Geçen hafta köyümüzde yazları birkaç ay yaşayan bizim gibi “dışarlıklı” bir komşumuzdan gelen “Köy Muhtarı ve azaları ile çöp sorunumuz üzerine görüşme yapmak için bir gün belirlemeye çalışıyoruz; siz de katılırsanız iyi olur” mesajına “Önemli bir işimiz çıkmazsa katılırız tabii ki“ cevabını verdim.
Şehirden köye “artık önemli işimiz çıkmasın, önemli işleri istemiyoruz hayatımızda” diye taşınmıştık oysa ki. Komşuma “Muhtarla konuşacağımız çöp sorununu biz şehirliler köye getirdik” diyemedim. Desem de anlamamakta ısrar edecek ve birçok karşı görüş ileri sürecekti.
Yaklaşık on beş yıl önce seçmen sayısı hala 110 olan, aşağı ve yukarı mahalle diye ikiye ayrılan köyümüzdeki minik arsayı alırken “köyde bizden başka şehirli var mı?” diye sormuştuk. “Bir İngiliz, bir Alman bir de Hollandalı var, şimdi bir de siz oldunuz” demişlerdi.
O zamanlar köyde bir-iki, bilemedin üç-dört çöp konteyneri olması dikkatimizi çekmişti. Köy içindeki yollar da genel olarak temiz ve bakımlıydı.
O yıllarda hala şehirde yaşıyorduk, inşaat için ara ara köye gidip gelmeye başladığımızda niye az çöp konteyneri olduğunu, olanların da hiçbir zaman ağzına kadar dolmadığını kavramaya başladık.
Çünkü komşularımız tüm çöplerini ayrıştırıyor, evsel atıklarını hayvanlarına veriyor; plastikleri su, mazot, zeytinyağı, zeytin vb, depolama ihtiyaçları için kullanıyor; kağıt ve türevi çöplerini de biriktirip ya evinin önünde ya da bahçesinde yakarak imha ediyordu.Yani anlayacağınız bizim köyümüzde o dönem muhtarla konuşacağımız bir çöp sorunumuz henüz oluşmamıştı.
Ama şimdilerde “dışarlıklıların” yoğun olduğu yaz aylarında gittikçe artan bir çöp sorunumuz var ve bu sorunumuzu toplumsal dönüşümün bir göstergesi olarak görmemek mümkün değil.
Köyümüzde hala bir bakkal bile yok, öyle bir minik köy işte. Şehirden göçüp köye yerleştiğimiz ilk zamanlar biz köye yerleşmek isterken köylülerinse bir an önce şehire göçmek istemelerine çok şaşırmış, hatta anlamakta zorlanmıştık. Meslek var mı? Yok. Eğitim? zar zor ilkokul. Hay bin kunduz. Hatta evlilik çağına gelen genç kızların aileleri “damat ya ilçede bir ev alacak ya da Kale’de” diye şart koşuyordu. Ne yapsın damat ailesi? Satıverir bir tarla ya da arsa, yap oğlana bir düğün, alıver bir evcik…
Evi aldık ama bu çocuklar nasıl geçinecek? Olsun; bizimki genç delikanlı, en kötü bir lokantada garsonluk yapar, gelin kız da evlere temizliğe gider, şehirde yaşayacaklar gari, ne gam!
Yağlarını da biz buradan göndeririz, bak zeytinlikler de artık para etmeye başladı, gerekirse satarız bir tanesini alırız bir otomobil, şoförlük yapar bizim oğlan…
Bu arada köye tamamen yerleştiğimizde yan komşumuz Hollandalı evini bir şehirliye sattı. İngiliz olan yakın zamanda vefat etti, Alman’ı ise son beş altı yıldır hiç görmüyoruz, köye gelmiyor ya da gelirse de evinden dışarı adımını atmıyor.
Köyde satılık arsa kalmadı, tamamını şehirliler aldılar ve evler yaptılar. Biz yeni komşularımız olacak diye sevindik. Köylü de “ne kadar çok dışarlıklı gelirse köyümüz o kadar değerlenir, kalkınır, gelişir” diye seviniyordu gariplerim. Dönümlerce zeytinliği olan komşularımız şehirlilerin ev inşaatlarında çalışırız, onlar olmadığı zamanlarda da bahçelerine, evlerine aylıklı bakarız, diye sevinçle el çırpıyorlardı.
Ne mi oldu? Şehirliler şehirli anlayışını da beraberinde getirdiler tabii ki; devekuşu misali. Çöp şehirli yaşam atığı. Ne yapacaktı şehirli, ağzı açık tabutlarda yaşarken çöplerini mi ayrıştıracaktı yani? Olur mu öyle şey. Şehirliler köye geldi, büyük evler yaptılar, bahçeli müstakil evleri olmasına rağmen tabut evlerde yaşadıkları gibi tüm çöplerini büyük bir iştahla çöp kutularına atmaya başladılar.
