Bugün edebiyatımızdaki kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün, “tarafsızlık” adlı yutturmacanın gölgesinde ve yedeğinde egemen edebiyat anlayışına dâhil oluşun araçları sayılmayacak kadar çok. Bu nedenlerden biri de dürüst, ciddî, bilinçli ve gerçekçi eleştirmenlerin, dergicilerin sayıca az olmasıdır.
Bazı Eleştirmenlerin Hastalık Hâli
Coşkusunu, okuma alışkanlığını, dürüstlüğünü yitirmiş, bir kadeh rakı için ruhunu masanın ederini karşılayana teslim etmiş eleştirmenler ve dergiciler, yayıncılar çevremizi sarmış. Gerçekçi olmalıyız, eleştirinin, yayıncılığın ve dergiciliğin “olmazsa olmaz”ları bağlamında bir davranış, dillendiriş beklemek boşunadır egemen edebiyat ortamının olanaklarından yararlananlardan. Güdümlü ve özgür olmayan bir çabanın sevdalılarından…
Bakın günümüzde belki de en tehlikeli görüş, ideolojisizlik ideolojisidir. Bu anlayışın sığınağı da, zırhı da “tarafsız”lıktır. Günümüzde bazı edebiyatçılar bu söyleme sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü egemen ideolojiden yana olduğunu gizlemiş görünür. Böylelikle karşısında yer alacak olanları kendi tarafına çekmeye çalışır. “Benim gibi düşünmek zorundasın” formülünü toplumuna dayatan erkin yandaşları, edebiyatçıları çoğunlukla “tarafsızlık” kandırmacasıyla tehlikeli gördükleri kesimlerin bilinçlenmelerini engellemeye soyunur, çalışır. Bu bir yaşam biçimidir ve ancak egemen ideolojiye hizmet eder. “Bakın ben düşünüyor muyum, öyleyse siz niçin düşünüyorsunuz?” diyen bir insan veya edebiyatçı kurulu düzenden, yani egemen ideolojiden hoşnuttur. Bu düzenin düşünülmesinin geleceği açısından büyük bir tehlike oluşturacağını bildiği için böyle söylemler geliştirmektedir. İşte bundandır ki egemen edebiyat ortamının sonucu olan bu edebiyatçılar, dergiciler, yayıncılar sözbirliği etmişçesine “tarafsızlık”a sarılmaktadır.
Ben yapıtlarımda, herhangi bir ideolojiyi kahramanlarım aracılığı ile okurlarıma ince ince yedirilmiş mesajlar biçiminde bile vermem. Ve bunu yapanlara da iyi gözle bakmam, yalnızca insanî yönlerini anlatırım anlayışında olan bir yazar, bu yazarın yapıtlarını göklere çıkaran eleştirmen ve bu türden yazarların yapıtlarını yayımlayan dergiler, yayınevleri açıkça bir ideolojinin, yani kurulu düzenin ideolojisinden yanadır…
Bunu açıkça söyleme yürekliliğini göstermediklerinden değil, bu; kendilerine karşı olanları kendileri için kazanmaya hizmet etmek için bir maskedir. İdeolojisizlik ideolojisi bir çeşit ideoloji korkusu yaratmak, oluşturmak çabasıdır da aynı zamanda. Öyleyse ideoloji nedir? diye bir soru sorabiliriz kendimize.
Gerçekten de nedir ideoloji?
