“Bak… Avucumun içinde bir iz var. Beni doğuran kadının, beni boğan elleri gibi. Ben onun doğurduğu ama öldüremediği kızıyım! Tırnak izlerini kazıyıp bırakmış tenimin içinde. Adımı kanla yazmış alnıma.”
Oyun yazarı Elçin Gürler ile ilk tanışmam “Takma Kirpikler” adlı eseriyle olmuştu. Sonrasında “Aliyev”, “Roma’da Bir Cinayet” ve özellikle kendisini bambaşka bir noktaya eriştiren “Gabo İllias”, “Mavi Müzikhol”.
İtiraf etmeliyim ki Elçin Gürler’in “Gabo İllias” ve “Mavi Müzikhol”de elde ettiği başarıların ardından yazacağı yeni oyunu çok merak ediyordum. Ve beklediğim tekst bana ulaştı.
“Ben yaptım. Ben oynadım. Ben girdim o süslü yalıya!
O kapılardan geçtim. ‘Hanımefendi’ oldum.
‘Gelin’ oldum. ‘Anne’ oldum. ‘Günahkâr’ oldum.
Ama hiçbir zaman kendim olamadım!”
Bundan tam yüz yirmi beş yıl öncesi… İstanbul. Bir kadın. Adı Emma, Anna veya Bihter. Evet, Bihter. Ve günümüzde yani 2025 senesinin Mayıs’ında yaşayan bir diğer kadın, onun adı da Bihter. Aynı yüzü taşıyan, birbirine bir su damlası kadar benzeyip bunca farklı olan iki genç kadın. Her ikisi de annelerinin kaderiydiler aslında. Hem kurban, hem suçlu, hem tuz, hem yaraydılar. Fonda hep Chopin prelüdleri… Varsın birbirleri için öteki, birbirleri için yansı ve gerçek olsunlar, ne fark ederdi ki? O kadının, Firdevs Hanım’ın kızıydılar. Hayat sandıkları mezardan çıkmak için sadece sevmek istediler… Ve bir de Adnan Bey’in eşi olmak… Evet, bu unvanı istediler en çok. Sonsuz trajedi de, bitmeyen hesaplaşma da böyle başladı, işte. Birbirlerini ufunetli yaraları, kırılmış hayalleriyle tanımaya hazırdılar artık.
“O adamın zevcesiyim… O genç adamın aşığı… Validem
diyemediğim kadının kaderi…”
“O adamın eşi miyim? O genç adamın oyuncağı mı?
Annem olamayan kadının tekrarı mı?”
Ve gün geldi bir şarkıda buluştular ses ve yankı gibi:
“Kendini topla, bir nefes al,
Her an, her yerde, sen varsın hâlâ,
Tek başına, ama Bihter’sin sen,
Aşkın ötesinde, ihanetin tam kenarında.
Zaman durur, dünya biter,
Sen hep oradaydın, hiçbir şey seni silemez.
Kendini bul, yolun bu artık,
Bihter’sin sen, karanlıkta bile parlayacaksın.
Kalbinde savaşlar, gözlerinde hüzün,
Ama zafer hep içinde, sen büyüyorsun.
Kendini topla, asla pes etme,
Bihter’sin sen, bu hikâye bitmeyecek asla!”
Bir prova sonrası Elçin Gürler ile “Bihter”i konuştuk.

Hayatın önünde koşan oyunlar yazdın hep. Bu defa Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”sundan yola çıkıp, “Bihter”i kaleme aldın. Firdevs, Nihat, Peyker, Adnan, Nihal, Bülend, Behlül, Matmazel De Courton, Nesrin, Şayeste’li sayfalara, Göksu, Kanlıca, Hisar, Paşabahçe, Kalender’e uzanan kayık sefalarına ve günümüze taşıdın bizi. Bunca mekan ve zaman kayması… Bu proje nasıl gelişti? Ya da neden “Aşk- ı Memnu”? Neden sadece “Bihter”?
