Cumhuriyet’in 100. Yılı kapsamında gerçekleşen “Bu Memleket Bizim” projesinin toplantısından çıkmış, Park Cafe’de kahve içerken, Yiğit (Sertdemir) geldi ve Ağrı Dağı Efsanesi’ni sahneye koyacağını söyleyerek, Senem (Oluz) ile benim oyunun koreografı olduğumuzu bildirdi. Elbette, çok sevindik. Öncelikle iki koreografın birlikte böyle önemli bir projede çalışacak olması oldukça kıymetliydi. Daha önce “Bu Memleket Bizim” projesinde dört koreograf birlikte çalışmıştık. O projeyi saymazsak, ilk defa birden fazla koreografın emek vereceği bir çalışma gerçekleşecekti. Senem (Oluz) ile çalışmak da oldukça güven veren, tatlı bir his. On üç yaşında eseri okurken, romanda kendimi hayal ettiğim tek figür Ahmet’in kır atıydı. Küçük yaşımda bunu nasıl içten dilediysem, projenin oyuncu seçimi ve rol dağılımı yapılırken, atı oynamak da bana nasip oldu. Bunu Yiğit (Sertdemir) ile konuştuğumuz ânı asla unutamayacağım sanırım. Oyuncularla buluşup, prova aşamaları başlamadan önce reji ekibi olarak bizler Yiğit (Sertdemir) ile çok yoğun mesailer geçiririz. Onun tüm projelerinde süreç bu şekilde ilerler. Uzun soluklu masa başı toplantıları yaparız. Bu oyunda da dramaturgumuz Sinem Özlek, olağanüstü bilgilerle geldi bize. Hepimiz çok hazır gideriz bu toplantılara. Beyin fırtınası yapılır uzun süre. Yiğit’in, benim, aslında oradaki herkesin inandığı en önemli şey kolektif bilinç. Yiğit Sertdemir, herkesin fikrine, bilgisine çok kıymet veren biri. Bu sebeple o toplantılar inanılmaz açık, kaygısız, tüm fikrini beyan edebildiğin bir özgürlükle geçer. Kendi adıma o toplantılardan ve daha sonra gerçekleşen prova aşamalarında coğrafyaya dair çok şey öğrendim. Bu konuda çok araştırma yaptım. Tasarımcımız Candan Seda’nın (Balaban) çok özel notları oldu bu konu ile ilgili. Bizleri alanında uzman çok bilgili insanlarla tanıştırdılar. O coğrafyayı çok iyi tanıyan insanları bahşetti bu proje bizlere. Çok derin ve beslendiğimiz bir ön süreç geçirdik böylece. Ortak bir ruh ile de tüm provalarımızı noktalayıp, seyirci karşısına çıktık. Hala da aynı ortak ruhla oynamaya devam ediyoruz.

Oyunda at dışında birden fazla rolünüz var. Ama içlerinde en dikkat çekeni Ahmet karakterinin atı… Bu rolü canlandırırken Candan Seda Balaban’ın özel olarak hazırladığı bir tasarımla sahneye çıkıyorsunuz ve repliksiz, yalnızca bedeninizi kullandığınız bir performans sergiliyorsunuz. Oyuncu ya da performans sanatçısı olarak, bir hayvanı içselleştirip oynamak nasıl bir his ve özellikle bu role hazırlanırken ne gibi süreçler geçirdiniz?