İdeoloji, yaşama egemen olmak isteyen düşünceler bütünüdür. İdeolojiler, istek ve duygu ile oluşturulamaz. Yaşamın gerçekliğinden soğurulur ve birbirinden etkilenir. Bir ideoloji kendi karşıtına istemeden de olsa ebelik yapar. Bu yüzden birinden diğerine içsel geçiş vardır. İdeoloji korkusu erklerin boyun eğdirme, benimsetme, onatma yöntemlerinden biridir. En eski, en tehlikeli alışkanlıklardan biri de geleceğin önünü kesmektir. Erkler geleceklerini yaşam alanlarını düşünmez gibi görünse de bu açıdan onun önünü kesmek ister. Bir egemen ideolojinin yaşamında kendine karşıt ideolojiler olabilir, bunların kendi aralarındaki çatışmalar ve uzaklıklar oldukça egemen ideoloji bunlardan yararlanır. Yaşam ve tarih göstermiştir ki her zaman insancıl ideolojiler gerçekleşmez. Çünkü tarih duygucu veya insancıl değildir. İnsanlarla güç kazanmış ideolojiler yaşama damgalarını vurur ve kendileri için kurumlar, kuruluşlar, edebiyatçılar, aydınlar, hukukçular vs yetiştirir. Bunlar da doğalarını ve yetiştirilmelerine uygun biçimde davranırlar. Bağımlı olan edebiyatçılar bu gerçekliği bilir. Bundan dolayıdır ki taraf olmak zorundadır. Yalnız içki ısmarlayıcıları, dalkavukları, yayıncı/yazar efendileri için kalemlerini kullananlar “tarafsızlık” adı altında müthiş birer taraftar olduklarını gösterirler bize. Bunu görmezden gelemeyiz, bize düşen bunu görmek.
Bu yazıya konu olan “bazı eleştirmenler”de iki hastalık hâli var diyebilirim. İlki, “Eleştirmen, yazardan fazlasını bilmek zorundadır” saptamasına yalnızca sözde uymak hâli. Çünkü çoğu gerçekten bilgisiz. Bir ayda iki elin sayısı kadar dergide yazıları yayımlanır. Bu yazılarda daldan dala atlandığını, yinelemelere yer verildiğini, sapla, samanın karıştırıldığını ve eklektikliğin diz boyu olduğu görülür, eleştirel okunduğunda. Yani ince elenip sık dokunduğunda o yazdıkları… Bu bilgi çöplüğünde ne aradığınızı unutursunuz. Şiire, öyküye, romana, anlatıya, kısacası edebiyata ve sanata dair bir şey bulamazsınız, oradan, buradan aşırılmış tümcelerin ağdasına yapışırsınız ve kurtulmaya çalışırsınız. Okudukça yazıların bir bütünlük oluşturmadığını anlarsınız yine de bunca emek karşısında onların donanımlı olduklarını düşünürsünüz ve gözünüzde büyütürsünüz. Bir etkinlikte karşılaştığınızda ise un ufak olursunuz, dağılırsınız. Gözünüzde büyüttüğünüz bu sözde eleştirmenlerin bilgisizliklerinden dolayı. Çünkü onca yazıyı yazan birinin yazdıklarını okuyarak aktardığına tanık olursunuz. Belâgat sanatı bir yana, tamam fakat insan kendi yazdığını, kötü de olsa konuşarak aktaramaz mı? türünden sorular kurşunu, yaralar, hatta öldürür sizi. Konuşmak beynimizi kullanma sanatıdır. Herkes güzel konuşamaz beki yalnız beyin kumbarasındakini bir sistematiğe göre aktarabilir karşısındakilere. Günlerce acıkmış bir katırın yemliğinden başını kaldırmaması gibi, bir ayda onlarca sayfa yazan bu eleştirmenlerin gözlerini yazılarına dikip sular seller gibi okumalarına tanık olunca ne düşünürsünüz siz? Benim anımsadığım şu böylelerini gördüğüm zaman, “malın çoğu haramdan, lâfın çoğu yalandan” fakat bir farkla, “lâfın” yerine “araklamadan” sözcüğünü koyarak…
İkinci hastalık hâli, egemen edebiyat ortamını bir piramit olarak düşünürseniz, bunun en tepesindekilerle, bunlara şöyle veya böyle yakın olanların tutum ve davranışlarıdır. Şimdi, Nurullah Ataç, “Her mesleğin adamları yaşlandıkça olgunlaşır, eleştirmenin ise genci iyidir. Çünkü, yaşlandıkça kendisinde hoşgörü, insaf, acıma, kayırma gibi hisler uyanır.” demiş. Ki bu sözün eleştirilecek yanları var, yalnız bu hastalık grubundaki eleştirmenlerin yıllandıkça değeri ve özü artan birer şarap misali olmadıklarını bilmek zorundasınız. Çünkü aynası iştir kişinin lâfına bakılmaz. (Doğrusunu bilmediğimden değil, bilerek böyle yazdım.) Bu eleştirmenler hiç mi hiç özgür değil, üstelik de böyle bir istemleri beklentileri yok. Durumlarından da hiç şikâyetçi değiller. Özgür olmadıkları için, ülkemizde ve yurtdışında tanınan bazı yazarlarımızın(!) birbiri ardına kitapları çıkarabiliyor ve bu kitaplar edebî yanlışlarla dolu olmasına karşın yine de çok yetkin ve özgün yapıtlar sayılabiliyor. Bu yüzden bu yapıtlar ve yazarlar piyasaya bombardıman ediliyor. Gerçek yazarların ve yapıtların önüne setler çekiliyor.