Bir oyun yazarı olarak Türk edebiyatıyla geç tanıştım. Özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemine ait metinlerin, Osmanlıca yazıldıkları için yeterince okunmadığını fark ettim. “Aşk-ı Memnû”, diziler sayesinde hikâye olarak tanınıyor belki ama edebi ve psikolojik katmanları çoğu zaman atlanıyor. Halit Ziya’nın “Kırık Hayatlar’ını bir diziye uyarlama sürecinde çalışmıştım, ardından “Mai ve Siyah”ı okudum. Ve yeniden döndüğümde “Aşk-ı Memnû’nun sadece bir yasak aşk hikâyesi değil, çok güçlü bir karakter çözümlemesi içerdiğini gördüm.
Yasak aşk teması, dünya edebiyatında Madam Bovary, Anna Karenina gibi karakterlerle özdeşleşmişken, bizde Halit Ziya bu duyguyu çok katmanlı, çok kültürlü bir bağlamda ele almış. Ama çoğu kez olduğu gibi, bu hikâyede de suç kadına yükleniyor. Oysa mesele, kadının kendi seçimlerini yapamaması; birey olamadan, evliliği bir kaçış yolu olarak görmesi. Anna Karenina’yı yeniden yazmayı düşünürken aslında çok bildiğimiz “Aşk-ı Memûu”ya yeniden, ama başka bir gözle bakmak istedim.
Yapmak istediğim şey bir uyarlama değil, bir yeniden yazımdı. Bihter’i merkeze alarak, onun üzerinden kadın, cinsellik ve dönem-günümüz çatışmasını ele almak bana hem daha özgür hem de söyleyecek daha fazla şey sunan bir alan açtı. Dünya tiyatrosunda Medea gibi karakterler nasıl yıllar içinde yeniden okunuyorsa, ben de “Neden bizim Bihter’imiz de böyle olmasın?” diye düşündüm.
İlk versiyonu tek kişilik ve üç zamanlıydı: geçmiş, şimdi ve gelecek. Ama yönetmenimiz Taner Tunçay’la çalışmaya başladıktan sonra, sahnede yalnızca geçmiş ve şimdiyi göstermek üzerine karar verdik. Distopik gelecek katmanını çıkardık. Bu sayede, iki zaman arasında sıkışıp kalan iki farklı Bihter yaratmak mümkün oldu. Bu, dramaturjik olarak bana çok şey kattı. Cumhuriyet öncesi döneme olan ilgim, dönemin alafranga yaşantısını bugünle kontrastlayarak sahneye taşımamı sağladı. Geçmişin estetiğiyle bugünün kırılganlığı arasında kurulan bu çatışma, Bihter’in sonsuz bir hikâyeye dönüşmesinin önünü açtı.
Bihter karakterlerini ikiz oyuncuların yaşar kılması, hiç kuşkusuz, oyuna çok şey katmakta? Bu durum nasıl gelişti?
Sahnede hem 1900’lerin Bihter’i hem de günümüz Bihter’i yer alıyor. Başlangıçta benzer gibi görünen ama ilerledikçe çatışan, dönüşen, ayrışan iki farklı kadın… Bu yapı yalnızca iki karakter arasında bir karşıtlık kurmakla kalmıyor, aynı zamanda oyunculuk düzleminde de çok katmanlı bir alan açıyor. Metnin alt katmanlarında ise aslında bir tür paralel evren kurgusu var: “Aynı hayat başka bir çağda nasıl yaşanırdı?” sorusunu sürekli diri tutan bir yapı. Bu da iki Bihter’i fiziksel olarak da birbirine çok benzeyen, hatta ikiz oyuncularla oynamayı olağanüstü etkileyici kılıyor.
Bu noktada yönetmenimiz Taner Tunçay’ın vizyonunu özellikle vurgulamak isterim. Daha ilk okumada, metnin ikiz oyuncularla sahnelendiğinde çok daha çarpıcı bir yapıya kavuşacağını sezdi ve bunu kararlılıkla savundu. Oyuncu seçimindeki titizliği ve rejisel kararlılığı sayesinde Bihter metni yalnızca sahnelenmedi, sahnede çoğaldı, derinleşti. Taner’in yönetmen olarak bu tür metinlere gösterdiği yaratıcı yaklaşım ve risk alma cesareti, Bihter: Sonsuz Hikâye’nin görsel ve duygusal düzlemini belirleyen temel unsurlardan biri oldu.