Tabii bu birkaç yönlü bir çalışma. En tepede Yiğit (Sertdemir), aşağıya doğru Candan (Balaban), Senem (Oluz) ve Özge (Midilli) gibi bir üçgen var. Yiğit’in önergeleriyle bu üçlü çok ciddi bir ortak akıl geliştirdi her şeyden önce. Dolayısıyla bu birliktelik, bunun sonucunu doğuran şeyin ta kendisi bir bakıma. Şu anda at çok seviliyor herkes tarafından, bunun aslında gerekçesi bu. Tamamen herkesin birbirine kattığı ve katmanlandırdığı süreçlerden dolayı fark yaratan bir detay çıktı ortaya. Daha önce çok fazla hayvan çalışması yaptım diyebilirim. Enerji transferi diye adlandırdığımız; kendi bedenine hayvanı transpoze etmek, transfer bile değil aslında transpoze etmek… Bu minvalde çalışmalar yaptım. Ama burada Candan (Balaban) bana prova süreçlerinde marke bir at kafası getirdi. Hatta çok zor vedalaştım daha sonra onunla. (gülüyor) Atın sadece kafası vardı ve provalar boyunca arkadaşlarıma oyun verebilmek için yüzümle ve bedenimle devam ettirdiğim bir süreç geçirdim. Ama ben o sırada atı arıyordum. Yani atın duygusu, beden formu, hareket biçimini… Oyundaki standart bir at değildi, bu Yaşar Kemal’in efsanesinin atı olduğu için soyut ve kompakt bir tasarım yaratıp ortak bir akıl ile atı geliştirdik. Ben giydim, çıkardım, Senem (Oluz) giydi. Ben Senem’i dışarıdan izledim. Candan (Balaban) giydi, Biz Senem ile izledik. Yani hakikaten ata, hem içeriden hem dışarıdan baktım. Bana videolar çektiler kendi akışımı dışarıdan izleyebilmem için. Çünkü sonuçta o bir kukla ama yaşamak zorunda olan bir kukla. Kuklacı kuklayı oynattığı sırada kendini saklar, öldürür aslında içeride ve sadece kuklayı var eder ama o teknikle düşündüğün zaman her şey sönümleniyor. Ama şunu söyleyebilirim; içinde Özge yok onun. Yani atı oynadığım sırada, tasarımı kafamdan çıkarsalar, gerçekten yüzü, gözü bambaşka bir şeye dönüşmüş birini görürler. Keza seyirciden de en enteresan ve sıklıkla gelen yorumlar: “Atın kocaman gözlerini gördüm, arka ayakları çok acayipti!” şeklinde. Oysa benim hala iki ayağım var! (gülüyor)
Ama bunun temel sebebi karakterin üzerine çok çalışmış olmak. Geçen hafta oynadığımız oyuna gelen bir veteriner seyircimiz inanamadığını, sahnede gerçek bir at seyrettiğini söyledi örneğin. Bu noktada gerçek hissettirmek ne kadar önemliyse, seyircinin içtenlikle karakteri kucaklaması da bir o kadar önemli ve değerli. Bunun dışında bu durumun bir de arka planı var. Benim at ile gerçekleştirdiğim merasimlerim var mesela. Teknik taraftan arkadaşım Yasin’in – ki onun da ismini anmadan geçemem- yardımıyla kuklamı giyiyorum. Mutlaka selamlaşırım atla, her oyunda “merhaba” deyip, atımı öperim, oyun bitiminde kendisiyle vedalaşır öyle çıkarım tiyatrodan. Dolayısıyla bunlar bir ritüel haline geldi benim için. Perde açıldıktan dört dakika sonra sahneye girmeme rağmen “oyunun başlamasına on dakika var” anonsu verildiğinde kuklamı giyiyorum. Onunla hemhal oluyorum, bir anlamda O’na dönüşüyorum.
Aslında size emanet edilen tasarımınızla, aksesuarınızla, kostümünüzle o ruha bürünmeye ve o olmaya başlıyorsunuz. At dışında oyunda seyirci sizi Ahmet’in annesi ve dengbej olarak da izliyor. Sahnenin üstünde oyun aktığı esnada hızlı bir değişimle bambaşka karakterleri oynuyorsunuz. Bir oyuncu için sahnede birden fazla role girip çıkmak alışılagelmiş olsa da sizde diğerlerinden farklı olarak performansa dayalı bir at karakteri olduğu için özellikle sormak istedim; dikkatinizin dağıldığı anlar oluyor mu? Bu ruhsal ve bedensel trafiği nasıl yönetiyorsunuz?