Eleştirmenlerimizin bir yazar hakkında cömert coşkulardan ve ona karşı (“belki sümüklünün teki, ama benim” türünden) koruyucu amca-dayı tavırlarından vazgeçtikleri zaman; eleştiri gerçekten devrimci, amansız ve boyun eğmez olduğu zaman “lonca” çığırtkanları edebiyatın yol ayrımlarında bağırıp çağırmayı, ”kendi” yazarlarını göklere çıkarıp, kendi tarikatlarından olmayanları iftiralara boğmayı keseceklerdir, diyen ŞOLOHOV’un olması gereken gerçekçi eleştirmenlerden söz ettiğini unutmamalıyız.
Bakın, Tuna Kiremitçi’nin, Selçuk Altun’un, Ahmet Altan’ın, Enis Batur’un, Murathan Mungan’ın, Cezmi Ersöz’ün, Kürşat Başar’ın ve daha nicelerinin birçok yapıtlarına yazmış gibi kendi imzalarını koysalardı ve onların yayınevlerine göndermiş olsalardı yayımlanmazlardı. Çarşaf çarşaf reklâmlarla, yazılarla piyasaya “bizce çoksatanlar” olarak sunulmazlardı. Oysa böyle birçok yazar için kimi eleştirmenlerin yazdıkları övgü dolu yazılar dışında söyledikleri olumsuz söylemler dilden dile geliyor kulaklarımıza. Bunlar hoş mu peki? Söylenenlerin bir önemi yok çünkü iyi biliniyor. Yazılı bir toplum olamayışımızın da bunda etkisi var. Gerçekten de eleştirmenlerin bir edebiyat ustasının(!) değersiz bir kitabı için hiçbir hoşgörü, acıma, kayırma ve göz yumma göstermeden ya da söylenmedik hiçbir şey bırakmadan tam anlamıyla hak ettiğini belirten tek bir eleştirel yazısını anımsıyor musunuz? Hadi eleştirinin teslimiyetçi, uzlaşmacı ve egemen edebiyat ortamından yana şövalyelerden bunu beklememiz doğru değil, anladık; peki bunların karşısındayız diyenler ve karşısında olması gerekenler -bir iki istisna dışında- neredeler?
