Merhaba Günışığı,
Evet, güneşin milyarlarca çocuğundan biridir adın. Günışığı, dünyaya iner her sabah. Yeryüzündeki her şeyin, insanların ve senin gibi güzel çocukların üstüne konar. Sizlerle, her şeyle dost olur.
Onları soğuktan korur. Onun gibi milyarlarcasını bu güzel eylem ve karanlığı süpürmek için gönderen güneş ana bir amaçla ışınlarını geri çağırır. Bu kez aynı sevdayı, dünyanın diğer yüzünde sürdürmeleri için.
Onlara kolaylık olsun diye dünya da güneş anaya yardımcı olur. Durmadan karartılan yüzünü ona çevirir. Neresinde karanlık, soğuk, kötülük varsa ve çoksa güneş ışığı orada daha etkili, dik, devingen olur.
İşte, benzer bir sevdanın, devingenliğin, sevecenliğin örneklerinden birisin. Kararlısın, meraklısın. Öğrenmek, sorgulamak, karşı durmak kişiliğinin kanıtı bence… Mektuplarından anlıyorum. Şiire sevdalısın. Şiiri sevenin, gerçeği, hayatı, güzellikleri sahipleneceği düşüncesindeyim.
Bütün çocuklar/Aynı dünyada/Yaşarlar da
Neden büyükleri/Ayrı ayrı dünyalarda
Yoksa arasında/Eşit bölüşmedikleri /Oyuncakları mı var
Yalvaç Ural’ın “Kulağımdaki Küçük Çan” isimli şiir kitabından çok etkilendiğini, onu sevdiğini ve mektubuna da üç şiirini eklediğini yazıyorsun.
Söylesene babacığım/dünyada neler oluyor
Barışın gül/eri niçin soluyor
Ve neden öldürülüyor/Yurtsever insanlar
Yoksa/Behrengi ağabeyin/Sevda Masalı’ndaki
Yavru güvercinleri mi/O kafesleri kıranlar
şiiriyle, önemli bir sorunu kanıksamayalım, üzerinde duralım. İnsanların hakkı olan güzel bir dünya ve barış için uğraşalım istiyorsun. “İran” sözcüğü yerine “dünya”yı, “Şiraz” yerine de “barış”ı koyarak. Devekuşu olmanın, at gözlüğü takmanın kimseyi kurtaramayacağını belirtmek ister gibi. Yetiniyor musun, ne gezer… İzleyene asıl göstermek istediğini, fırça darbeleriyle, renklerle, öne çıkaran ressamlar gibi davranıyorsun. Çocuk sana aşk olsun.
Benzemez kırlangıçlara/Küçük serçe/Yurdunu çok sever
Yazı da geçirir/Kışı da/Hele kar yağınca
Pencere önlerinde/Tir tir titrerken serçeler
Kırlangıçlar bir de/Yuvalarının kapısını sıvayıp gider
İşte bununla, bir ressam gibi sahiplenmeyi, direngenliği; iyiye, güzele, gerçeğe taraf olmayı öne çıkarıyorsun. Tenine batırmak ister gibi duyarsızların. Özgürleşme tutkusuyla birlikte yaşamı güzelleştirip toplumu özgürleştirmeyi amaçlamayı savunduğunu söyleyen nice sözde aydına, sanatçıya haddini bildiriyorsun.
Dostum, arkadaşım Günışığı,
Dediğin gibi “serçe” yurtseverdir. İnançlıdır. Direngendir. “Kırlangıç” olanı, malını, kendini sever, düşünür. Önce can sonra canan der. Bireycidir. Bencildir. At gözlüğünü kullanır. Fırtınada devekuşu olur. Kasırgada, soğuklarda alır başını gider, kalanları düşünmez. Sevdalıları bırakıp kaçan insan gibidir yani. Şimdi mademki sözü şiirden açtık, sürdürdük.