İlk sıraya baş dengbej Yaşar Kemal’i koyduğumuzda, bunun çok büyük sorumluluğunu hissediyorsunuz. Benim en majör yaşattığım figür kır at ama diğer iki karakterim, dengbej ve anne rolü için hiçbir zaman attan daha az çalışmadım da, düşünmedim de. Bu karakterler çok daha minimal, daha az replikli olmalarına rağmen tüm bedenimle ve ruhumla onları efsanenin bir parçası olduğu bilinciyle resmetmeye çalıştım. Halen de öyle. At, daha performatif olmasına rağmen, ata harcadığım mesainin neredeyse çok yaklaşığını onlara da veriyorum. Sahne üstü gündelik dışıdır ve bunu da tüm performans sanatçıları, dansçılar ve oyuncular bilir. O gündelik dışına nasıl çıkılır noktasına baktık hep birlikte. Bu oyunda aynı zamanda bir reji dehası var. O reji dehası, bize tasarım dehasını da getirdi. Çok basit ama farklı bağlama, düğümleme gibi yöntemler, hızlı değişebilen aksesuar ve kostümler bize bambaşka dünya yarattı. Oyuncunun farklı bir karaktere girebilmesi için açılan kapıya vize veriyor. Kendi adıma yüzlerce fotoğraf baktım, binlerce özellikle dengbej videosu izledim diyebilirim. Postürleri nasıl, genel ifadeleri nasıl araştırdım. Hata yapma hakkına en çok Yiğit’li (Sertdemir) provalarda sahiptik. Bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Benim bu zamana dek çalıştığım ve hata yapma hakkına en çok sahip olduğum yönetmendir Yiğit Sertdemir. Bu nedenle ayrıca kıymetlidir ve çağdaşım olmasından da gurur duyuyorum. Provalardaki arama süreçleri sana oldukça güzel anlar ve boşluklar da veriyor. Canlandırdığın hiçbir karakter birbirine benzememeli bilinciyle yola devam ediyorsun. Bu bilinç de sadece bedensel değil, ruhsal bir ayrıştırma yaratıyor. O farkındalık sesine, bakışına, duruşuna yansıyor. Örneğin anne karakterinde yaşımın büyüdüğünü hissediyorum ve çok minik bir rol olmasına rağmen bununla ilgili bile çok farklı hikâyeler dinledim ve tabii burada en kıymetli şey de ansambl fikri. Yani biz size bir hikâye anlatıyoruz ey seyirci ve bunu size birlikte anlatıyoruz. Size Yaşar Kemal’in kelamını beraber söylüyoruz. Herkes muhteşem tasarımlarla farklı farklı karakterlere bürünüyor sahnede. Bu, olağanüstü uyumlu bir ekip tarafından kolektif şekilde anlatılan bir hikâye diyebilirim.
Bizler seyirci olarak sahnede şahane bir oyun izliyoruz. Fakat bu kalabalık kadrolu oyunun sahne arkasında da müthiş bir koşuşturması vardır diye düşünüyorum. Bize oyunun sahne arkası trafiğinden bahseder misiniz?
Biz sadece iki tam gün kostüm giyme-çıkarma-değiştirme-dönüştürme provası yaptık örneğin. Zamanlama verildi. Kaç saniyede hangi karakterin hangi kostümüne geçebiliyoruz diye bakıldı. Düğme açıp kapamalarımız, düğüm atmalarımız sahne sekanslarıyla birlikte tek tek bakıldı. İnanılmaz zamanla yarıştığımız ve doğru karakteri doğru kostüm ve aksesuarla buluşturmak zorunda olduğumuz bir sürecimiz var arkada. Yani sizlerin sahne üstünde izlediği koreografiye benzer, bir de arka tarafta bir koreografi var diyebiliriz.(gülüyor) Elbette bu kostüm değişimlerine, ya da mikrofonlarımıza yardımcı olan ekipler de var. Ama ben işini sağlama alan garantici biri olduğum için tek tek canlandırdığım tüm karakterlerin detaylarını hangi sahneden sonra ne giyiyorum ya da o kostümüm neye dönüşüyor gibi bir başlıkla kocaman bir kartona fotoğrafladım ve yazdım. Bu bir hafta boyunca benim pusulam oldu. İlk kez seyirci ile buluştuğumuz gün hem sahne önü hem sahne arkası inanılmazdı. Bir de Ağrı Dağı Efsanesi ekibi muazzam bir ekip. On beş kişiden oluşan oyuncu ekibi bir araya gelip harika bir uyum sağladı. Herkes birbiri için var orada ve herkes de bu düsturla oynuyor ve trafik yönetiyor. Söz gelimi arka tarafta birinin eteği dolandıysa, bir diğeri ona mutlaka yardım ediyor. Ama prömiyer sonrası ilk haftamız bittiğinde artık herkes tüm süreçleri netleştirmiş bir şekilde rahatlamıştı diyebilirim.