Zamanla çöp konteynerleri yetmedi, ne kadar çoğalsa da yetmez hale geldi. Burası köy, belediye yok, kim alacak çöpleri? Köylere Hizmet Götürme Birliği… İlçenin var 64 köyü. Var mı o kadar çöp toplama aracı? Yok! Ama biz çöplerimizi atmaya devam…
Efendim, köye yerleştiğimiz zamanlarda en yakın market ilçede. Köylere gezici bakkallar gelir, köylü para yerine zeytinyağı verir, karşılığında deterjan, tencere, tava, süpürge, kova, çoluk çocuğuna bisküvi, gofret, oyuncak filan alırdı. Hatta ezildiği için fabrikaya sıkmaya götürmedikleri zeytinleri verir karşılığında da patates soğan alırlardı. Senede bir kez ilçede yapılan panayırdan ya da ilçe pazarından da giyecek ihtiyaçlarını temin ederlerdi.
Dışarlılıklar köye şehirli anlayışlarını da getirdikleri için köylü kadınlar baktılar ki, komşuları marketten alışveriş yapıyor, benim neyim eksik, diye ilk önce kocalarının başının etini yemeye başladılar. Seda ablalarının ve kopyalarının TV’lerin sabah kuşaklarında adına “program” dedikleri ne idüğü belirsiz, kimliksiz yayınlarının katkılarını da göz ardı etmeyelim. Şehirli komşuları gibi olmak istediler hızlıca. Önce tavuk beslemeyi bıraktılar, sonra yoğurt yapmayı, makarna kesmeyi, salça, tereyağ yapmayı…
Artık köy pazarlarında emekli bütçesini denkleştirmek için kışlık salça yapan şehirlilere kasa kasa domates biber satıp marketten yoğurt, peynir, tavuk alıyorlar; kötü mü yani? Şehirli göçü fazlalaşınca “üç harfliler” de yakına geldiler. ilk açıldıklarında köylü komşu marketten yumurta alırken bizi görse utanır, yumurtayı saklamaya çalışırdı. Şimdi göstere göstere alıyor ne gam. O da artık bir şehirli oldu ya… Köyde toptan şehirli olduk anlayacağınız.
Çöpü sadece köylere getirmekle kalmadık bu arada, yetmedi sahillerimizi de çöplere teslim ettik.
Hemen karşımızdaki Midilli’ye gidip “adamlar ne güzel bakmışlar koylarına denizlerine, tertemiz, adada bir iskele bile yok“ diyerek gitmeyen arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatan şehirliler, bizim sahillerdeki yerel işletmelerden önce denize girmek için ufak tahta iskeleler istediler. Müşteri velinimet ya, yaptı köylü. Baktılar tahta iskele kışın yıkılıyor, bu sefer denize demir kazıklar çaktılar, iskeleleri yıkılmasın diye. Şehirli tatmin olur mu hiç, dediler ki “bir deniz üzerinde güneşlenmek de istiyoruz”. Hay hay beyim lafı mı olur, iskeleler yavaş yavaş büyüdü, gündüzleri güneşlenme, akşamları da deniz üstü meyhaneye dönüşüverdi. Artık neredeyse iskele/meyhanelerden kıyısı görünmeyen sahillerimiz var ne haber. Deniz babasının tapulu malı ya; hakkıdır. Fakir Baykurt’un tartışmasız edebiyatımızın başyapıtları arasında yerini almış “Yılanların Öcü” romanın anlattıkları neredeyse birebir yaşanmaktadır bizim buralarda.
İskele/meyhanelerin girişinde “sahillerimiz tüm halkın kullanımına açıktır, “dışarıdan yiyecek içecek getirmek yasaktır” yazılı levhalar söküldü yavaş yavaş. Şimdi bazıları deniz üstü lokantalarının girişine tabelalar koydular: “Burada denize girmek için kişi başı 600 tl harcanması zorunludur” diye…
Üstünde güneşleniyoruz, akşam da ülkeyi kurtarıyoruz. İskele altları da izmarit dahil bilumum atık dolu. Aman boşver! Dün akşam da ne kadar çok içtik… O son kadehi içmeyecektim… Ne kadar bakir bir yerdeyiz ama değil mi? Sen bir de buraları eskiden görecektin kardeşim, artık buralar da bozuldu… Bak ne diyeceğim bizim Ahmet anlattı, üç arkadaş birleşmişler ekoturizm diye bir şey varmış, almışlar tarlayı ucuz ucuz, şimdi site yapıyorlarmış. Duydun mu, Cem Yılmaz da buralardan ev almış. Geç kaldık kardeşim geç… Dur çişim geldi, bir denize girip geleyim…
Eşimin dokunması ile uyandım. “Yine uykunda konuşuyordun, rüya mı gördün” dedi? Hafifçe araladığım gözlerimi “çöp, muhtar” fısıltısı eşliğinde eşimin soran bakışlarına aldırmadan kapattım, uyku çok tatlıydı…