Sana Haydar Ünal’dan bahsetmek istiyorum. Şair. 1965, Sulakyurt / Kırıkkale doğumlu. Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunudur. Özgen Seçkin’le birlikte benim de bulunduğum Damar dergisini kurdu. Yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Edebiyatçılar Derneğinin kurucularından olan Ünal, derneğin ve KIBATEK’in saymanlığını yürüttü. Edebiyatçılar Derneğinin genel sekreter yardımcılığını da yaptı. Şiirleri, Gerçek Sanat, Agora, Evrensel, Damar, Edebiyat ve Eleştiri gibi pek çok dergide yer aldı. 1989’da Petrol-İş Sendikası Şiir Ödülünü, Gelseydin O Gün’le aldı. 2001’de Sağlık Emekçileri Sendikası(SES) Şiir ve aynı yıl Sunullah Arısoy Şiir Ödülünü de aldı. Ankara’ya dönerken, İzmir’e yanıma geldi ve bir gün misafirimiz oldu. Şiirlerinde aşk, ölüm, hüzün, yolculuklar gibi temaları toplumsal özgürlük anlayışlarıyla işleyerek bireysel acıları toplumsal sorunlarla bağlantılar.
Sığmadım (1991), Yüzümdeki Nehir (1994), Gelseydin O Gün (2002) adlı şiir kitapları yayımlandı. Uzun süre şiiri bıraktı. Kendisini ailesine, işine adadı. Birkaç yıl önce de dergilerde görünerek şiire dönüş yaptı.
Duyarlıdır, içtendir. Ülkesini, insanını, inancını seviyor. Bununla yetinmiyor; dünyayı, bütün ezilen insanları da. Sonra, karşı koymayı çirkinliklere; şiiri, sanatı, yaşamı, paylaşmayı, güzellikleri de… Sessiz, samimi, “küçük serçe”n gibi ama inanmış insan… Namuslu, özverili… Yaşama güzelliklerin egemen olmasını istiyor. Herkesin mutlu olması, acılanmaması için. Bu uğurda çoğu gibi geçirdiği, geçirmekte olduğu “soğuk”lar, “kış”lar var. Mayıslarda, haziranlarda, temmuzlarda, eylüllerde üstüne yağan… Bunu “Sığmadım”* dan öğreniyoruz. Düşün, şiiri seven çocuk, hayata sevdalı Günışığı;
Serçeler sığabilir mi;/ Kırdım sırça vazoları
Saraylara sığmadım
Kirli utancın gizlediği kapıları erittim
Yorgun düştü avuçlarımda tanrılar
Tapmaklara sığmadım
Sevdasından, inancından dolayı “saraylara”, “tapınaklara” sığmayan “uykuların”ın “hoyrat çığlıklarla bölündüğü o gecelerde” küçük “serçe” nereye sığınır? Ondan öğrenelim:
Gelip saçlarına sığındım
Ve gözlerinden başka sığınacak yerim yok
Tek sığmağım/Onur kalesi gözleri oluyor annemin
Zamanın deprem çizgileriyle kaynadığı
yerlerde, insanın ‘bültenler ismiyle başlarsa’
yüzünü saklayacak bir yeri olmaz, yukarıdaki dizelerin çağrıştırdığı sığınaklardan başka.
Sevgili Günışığı,
Diyorum ki her kitap (biçim ve tür: olarak birbirinden farklı olsalar da) birer konuşma salonudur. Onu satın alan, dinleyicisidir. Kitaptakiler de (şairin-yazarın) konuşmacının sözcüklerle, dizelerle söylediği konular bütünüdür. Bir bakıma, böyle değil mi? İşte Haydar Ünal, söyleyeceği olan biri. “Sığmadım”da onun salonda söylediklerinin bütünü. Bunu edinme olanağı bulan da dinleyicisidir… Başlangıçta zorlanıyor. İlk kez, dinleyici önüne çıkmasının sonucu olan heyecanından dolayı yer yer dili tutuluyor sanki. Kendini daha iyi anlatmak kaygısından ötürü çoğunlukla benzer dizeler, bölümler, imgeler, benzetmeler kuruyor.
Sınırlı sözcükle olduğunca güzel konuşmaya, izleyeni sıkmamaya çalışan konuşmacı gibi. Hatta kimi yerlerde burukluk yaratıyor. Bıkkınlık vermiyor asla. Dediğim gibi heyecanındandır. Kitle karşısında konuşma rahatlığı olmayan birisinin tavrından çok, iyi bildiği şeylere nereden başlayacağı, karşısındakinin nabzını elinde tutma çabasından kaynaklanan türdendir bu heyecanı… Ama bir süre sonra açıldığını, heyecanını yendiğini, netleştiğini, kendini iyi ifade ettiğini görürsün. Yolunu bulan suyun düzenli akışı örneğine benzetebiliriz bunu. Konuşmasının girişinden sonraki “gelişme” ve “sonuç”ta bizi kendine çekiyor. Kendini dinlettiriyor. Hele hele “sonuç”a yaklaştıkça bütünüyle sarsıyor. İlginizi uyandıran konuşmacının damdan düşer gibi sözünü kesmesi hoşunuza gitmiyor.