At karakterini canlandırırken performans odaklı bir yaratım olduğu için bedenen yorgunluk dışında zorlandığınız taraflar oluyor mu?
Tabii ki kuklanın bir ağırlığı var. Ama ben onu taşımıyorum, o esnada ben o oluyorum. Kuklalı veya kuklasız bir oyuncu sahnede ne kadar yoruluyorsa o kadar yoruluyorum. Çünkü taşımıyorum. Taşıma hali, bir oyuncu için gerçeklik ve o olma hissiyatını kaybettiren bir hal ve bu hal de mutlaka seyirciye geçer. Üstünüzde taşıma hissiyatı başka bir açıdan da tehlikeli. Bir görev, zorundalık biçimi yaratıyor sanki. Fizik kuralı gereği üstümde taşıyorum dediğiniz şeyin ağırlığını gitgide daha çok hissedersiniz. O şey aşama aşama ağırlaşır. Ancak ben, hem o kuklanın içinde hem dışında o figürün kendisi oluyorum. O olarak sahneye çıkıyorum.
Çok yönlü bir sanatçı olduğunuz için sormak isterim; bir oyunda oyuncu ya da performans sanatçısı olarak yer almak mı daha zahmetli, yoksa oyunun koreografisini hazırlamak mı?
Aslında zor ya da zahmet yok. Keyifle üretmek var. Bazen yaratım süreci çeşitli sebeplerden ötürü aksar. Orada zorlanma yaşanır, yani doğum gibi aslında… Veya performans sergilediğin sırada bedenin tam anlamıyla hazır değildir. Duygunun doğru yerinde değilsindir. Hani o seni biraz zorlayabilir ama ben hiçbir zaman hiçbirini zor görmedim. O yüzden bu soruya şu daha zor, bu daha kolay diyemem. Ben tüm oyunlarımda çok severek çalıştım ve çalışıyorum. Hiçbir yönetmen, proje, oyuncu ayırt etmeden büyük bir tutkuyla içinde bulunuyorum. İşimi çok seviyorum. Ama bazı işlerde, eğer içinde yoksam, sahne üstünde yer almıyorsam dans etmek istiyorum. Böyle bir açlığım, doyuramadığım bir taraf var. Koreografisini yaptığım her şeyde dans etmek istiyorum ve performans sergilediğim işlerde de koreograf olarak aşağıdan izlemek istiyorum. Bu bende bitmeyen bir açlık hissi… Her iki tarafta da olma isteği. En büyük korkum da sahneye çıkamamak, hareket edemeyecek olmak vs.
Ağrı Dağı Efsanesi oyununun broşüründe her oyuncunun birkaç cümle ile oyunu anlattığı bir bölüm var. Siz de “sadakat” diye başlamışsınız notunuza. Yaşar Kemal’in kelamını ona sadık kalarak anlatmak çok keyifli demişsiniz. Ağrı Dağı Efsanesi deyince tıpkı sadakat gibi, oyunu henüz izlememiş seyirciler için söyleyebileceğiniz kelimeler var mı?