Anımsatmak istiyorum: Eğer sanayide bir işçi işini iyi yapmaz ve üretimi bozuk olursa, bu suç sayılır, basında teşhir edilir ve kamuoyunda kınanır. Öyleyse neden bir yazar aşağı kalitede ürünler yarattığı zaman şöyle hafif eleştirel şaplakla yetiniyoruz? Ki bu, yazarı hiç de etkilemeyen bir cezadır. Yapıtı üzerinde daha fazla uğraşabilecekken, bunu yapmak istemeyen bir yazar hakkında neden daha güçlü önlemler almayız? deyişini GORKİ’nin. Unutmayalım, emperyalizm, küreselleşme kültürünü, edebiyatı, söylemi, siyasal ve sosyal dayatmalarıyla besliyor. Bunlardan güç alıyor. Olanaklarıyla çevremizi kuşatıyor. Her alanda yeni yöntemler, teknikler ve araçlar oluşturuyor. Çok yönlü kuşatmalar ve dayatmalar karşısında kendimiz olabilmemizin ve kendimiz kalabilmemizin araçlarından biri de edebiyattır. Edebiyatı ve edebiyatçıları önemsememiz ve geliştirmemiz gerekir. Bilinçli olmak, eleştiriyi gerektiği yerde ve çok iyi kullanmak, eleştirenlerin de eleştirilebileceğini bilmek zorundayız. Edebiyatın ve edebiyatçıların insanlar üzerinde yadsınamayacak bir etkisinin olduğu biliniyor. Bunların egemenlere, soylulara ve bunun eğitimini almışlara ait olduğunu savlayanlara bu yalan savı tersyüz ederek kanıtlamalıyız. İnsanın insan tarafından ve üstelik de ba(r)ba(r) devletler aracılığı ile sömürüldüğü “ayır-buyur”la darmadağın edildiği çağımızda edebiyatın tatlı su balığı olması, aşktan ve meşkten söz etmesi, insanlar üstüne ölü toprağı serpmesi kimin yararınadır diye iyi düşünmemiz gerekir. Uyku ilâcı, dinlendirici, sakinleştirici gibi bir içerik taşıyan edebiyat ürünlerinin kime hizmet edeceğini sormalıyız kendimize. Yapılanları, dayatılanları ve doğru gibi algıladığınız yanlışları size açıklayan, insana dair gerçeklikleri dillendiren ve sizi uykunuzdan eden, düşünmenizi, sorgulamanızı isteyen bir edebiyata bütün duyularınızla evet demediğiniz sürece bu tür edebiyatçılar ateşten bir çember gibi saracaktır bizi.
Yapıtında ideolojik mesajı olmadığını söyleyen, iddia eden öykücü, romancı, yazar ve sanatçı gerçekten dürüst müdür? Gerçek yaşamda insanlar ot mudur ki bir görüşleri olmasın ve bu da yaşamdan soğurulan edebiyat ürünlerine, sanat yapıtlarına yansımasın? Bu olası mı peki, tabii ki hayır… Çünkü hayatın ve yaşanmışlıkların yazarca, öykücüce, romancıca, ressamca dönüştürülmüş ve yeniden hayata sunulmuş hâli değilse nedir yaratıcılık, yazarlık, sanatçılık? Bu gibi söylemlerin sahipleri birer robot değilse insan görünümünde, birer bakış açıları, görüşleri, anlayışları olduğunu düşünüyorum. Çeşitli sosyal ve siyasal etkiler karşısında taş gibi duyarsız olmadıklarını da… Giyimleri, bakışları, oturuşları, sigara içişleri, kalem tutuşları, başkaları hakkında görüş belirtmeleri, şu değil de bu yayınevini seçmeleri, şu derneğe değil de bu derneğe üye olmaları, bu anlamda dizgeyi uzatabilirsiniz, hep içine doğdukları ve soludukları egemen ideoloji ve kültür yüzündendir. Onlar bu taraflılığın adına ne derse desin gerçek budur ne yazık ki. Sorun onların kendilerini gizlemeleri ya da başka ambalajlar içinde sunmaları değil, sorun bizim böylelerine kanmamız ve yalanlarına sevdalanmamızla başlıyor görüşündeyim.
Bazı Yazarların Hastalık Hâlleri
Egemen edebiyatın merkezi İstanbul’dur, biliniyor. Bilinen gerçeklerden biri de bu merkezdeki kimi yazarların bir fabrikanın ürünleri gibi kendilerine benzemeyenleri “taşralı” görmeleridir. Egemen edebiyatın olanaklarından yararlanan bu yazarlar, kendilerine yaranmak konusunda yarış içinde olan ama, kendisi olamayan kimi yazarları etkiliyor. Kendilerinden başkasını, bırakın yazar olmayı, insan dahi görmeyen bu soysuzlar, edebiyatın ve sanatın kompedanlarıymış gibi davranıyor. Anadolu’nun şurasında veya burasında ekonomik neden başta olmak üzere çeşitli etkenlerden dolayı taşrada yaşamak zorunda olan yazarlara üstünyazar gözlükleriyle bakıyorlar. Kendi içinde bile birkaç grup olan bu soysuzların ortak noktaları Anadolu’da yaşamak zorunda olanlara aynı bakış açısıyla yaklaşmalarıdır. Kendi “taşraları”nı kafalarında taşıyan bu yazarlar, gelecekleri için edebiyatçıları değiştirmek ve dönüştürmek istiyor. Olanakları ve alanları oldukça geniş… Bu soysuzların yarattıkları ortam sineklerin üstüne yapışıp kaldığı sıvı gibidir. Bu bataklığın albenili kamuflelerini görmek, öğrenmek ve açığa çıkarmak gerekir. Tarafsızlığı sözde bir dünya görüşü, edebiyatı salt bir eğlence ve haz aracına dönüştürmenin savını vazgeçilmemesi gereken gerçeklik gibi göstermeleri boşuna değildir.