Şimdi, kendini, söylemek istediğini daha iyi anlatmak kaygısından ötürü benzer dizeler, imgesel benzetmeler, imgeler kuruyor dedim ya; şimdi sana bunlardan çarpıcı olanlarını göstereyim. Diğerleri konuşmasının içinde kaybolduğundan önemli değil; yalnız, vereceklerim iyice sindirilmediğinden, içselleştirilmediğinden oldukça uç duruyor. Asla bütünü zedelemiyor. Yani şiir için geçerli olan, seçerek azaltmaya ters düşmüyor. Konuşmasının adı olan “sığmadım” sözcüğü gibi bu örnekler de bütünü birbirine bağlıyor, vagonları birbirine bağlayan karıncalar gibi. Ya da alçı görevi, çimento işlevi gibi… Fakat bu denli yinelemeler şiiri zayıflatmasa bile estetiğini incittiği inancındayım.
Zaman, insan, sığınak, gül, kır çiçeği, söğüt, ıssızlık, özlem, sevgi, sıcaklık, yaşam, yağmur, mayıs, girdap, yürek, gökyüzü, rüzgâr, çığlık, mevsim… kuş, kanat… nehir, sular…
Bu sözcüklerle yapılan dizeler, imgeler, benzetmeler çoklukta olmasına karşın, düşünceyi, duyguyu, kendisini söyleten şeyleri verebilmesi açısından zorunluluk gösteriyor. Yerinde kullanılıyor. Aşağıdaki yinelemeler şiirin estetiğini incitiyor, vermek istediğini yerine getiriyor olmasına karşın.
içimdeki yangınla barışık / traş oldum aynalarla barışık
kırılmış bir ayna gibi dökülüyor gökyüzü
kırılmış bir aynadır yeryüzü
Gecikmiş bir gülün aynasında
Üstümüzde bıçaklanmış (bir) gökyüzü
bıçaklanmış gülüşlerle
Acılarımı bıçaklayıp/Acımı bıçaklayıp öldürdüm
Tepkimelere giriyor zaman/Tepkimeler içindeyken zaman
Bir ağdalı gülüş mü yoksa…/Ağdalı bir zaman vardı
Köşedeki simitçinin…/Simitçi çığlıkları kırıyor camlarımı
Ve alnımdaki deli bir ağrı/alnımdaki deli bir ağrı
Alnımdaki bu deli ağrı/Alnıma vuran dağ yeli
Sanki özlemini çektiğimiz bir bayram arifesindeyiz
Yüreğimde bir bayram arifesi
Yüreklerde bir bayram arifesi.
Süzüldüm sevdalı suların imbiğinden
Baharların imbiğinden geçerek…
Kırılmış ıslıklar…/Kırılan gülüşlerle…
tüm sözcükler kırılır/kırık camlardan havayı.. .
kırık çizgilerine örülen sevda.. .
kırık fırtınanın sepetlerini…
kırık aynalar gibiydi yüzleri…
Ağzımda kırılmış cam parçaları…
gece kanadı bir yerinden/kanadı bir yerinden uyku
Bütün kanatlarını açmış…/akşamın kanatları…
açarım kanatlarımı…
kanatlarında gökyüzü/dört iklimi taşıyarak kanatlarında
o boz kanatlı üveyikle
kanatlı güvercinler/açarım çifte kanat göğsümü
rüzgârın kanatlarındaki yalnızlığı..
vurdukça kanatlarımı
Zıpkın yemiş balık gibi gerilerek yüzüm
Belki bir yavru balıktım azgın girdaplar ortasında
etimde binlerce zıpkın
Bozuk iklimler içinde/iklimi bozuk mevsimler
iklimi bozuk rüzgârlar
Pervasız kuşlarla gelen mutluluklara
dalında kınalı bir kuş oldum
Belki bir kuştum göklerde pervasız
Uçan kuşlar dinledi/Göçmen kuşlar gibi
ansızın bir kuş olurum kırlarda
Uzak diyarlardan kuşlar geliyor
Beni bekleyen kuşlara haber uçurmalıyım
Kırmızı bulutlar.. .