Öncelikle liyakati bol bir iş diyebilirim. İnanılmaz bir ekip uyumu. Birbiri için var olan bir ekip var oyunda. Tabii bir de Yiğit Sertdemir’in yarattığı çok özel bir şey var; Yaşar Kemal’e sadık kalmak. Yaşar Kemal’in diline, dünya görüşüne sadık kalmak. Kısacık bir roman ama dünyalar açıyor bize. Buna sadık kalabilmek. O yüzden sadakat! O sadakati de sürdürmek, biz oyuncuların has ödevi. Bugüne sözü çok olan bir oyun. Unuttuğumuz bazı şeyler var; vicdan gibi, birlik bilinci, kolektif algı gibi… Burada kolektif bir bilinç görüyorsun, ortak akıl görüyorsun… Yaşar Kemal’in eşi geldi oyuna ve gözyaşları içinde tebrik etti bizi ve: “Yaşar Kemal burada olsaydı ayakta alkışlıyordu oyunu” dedi. Tüm ekip hep birlikte çok duygulandık.(gözleri doluyor) Oyuna hazırlanırken öyle anlarda, öyle şeyler oluyordu ki içeride, Yiğit (Sertdemir) öyle bir mizansen koyuyordu ki, ya da Senem (Oluz) ile öyle bir şey buluyorduk ki, veya Candan öyle acayip bir şey getiriyordu ki, oradan Sinem Özlek bambaşka bir şey söylüyor ve Oğuzhan Balcı tam o sırada öyle bir müzik gönderiyordu ki inanılmaz bir his oluyordu. Çünkü Yaşar Kemal demek, birleştirmek demek. Toplumu birleştirici bir yazar. Dünyaya en önemlisi ülkemize hediye gibi… Yeni neslin Yaşar Kemal ile buluşması da ayrıca önemli.

Candan Seda Balaban ve Yiğit Sertdemir ile hem kurum içi hem kurum dışında birçok farklı projede yer aldınız. Bu isimlerle çalışmak nasıl bir his diye sorsam?
Candan Seda, çok ilham veren bir sanatçı… Onunla çalışmak çok güzel ufuklar açıyor. Park, Ders gibi oyunlarda birlikte çalıştık. İnşallah nice oyunlar, projeler yaparız beraber. Çok güzel hayallerimiz var birlikte üretmek adına. Kendisi tasarımcı tanımının çok ötesinde biri… Salt tasarımcı diyemem ben kendisine. Çok önemli bir sanatçı ve çok pozitif biri… Bu anlamda çok paraleliz. Her kaosu büyük bir zarafetle alt edebiliyoruz kendisiyle. Bu anlamda çok özel bir insan… Yiğit Sertdemir, yirmi yıllık arkadaşım. O özel bir tiyatrocu, harika bir kalem, büyük bir zekâ… Hep çok hazır, hep çok çalışkan… Müthiş bir ciddiyetle yapar işini… O ciddiyeti çok seviyorum ben. Bizimkisi nadir yakalanan biraradalık. Müthiş bir güven vardır aramızda; Sessiz bir yemin gibi… Birbirimize güveniriz, birbirimizi severiz ve saygı duyarız. Bu sınırları da hiçbir zaman geçmeyiz. Bu çok değerli… Oyundaki repliğim ile özetlemek gerekirse: “Güzel, sıcak dost.” (gülümsüyor)
Koreograf, Dansçı, Oyuncu gibi mesleklerinizin yanı sıra yakın zamanda iki adet kısa film yazıp, yönetip uluslararası çapta ülkemizi temsil ettiniz hatta ödüller de aldınız. Son olarak bu projelerinizden de bahseder misiniz?