Egemen edebiyatın sonuçları olan eleştirmenler, yazarlar, yayıncılar ve dergiciler çok iyi biliyorlar ki, Sanatın belki de başka hiçbir alanında ideolojik çatışma edebiyattaki kadar kesin değildir. (Şolohov) Siyasal alanlarda erkin olanaklarını kullananlar açıktan, üst yapının olanaklarını kullananlar da kendi gelecekleri için bizim geleceklerimizi karartıyor. Bu yüzden hiç kendimizi kandırmayalım. Çünkü bugün dünyadaki gelişmelerin gerçekçi bir yazar veya sanatçıya tarafsız bir gözlemci, aktarıcı tavır takınmayı olanaksız duruma getirmiştir. Sözbirliği etmişçesine, “edebiyatın ve sanatın ideolojisi olmaz,” diyenler yalan söylemektedir. Çünkü, böyle bir şey olası değil. Yalnızca ideolojisizmiş gibi görünen bir edebiyattan, sanattan, yazarlardan ve sanatçılardan söz edebiliriz. Bu geç kalmış bir peygamberliktir. Ve her peygamberlik gibi de ideolojiktir. İdeolojisiz gibi görünen ve empoze edilen, pazarlanan, insanlara, yazarlara, empoze edilemeye çalışılan bir sanat ve edebiyat yalnızca düzenin “yabancı” ideolojilerden korunmasını amaçlayan bağımlı ve taraflı bir edebiyat ve sanattır. Dilekleri, istekleri olmayan bu edebiyatın ve sanatın yaratıcıları, sürdürücüleri bir cennet içindedir. Bu cennetin başlarına yıkılmasını hiç mi hiç istemezler ve yıkılmaması için de ellerinden geleni yaparlar.
Tedirgin bir çağda yaşıyoruz. Fakat dünyada savaş isteyen bir ulus yoktur. Ne ki bütün ulusları savaşın alevlerine fırlatan güçler var. (işte bu yüzden) Bir yazarın yüreği (ateş çemberinin ortasında kalıp) için için yanan her yaştan insanın feryadına sağır kalabilir mi? Namuslu bir yazarın insanlığı kendi kendini yok etmeye mahkûm etmek isteyenlere karşı çıkmaması olası mı? (Şolohov) Böyle düşünmeyen eleştirmenden, yazardan, yayıncıdan, dergiciden ne beklenebilir? Ve böylelerinden hesap sormayanlardan… Niçin mi peki? Kendini Olimpos Dağının Tanrıları gibi gören egemen edebiyat ortamının yazar, eleştirmen ve yayıncısı ile dergicisi kendinden yana taraf. İşte bu yüzden onlara kanmak, aldanmak ve onlar gibi yazmaya çalışmak olmaz. İşte bunun gibi nice nedenden dolayı… Kendisini halkının ve dünya halklarının evlâdı, insanlığın küçücük bir parçası olarak gören bir yazarın, eleştirmenin, yayıncının, dergicinin, yani kısacası bir edebiyatçının, sanatçının görevi nedir? Evet günümüzde daha çok belki ama, sık sık kendimize sormamız gereken sorulardan biri bu. Evet, nedir görevi gerçekçi bir yazarın, yayıncının, dergicinin ve sanatçının? Vereceğim yanıt ortak bir bence diye düşünüyorum. Çünkü bizi biz eden özelliklerimizden biri doğru bildiğimizden şaşmamamızdır.