Belki ileride, bu oyun birbirine hiç benzemeyen iki oyuncuyla da sahnelenebilir ve metin yeni bir katman daha kazanır. Ama ikiz oyuncularla yapılan bu ilk sahneleme, Bihter’in bölünmüş ruh hâlini, içsel çatışmasını ve zamana karşı mücadelesini çok güçlü biçimde görünür kılıyor. Ve bu da seyirciyle kurulan bağı daha derin, daha sarsıcı hale getiriyor.
Bihter, evet Bihter kim aslında? Hangi Bihter daha hasarlı?
Bihter, Halit Ziya’nın romanında çocukluğuna sıkışmış, seçim hakkı hiç tanınmamış bir kadın. Firdevs Hanım’la ilişkisi, açık bir Elektra Kompleksiyle örülü. Ait olduğu çevrede sadece bir “güzellik” unsuru olarak konumlandırılmış. Yasak aşk onun için bir özgürlük denemesi ama sonuçta annesinden devraldığı trajediyi tekrar ediyor. Benim hikâyemde eklenen günümüz Bihter’i de aynı çıkmazlarla yüzleşiyor. Akademik olarak güçlü, sanatla ilgilenen ama çevresi tarafından hâlâ “kadın” kimliğiyle sınırlanan biri. Ancak o, güzelliğinin ötesinde var olma cesaretini taşıyor. Sessiz kalmıyor, suçlanan değil konuşan taraf oluyor. Hikâyedeki herkesin yüzüne, kendi hakikatiyle ayna tutuyor. Oysa 1900’lerin görece daha özgür, alafranga dünyasında bile kadın, ancak evlenerek varlık kazanabilen bir tür köleydi.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
Bu noktada günümüz Bihter’i daha cesur, daha açık sözlü ama aynı zamanda daha az hasarlı. Çünkü yalnızca bir aşkın değil, sistemin, geleneğin, aile dinamiklerinin yükünü de sırtında taşıyor. Yasak aşk onun için bir düşüş değil, bir uyanışa dönüşüyor. Ben, insanın kusurlarıyla tamamlandığına inanıyorum. En güçlü kadınlar en çok hasar almış olanlardır. Bazısı o hasardan ölümü seçer, bazısı küllerinden kendini yeniden inşa eder. Bihter’in trajedisi de tam burada: hatasını taşıyabilen, acısından yeni bir dil kurabilen bir kadına dönüşmesi.
İki ayrı dönemi, iki ayrı ama aynı karakteri tek bir hayat içinde sunmak… Risk aldığını düşündün mü?
Elbette riskliydi. Ama tiyatro dediğimiz şey biraz da bu değil mi? Bilinen bir karakteri, Bihter’i, iki farklı çağda ama aynı yazgının kıyısında yürütmek… Bu, sadece anlatıyı değil, seyircinin belleğini de ikiye bölmek anlamına geliyor. 1900’lerin Bihter’i ile 2025’in Bihter’i aynı kadının farklı zamandaki yankısı gibi değil; aynı kadının iki ayrı versiyonu gibi yazıldı. Bu da metni gerçek bir ayna labirentine dönüştürdü. Aynı acıya farklı kelimelerle, aynı çıkmaza farklı yollarla varıyorlar.
Risk almayı göze aldım çünkü sahnede görmek istediğim şey; karakterin değil, insanın zamandan bağımsız trajedisiydi. Halit Ziya’nın Bihter’i romanın içinde boğulan, annesinin gölgesinde ezilen bir kadındı. Benim Bihter’im ise o gölgeyle hesaplaşmaya çalışan, aynı döngüyü kırmak isteyen biri. Bu çatışmayı görünür kılmak için zamanı kırmam gerekiyordu.
Ama en önemlisi, bu riski tek başıma almadım. Çok iyi bir ekiple çalıştım. Bu projeyi ortak yapım olarak gerçekleştirdiğimiz Theater 28’in kurucusu Ufuk Güldü, en başından beri metni bitirmem konusunda beni cesaretlendirdi. Özellikle feminist söylem noktasında destekleyici tavrı, yazma sürecimi özgürleştirdi. Yönetmenimiz Taner Tunçay, metni sadece sahneye koymadı; sağlam bir dramaturjiyle yeniden inşa etti. Aynı zamanda dekor tasarımını da üstlenerek oyunun görsel dünyasını titizlikle kurdu. Bu kadar işinin ehli bir yönetmene metni teslim etmek, yazar olarak insanı inanılmaz rahatlatıyor.