Kırmızı bulutlara takılır ayaklarımız
Kırmızıya kesilen ufuklarda
kırmızı bir iImek gibi/Kırmızı bir çiçek gibi
Kırmızı sıcaklığıyla kanayan kızıl perçemine
Perçemi kanlı bir iklimdir/kırmızı ayrılıklar
Kırmızı yağmurlar/Kırmızı tomurcukları patlatan gelincik
İşte, bunların tümü nabzımızı elinde tutmak için “konuşması”na başlarken ki heyecanının, kendisi olmaya çalışmasının içinde düşünülmesi gerekir. Sana büyüklerin “eşit bölüşemedikleri” hangi “oyuncakları”ndan söz edeyim ki insan, doğasının, isteğinin dışında yaratılırsa yolculuk, “bileti olmayan bir yolcu.” olmak güzel değildir. “Tank sahneleri” olur yaşam da. Ağıtlar yakılır. Bunun karşısında “serçeler” in duyarlılığı artar.
Adına yaşamak dediğimiz o sonsuz güzel
EI sallıyor bana uzaklardan
Bir şimşek gibi vuruyor gözlerin gözlerime
Sana kesiliyor her yanım
Sen diye kucaklayıp öpüyorum herkesi
Ateşlerin bol yüzünden sızan
Gülüşünün izi kalıyor dudaklarımda
Sesim de yankılanan dünyayı
Bul getir nemli gecelere akan çığlığımı
Ayın on dördü küsmeden aşkıma ihanet ettin diye
Pembe çiçekler gibi dağıt mahmurluğunu
dizelerinde amaçlanan “umudun susuzluğunu giderme” sevdası, istemi dünyanın “Sevda Masalı”ndaki “güvercinleri”, “kafesleri kırar.” Bu “gök kanatlı güvercinler/Bir bildirinin en can alıcı yerinde” kendisini duyumsatan acı gerçeklerden oluşan “kandan barikatlar kurmak” ve “vurulup ölmek… dağ gediklerinde”yi de bilerek. Bunun bilincindedir. Bu yüzden de, yolladığın şiirdeki “küçük serçe”dir aynı zamanda.
Dalında kınalı bir kuş oldum
büyüttüm gökyüzünü içimde (s. 76)
Belki bir kuştum göklerde pervasız
Öpülmedik bulut koymadım gökyüzünde (s.2 7)
Onun gibi seviyor yurdunu. Dayatılan her şeye karşın terk etmeyeceğini haykırır: Yurt bildim seni/Bu şehri terk edemem/Bu şehirden gitmeyeceğim / Bitimsiz sesiyle gelirim dağ pınarlarının/Pır pır uçarım bu şehrin sokaklarında (s.31) Bazen de olanlara açarım çifte kanat göğsümü/Mevsimlerle günleri taşırım pencerenize
Neden mi?
Çünkü, yuvalarının kapısını sıvayıp gidenlerin tavrının yanlışlığını bilir. Bilir ki “deliye döndürüyor gökyüzünü kırlangıçlar”,”Soğuk”larda, “kış”larda kaçışları. Bu yüzden de bildiğimiz “kırlangıçlar”dan olmadığını söyler. “Nazlı şafaklarda dal uçlarında” inancını, sevdasını, seven; uğruna “ipi ben geçiririm boynuma”, diyebilen “mavi bir kırlangıç”, Bütün soğuklarda, kışlarda bir de yuvalarının kapısını sıvayıp giden kırlangıçların alayı karadır. Ama “mavi bir kırlangıç”, yani “küçük serçe”ler,”Mutlulukların kırık saksılara sığmadığı”ndan Beni öldürürlerse öldürsünler/ Sen inatla giyin bütün eylüllere karşı/inatla gül bağla saçlarına der. Bıçak kemiğe dayandığında yani… Yaşamı, yaşamayı sever. Yumma gözlerini beni öldürmesinler/Demir çelik tütün ve pamukla kavga ortasındayız/Hazır ol demeyle çelişmez, Duyarlı olmaya, sahiplenmeye, göz yummaya, direnmeye çağırır, yaşama sevdalı insanları. Yani serçeleri…
