Çok değil, birkaç gün sonra anneler günü. Aslında söylenecek hemen her şeyi iki sanatçı, iki anne, kızlarına o kadar güzel anlatmışlar ki, ben şimdi ne söylesem bir değil, bin eksik kalmaya yazgılı…
Rüçhan Çamay‘a kulak verelim önce :
“Tertemiz, kaygısız çocukluğunun doymadan tadına büyür yavaş yavaş… Bakarsın, çiçek gibi bir genç kız olmuş… Dünyayı bir başka görür yavaş yavaş… Dostum, çaren yok sen bunu istemesen de… Bir büyük kanun var sen bilmesen de! Durdurun dünyayı ineyim desen de, duymadan sesini döner yavaş yavaş…¨
Ve Esin Afşar alıyor sözü:
“Kızım benim bal saçlım gece gözlüm… Mutsuzum… Yüreği büyük kanatsız meleğim… Bilir misin ne denli değerlisin benim için… Bilmez üzülürsün için için… Oysa sen olmasan dünya küçük, keder büyük olur… “
Pek heyecanla, sevgi, hüzün ya da özlemle andığım, beklediğim bir gün değildir, Anneler Günü.
Grimm Masalları, Kemalettin Tuğcu hikâyeleri, elbette Ayşecik filmleriyle büyümüş birinin olağan tepkisi midir, bilemem?
Bildiğim, artık maskelerin ardına sığınma yaşlarını çoktan geride bıraktığım; zaten içimden geçenleri açıklıkla söylemem, yazmam bundan nicedir.
Evet, sanılanın aksine Anneler Günü çok şey ifade etmez bana. Sıradan bir gündür.. Abartılmış, âdeta kutsanmış. Tecimsel boyut katılarak jelatinlenmiş…
Anneler Günü annesi ölmüş ya da bir biçimde uzak kalmış çocuklar için isyan, suçluluk, utanç, uzanan bir duygu sağanağıdır aslında. Kendilerini fena halde hissettikleri…
Kötü bir anım var…
İlkokuldaydık. Sessiz, içe kapanık bir kız vardı sınıfta. Arka sıralarda otururdu hep. Şimdi düşünüyorum da, uzakta kalan hayali “Çalıkuşu”ndaki Munise’yi hatırlatıyor bana. Saçları hep sımsıkı örülmüş… Siyah önlüğünü tamamlayan beyaz yakası hep biraz yana kaymış… Birsen’di adı, yoksa Eylül mü?
Öğretmen biz cici çocuklara, çalışkan, uslu, söz dinleyen, erken yatıp, erken uyanan, bir yumurtayı ( ille ve nedense ) sütle çırpan, bir dediği iki edilmemiş, şımarık kuzucuklara “Anneler Günü’nde neler yapacağımızı” sordu.
Herkes numara sırasına göre ayağa kalkıyor bir şeyler anlatıyordu… Çiçekler, Dior parfümlere dair kelimeler uçuşuyordu havada… Anneciklerden bahsediliyordu. Kimi resim yapmıştı, kimi harçlıklarını biriktirip kardeşiyle berabere bluz almıştı da. Herkes cicilik yarışındaydı… Bir gösteriş, bir gösteriş.
“Evet, Birsen… Sen?”
Ayağa kalktı usulca. Hepimiz ona dönmüştük. Sustu… Derken sert bir çıkış:
“Sana söylüyorum kızım… Uyukluyor musun ne ?”
Ufalmış gibiydi Birsen. Küçülmüştü sanki… Bir damlacık kalmıştı. Ökseye takılmış bir serçeydi o an…
“Annem yok öğretmenim…”
Sessizlik. O yaş çocukları acımasızdır. Haindir. Kötüdür hatta…
“Aa, annesi yok… Annesi yokmuş…”
Gülüşmeler oldu… Annesi var diye övünenlerin savaş çığlıklarıydı bu tepkiler. Boyalı Kuş olmanın ne demek olduğunu ilk kez ayrımsamıştım.
Birsen önüne bakıyordu. Dokunsan ağlayacak… Kirpikleri titriyordu…
Öğretmen elindeki tahta cetveli masaya vurdu. “Susun,” dedi.”Yazılı yoklama yaparım şimdi..” Tehdit yazılı yoklamaydı… Tehdit ve ceza kırık not vermekti.
Birsen’in hep bir yana kaymış beyaz (kolasız, biraz eprimiş) yakasına takıldı gözüm… Kimse fark etmeden boynumdaki düğmeyi çözdüm… O kola serti yakayı yana doğru ittim…
“Pınar, sen anlat bakalım..”
Sınıfın en çalışkanıydım ya… Hani okumayı herkesler önce sökmüş, göğsüne kırmızı kurdele takılmış, şiirlerini ezberlemiş, hep sözlü ve yazılı sınavlara hazır, ev ödevlerini eksiksiz ve herkesten fazla yapan…
“Bilmem.. Bir şey düşünmedim öğretmenim…” dedim. Öğretmenin gözleri iri iri açıldı… Belli ki hiç ummadığı bir yanıttı bu. Üstelik benden… O uslu, cici çocuk; öfkeyle, şaşkınlıkla süzdü beni.
O günün ardından Mayıs’ın ikinci pazarına karşı hep sağır ve kör kaldım. Birsen’in o ufacık bırakılışına, savunmasızlığına tanıklık ettiğim için… O kalabalıktaki ıssızlığı ilk o zaman kanımda hissettiğim için. Zaten çok mutlu bir çocuk da değildim… Yüzümde tikler, hırçın, yemek yemeyen, huysuz. Ve iyi ki romanlar vardı. Filiz Akın‘lı filmler ve Filiz Akın ile simgelenen uçsuz bucaksız güzellikler…
Annem hayattayken de, sonrasında da Anneler Günü’ne hep soğuk baktım, özetle. Şimdi de duygularım pek farklı değil.
Birsen! O derste tek başınaydı. Unutmadım, hiç unutmadım…
Son söz gibiydi. Ama değil. Ne çok yüzleşmeden, ödeşmeden çıkıp gelinen yaşlardayım artık. Beğenmediğimi söylediğim… Birilerine ille de cici gözükmek için rol yapmadığım.
Yine de bazı fotoğraflar var, bellekte kalan. Sabitlenmiş. Birsen’in fotoğrafı gibi.
Şimdi anlatabildim mi, bilemem Anneler Günü’ne neden mesafeli kaldığımı… O küçücük çocuğa nispet yapmışlar, yokluğu ve duyumsadığı yoksunluğu yüzüne çarpmışlardı.
Ve şimdi yine, Anneler Günü…
Birsen’i hatırlıyorum… V e Anneler Günü için belki de en olmadık yazıyı yazdığımı da biliyorum.
12 Mayıs Anneler Günü; Her sevincin, her mutluluğun bir sonrakinin çekirdeğini oluşturduğu, sizi kuşatan sevgilerin hiç solmadığı zamanların başlangıcı olsun..