Her şey pandemi dönemi başladı. Mevcut işlerimin yanı sıra bağımsız sahnelerde kendi bağımsız işlerimi üretme gayretinde de oldum her zaman. O dönem çok bunaldığım bir zamandı. Sürekli bir şeyler okuyorum, yazıyorum, çiziyorum, arkadaşlarımla fikir alışverişinde bulunuyordum. Sıklıkla haberleştiğim oyuncu arkadaşlarım Semah Tuğsel, Derya Çetinel, Volkan Öztürk, Besim Demirkıran ve Ezgi Ketenoğlu’na proje yapma isteğimden bahsettim. Ancak sokağa çıkma yasağı vardı. Projeyi önce çevrimiçi toplantılar eşliğinde görüştük. Tiyatrolar, stüdyolar kapalı olduğu için yasakların biraz rahatladığı dönemde Derya’nın (Çetinel) evini ve bahçesini kullanmaya başladık. Başta fiziksel tiyatro niyeti ile yola çıktık. Fakat özlemin de verdiği motivasyon ile provalarımızı büyük bir disiplin ile devam ettirdik. Adeta bir buçuk ay sonra sahneye çıkacakmışız gibi çalışmaya başladık. Sonra covid vakaları daha da artıp, kısıtlar artınca sahneye bir daha çıkamama korkusu sardı hepimizi. Bu korku ile uzaktan eğitimlere, okuma provalarına, araştırmalara daha kuvvetli sarıldık. Hazırladığımız işin seyirci ile buluşmasını istiyorduk. Global taraftaki sanatçılarla da etkileşime girmeye başlayınca, fiziki olarak ayrı durmak zorunda olduğumuz bu süreç bizi birbirimize daha da yakınlaştırdı. Bu çalışmayı kısa videolar şeklinde viral bir biçimde sunmak için fikirlerini almak istediğim birkaç arkadaşımı davet ettim eve. Davetli arkadaşlarımın ortak yorumu ile çalışmanın aslında kısa film olduğunu fark ettik. Benim o zamana kadar sinema seyircisi olmak dışında herhangi bir film yapım tecrübem yoktu. Alper Yahya Yılmaz, Serdar Türkoğlu gibi isimler projeye destek verdi. Başka yol gösteren isimler de dahil oldu yolculuğumuza. Çekimleri tamamlayıp, montajı bitirince projeyi yurtdışına festivale gönderdik. Almanya’dan ilk ödülümüz geldi. Çok şaşırdım elbette. Berlin Kısa Film Festivali’nde gösterime girdi ve ödül aldı filmimiz. Daha sonra İtalya ve Çin’de gösterime girdi. Sahneden farklı olarak daha özgür yöntemlerle yaratılan bu çalışmayı çok sevdim. Çok değişik bir alan keşfetmiş oldum. Herkesin konuşarak aktardığı bir ortamda sözsüz, soyut, öncü, deneysel bir işle dikkat çekmek çok heyecanlandırdı. Bunu ikinci film takip etti. İran kadın direnişçilerinden etkilenerek yazıp yönettiğim ikinci filmde de yine oyuncu arkadaşlarımdan oluşan bir kadro ile yol aldım. YOL filmi de böyle doğdu. Yol bir yoldaşlık hikâyesi. Kendi coğrafyamızda kadın olmanın güçlüklerini ve yola rağmen neşe diye çıkabilmeyi anlattım. Bu filmde sıkı bir tasarım ekibi ile çalıştım. Bir önceki filmde olduğu gibi müziklerimizi en fazla çalıştığım yol arkadaşım, içimdeki şarkıları duyan dostum Emrah Can Yaylı yaptı. Film, İtalya, Almanya gibi ülkelerde gösterime girdi. Şu an üçüncü kısa filmim üzerinde çalışıyorum. Adı Karadut. Tesadüflerle fark ettiğim, fark edince keyif aldığım, motive olduğum ve takdir edildiğim yeni bir alan açtı bana. İddiasız iddialı bir alan benim için daha çok. Tevazu ile karşıladığım ama heyecanlandığım bir taraf. Yaptığın küçük bir şey dahi olsa geri bildirim almak, seyirci ile buluşturmak istiyorsun. Birileri tarafından fark edilmek, seyredildiğini bilmek çok keyifli bir duygu…
Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim, alkışınız bol olsun. İsminizi nice başarılı projelerde okumamız dileğiyle…
Ben teşekkür ederim, sevgilerimle.