Amacı insanı mutlu etmek, yaşamı güzelleştirmek olanın özdeş düşünce, söz dizimi ve söylem üretmesi bazen kaçınılmazdır. Bu asla simetrik biçimde bir öykünme, yineleme olamaz. işte Haydar Ünal’ın da bu bağlamda bir çalışması var. Tabii ki Nevzat Çelik’ten çok, “sevdadır” diyen Arkadaş Z. Özger’in söylemine yakındır. Belli bir damarı sürdürmek isteyenlerin çizgisindedir demek de doğrudur. “Hep Sevdim – Muradım Olsun – Gelirim – Gözlerin Kalmasın Tel Örgülerde – Umudun Susadığı Yerde – Gönül Yorgunluğu” şiirleri en çarpıcı örneklerdir. Çok yakın imgeler, ortak düşüncenin, kaygının, duygunun dışavurumudur sanki. İşte bazı örnekler:
Ve çıkarıp atabilirdim yüreğimi” (11)
Çıkardı yüreğini kan içinde
Çarptı kötünün kafasına (Enver Gökçe)
Zaman akar aşk ile ferman ortasında (22)
Zaman akar, zaman geçer/Zaman zindan içinde
(Enver Gökçe)
a- “Ağzımda kırılmış cam parçaları”
b- “Nasıl bir gönülle sevmişsem sizleri
Öylesine derin geniş
Kekikler katın çayıma/Öylesine hasret kokulu
Kayadibi çiğdemlerinden /isterim ki yaralarıma gül getirin
İlki, aynı damarı sürdürenlerin kullandığı bir imge (a), (b) ise Nevzat Çelik’i, çağrıştıran dizeler sanki.
O kadar çok şeyim var ki anlatacak
ama çocuğum/dinlemek sana anlatmak bana /yasak
Şaban Akbaba’nın “Gözlerimden oku” (Güneşin Konağı, 1986) şiirine bir çeşit karşılıktır “Dokuz Yaş izbesi” “Fırtınalı bir yolculuğa çıkıyorum diyordun” “Sustukça büyümüştün baba/Ağladıkça çoğalmıştım ben”
“Özlemek adlı bir ülke gibi kalıyorsun orda”
Gözlerimden “Oku” diyen babanın çocuğunun dilinden anlatamadıklarını anlatır:
Beş gece kuşu/Düşlerime pençe atıyor
Yoruluyorum baba yoruluyorum
Ölüm hayatın içinde yemyeşil bir ağaç
Her yaprağında dokuz yaşımın zamanları
Ve her acının bir sahibi olduğunu bilerek
Kendi yurtlarına gömmeliyim onları
Biliyorum/Sevginin ölçütü yok kabaran yüreğinde
Ölümün adresi var ve hep olacaktır baba
“Çocuk Dilinden” de öyle…
Soluğumu sesine katarak ağlamak isterim
Hangi sevgi uğruna düştüğünü zindanlara
Okumak isterim gözlerinden okumak baba
dedikten sonra, babasının anlatamadığı “o çok şeyin” altını çizer.
Hani konuşmacıyı can kulağı ile dinlerken, onun heyecanından kaynaklanan, sözcük yanlışı olur, bunu fark edersin “şöyle olması gerekir” ya da “şunu demek istiyor” dersin ya içinden. İşte Haydar Ünal’ın da benzer biçimde, yerine oturmayan sözcükleri var. “Gelirim” şiirinin “yaşamın gerçeğinden büyüyen kırmızı bir çiçek” dizesindeki “çiçek” yerine “gül” konduğunda söylem daha akıcı olmuyor mu? (Yaşamın gerçeğinde büyüyen kırmızı bir gül, gibi)
Kekikler katın çayıma /Öylesine hasret kokulu
Kayadibi çiğdemlerinden /isterim ki yaralarıma gül getirin
Son dizedeki “yaralarıma” ile “gül getirin” yeri değiştirildiğinde çok daha iyi olmaz mı? (isterim ki gül getirin yaralarıma) Aşağıdaki örneklerde ise “bir” sözcüğü anlama bir şey kazandırmadığı için fazlalık değil mi?
“Üstümüzde bıçaklanmış (bir) gökyüzü”
“Sardı ömrümüzü kırmızı (bir) ilmek”
“Mavi parıltılar saçan bir silahtı (artık) yaşanan”daki “artık” en başta olsaydı iyi olmaz mıydı? Ya da hiç olmaması… Başka örnekler de var, kitabı okuduğunda göreceksin.
Gözlerinden öpüyorum, güzel çocuk.
Hoşça kal, şiir oku, yaz bana.
Dostlukla.
* Sığmadım, Şiir, Damar Yayınları, 1991, Ankara