Hareket düzeni ve kostüm tasarımı Tuğba Eskicioğlu’nun ellerinden çıktı. Gerçek bir sanatçı olarak projeye hep inandı ve ortaya muazzam bir iş koydu. Ses ve efekt tasarımı Batuhan Parlak’ın incelikli yaklaşımıyla biçimlendi. Oyunun atmosferine ruh katan ışık tasarımı ise Serdal Ece’ye ait; sahnedeki dünyamızın tüm ışıltısı onun fırçasından yansıdı. Tanıtım görsellerimiz ve teaser’ımız Boran Uygun yönetmenliğinde, yapım asistanı Nisa Uysal’la birlikte hazırlandı. Onlar da bu hikâyeyi baştan beri sahiplendiler.
Ses operatörlüğünde Aslı Kar ve Melih Koşan’ın katkıları, prova sürecinden sahneye kadar bana büyük bir güven verdi. Ve tabii ki oyuncularımız Melissa ve Merih Dilber’in heyecanı, oyunculukları ve karaktere kattıkları derinlik sayesinde, bütün riskler ve korkular kafamdan silinip gitti.
İki Bihter’in karşı karşıya geldiği, aynı soruyu farklı zamanlarda sordukları o an: “Ben kimim?” İşte o cevabı birlikte arayan bu büyük ekip sayesinde, sahnede tek bir hayatın binlerce yankısı duyulur hale geldi. Bihter artık bir dönemin değil, bütün zamanların kadınına dönüşebildi.
Oyunda dış seslere yer verilmiş. Kim hangi karakterleri sesiyle yorumladı?
Oyunu ilk yazdığımda arkadaki barkovizyonda kısa film ve dijital anlatım unsurlarını kullanmayı düşünüyordum. Görsel destekle karakterlerin zihinlerde canlanmasını hedeflemiştim. Ancak yönetmenimiz Taner Tunçay, bu karakterleri sahnede “görmek” yerine sadece “duymanın” seyircinin hayal gücünü harekete geçireceğini ve anlatının şiirselliğine hizmet edeceğini söyledi. Bu yaklaşım beni çok etkiledi ve yönümü tamamen değiştirdi.
Sonuçta dış sesler, sahnedeki iki Bihter’in dünyasını çevreleyen ama onlara dokunamayan hayalet karakterler gibi konumlandı. Firdevs Hanım’ı güçlü sesiyle Ayşen İnci, Adnan Bey’i Hakan Bilgin, Behlül’ü Can Şıkyıldız, Nihat’ı Muharrem Uğurlu, Peyker’i Yasemin Öztürk, Nihal’i Nisa Uysal, Bülent’i ise Uras Kurşun seslendirdi. Her biri karakterin ruh hâline sadık kalarak, abartıya kaçmadan ama hikâyeye derinlik katan tonlarla bu dünyaya ses oldular.
Yönetmenimiz özellikle seslerde “fazla oyun” olmasını istemedi. Çünkü burada amaç teatral bir ses performansı değil; karakterlerin bellekteki yankısını duyurmaktı. Bu nedenle ses tasarımı olabildiğince incelikli işlendi. Her ses, bir gölge gibi sahnede dolaşıyor ama dikkat çekmeden atmosferi örüyor. Bu bütünlüğü kuran kişi ise Batuhan Parlak. Tüm ses ve efektleri büyük bir özenle işledi; seslerin duygu geçişlerini, zaman sıçramalarını ve karakter psikolojilerini adeta bir ses koreografisi gibi tasarladı.
Bu yaklaşım sayesinde seyirci, karakterleri kendi zihninde kurabiliyor; duyduğu her ses, sahnedeki duygusal rezonansa yankı yapıyor. Ve belki de en güzeli şu: O sesler, Bihter’in hayatındaki herkesin uzakta kalmış, silinmiş ama izi hâlâ kalan yankıları gibi davranıyor. Oyunun sesi, sahnedeki sessizlikle birlikte çalışıyor. Ve bu, seyircinin iç sesiyle buluştuğunda oyun tamamlanıyor.
Yazar olarak, sahneye taşınan eserinden memnun kaldın mı? Yoksa keşke şurası şöyle aktarılsaydı, diye iç geçirdiğin oldu mu?

Ben dramatik yazarlığın hiçbir zaman “tamamlandım” denebilecek bir alan olduğunu düşünmüyorum. Tiyatro yaşayan, her sahnelenişte dönüşen, yeniden şekillenen bir organizma gibi. O yüzden bir metnin sahnede hayat bulduğu an, aslında onun yolculuğunun başlangıcıdır.
Geçmişte sahnelenen oyunlarıma baktığımda, her prömiyerde büyük bir heyecan hissettim. Türkiye’de tiyatro yapmak başlı başına zorlu bir yolculuk. Ama yazarlık da sürekli gelişen, dönüşen bir süreç. Bugün o metinleri yeniden kaleme alsam, başka türlü kuracağım bölümler olduğunu biliyorum. Bu bir eksiklik değil; tersine gelişimin, yeniden düşünmenin, yeniden öğrenmenin doğal bir parçası. Çünkü ben hiçbir zaman “oldum” diyen bir yazar olmadım; her proje beni yeniden inşa ediyor.
Tiyatroda yaşanan teknik ya da ekonomik sıkıntılar zaman zaman metnin potansiyelini sınırlayabiliyor. Ama şuna yürekten inanıyorum: iyi yazılmış bir metin ve güçlü bir oyunculuk bu aksaklıkların çoğunu perde arkasında bırakabilir.
Yazma ve her şeye, her zorluğa karşın tiyatro yapma sürecim bana tiyatronun aslında ne kadar kolektif bir sanat olduğunu da gösterdi. Kiminle yol yürüdüğünüz, kiminle aynı hayalin peşinden koştuğunuz her şeyden önemli. İlk başladığım zamandan bugüne geldiğimizde, yeniden çalışmak isteyeceğim insanları, beni ileri taşıyanları ve birlikte üretmenin heyecanını gerçekten hissettiklerimi çok daha net görüyorum artık. Ve tıpkı “Bihter”in olması gerektiği gibi kendimi daha iyi ifade edebiliyorum, kırmadan ama korkmadan!
O yüzden bu yolculukta “keşke”lerim değil, “iyi ki”lerim var. Ve o iyi kilerle gelişmeye, dönüşmeye, yazmaya devam edeceğim.
Bir gecenin son, bir sabahın ilk saatleriydi. Bihter kararını çoktan vermişti. Gidecekti.
“Peki ya siz? Siz kendi hikâyenizi mi yaşıyorsunuz?
Başkalarının yazdığı rolleri mi oynuyorsunuz? Beni
‘yoldan çıktı’ dediniz. Beni ‘namussuz’ dediniz.
Beni ‘annelik yapamadı’ dediniz. Ama beni asıl öldüren,
beni hiçbir zaman duymamanızdı. Ama artık susmuyorum.
Ben sustukça siz konuştunuz.
Ben eğildikçe siz yükseldiniz.
Ben sevdikçe siz beni cezalandırdınız. Ama bu defa, ben
yazıyorum. Benim adımı şimdi unutmayacaksınız.”
Pencereden içeri süzülen mercan renkli bir ziya, saçına düşmüştü. Rıhtıma çarpan dalgaların sesini dinledi bir an. Yitik ruhlar, peşini bırakmayan hayaletler arasındaydı Bihter. Hüznün, acının doruğuyla, yalnızlığın sıfır noktası arasında dönüp dolaşan hesaplamalardan yorgundu nicedir. Bu nasıl bir buluşma, bir kader kesişmesiydi? Nasıl?
“Bihter, Sonsuz Hikaye”
Yazan: Elçin Gürler
Yöneten: Taner Tunçay
Yapımcı: Theater 28 – Nova Oyun Yapım
Oyuncular: Merih Dilber, Melissa Dilber
Işık Tasarımı: Serdal Ece
Kostüm & Hareket Düzeni: Tuğba Eskicioğlu