Evet, sorumun yanıtına geldiğimde:
Okuruna dürüst olmak, insanlara gerçeği aktarmak ve yaşamın güzelleştirilmesi çabanın tam da içinde yer almak. Açlığa, köleliğe, sömürüye, işkenceye, eşitsizliğe, savaşa karşı onları yüreklendirmek, insanları gelecekleri ve kendileri için bilinçlendirmek. Birlik olmalarına katkı koymaktır. Geleceği, emeği ve ümitleri ellerinden çalınan insanları yaşamdan, gerçekliklerden, birbirinden uzaklaştırmamaktır. Çünkü, sanat; özellikle edebiyat insanların zihin ve yüreklerini etkileme gücüne sahiptir. Şimdi, düşünün ve yorumlayın. Siz hiç sermaye yayınevlerinin, dergilerinin kitapları ve yazıları arasında bırakalım M. Oruçoğlu’nu, Hüseyin İnan’ı, Mahir Çayan’ı, İ. Kaypakkaya’yı, Harun Karadeniz’i, Sırrı Öztürk’ü H. Kıvılcımlı’yı ve bu dizgede daha onlarcasını; bütün bir dünya insanlığına mal olmuş Marx’ın, Engels’in, Mao’nun, Lenin’in, Castro’nun ve yine bu dizgede yüzlerce aydının, yazarın, felsefecinin kitaplarını, yazılarını görebiliyor musunuz? Göremezsiniz, çünkü ne denli örterlerse örtsünler taraflılıklarını, onlar taraftır. Dönekler, teslim olmuşlar, uzlaşmışlar ve ruhlarını sermayeye peşkeş çekmiş olanlar onların vitrinlerinde konu mankeni olarak yer alabilir ancak.
Onların neler yazdıklarını, neler yaptıklarını öğrenmek, okumak başka şey, yalnız onlar gibi olmaya çalışmak bambaşka bir şey. Başkasının kanatlarıyla uçmak, başkası olmak bir tür saksağanlık ve bilinçsizliktir. Çünkü her kuşun ancak kendi kanatlarıyla uçabildiğini biliyoruz. Bunu unutmamalıyız. Serçeden albatrosa kadar yüzlerce kuşun uçma sınırı ve özgürlüğü kanatlarının onları götürebildiği uzaklık ve yükseklerde kalabildikleri zamanla orantılıdır. Hangi kuş albatros kadar gökyüzünde kalabilir? Günlerce, haftalarca okyanusların üstünde kilitleyerek kanatlarını maviliklerde süzülebilir? Bilincimiz ve çabamız oranında kendimiz olabileceğimizi unutmamalıyız ve asla kafasında taşrasını taşıyanlara benzemeye çalışmamalıyız. Biliyorum ki her benzetme hatalıdır, yine de söylemeliyim, kuşların uçuş farklılıkları gibidir algılama, bilinç ve aktarmalarımız, yaratıcılığımız. Bundandır ki kendimiz olma yönünde birbirimizi çoğaltmak için daha fazla yüklenmeliyiz bilgilenme, yaratma ve etkileme kanatlarımıza. Hava engel oluyor yoksa daha çok uçardım diye düşünen kuşlardan olmamalıyız. Düşünmeliyiz ki uçmamıza yardım eden aynı zamanda havadır. Yani dış koşullar, içinde yaşamak zorunda olduğumuz ortamdır bilincimizi oluşturup belirleyen. Bu gerçekliklerden soğurduklarımızdan dolayı bilincimiz ve yeteneğimiz oranında edebiyata, sanata katkı sunduğumuzu ve sunabileceğimi bilmeliyiz ve buna göre çabamızı, bilincimizi derinleştirmeliyiz.
Bazı Dergicilerin Hastalık Hâlleri
Bence, saygınlığı ya da yaşı ne olursa olsun hiçbir yazar kendisi için bir ayrıcalık isteğinde bulunamaz. ’Yanlış yapma özgürlüğü’ne gelince; eğer bir kolektif çiftlikte grup önderi yanlış yaparsa, çiftlik başkanı onun yanlışını düzeltecektir. Bu bir yerel nitelikte bir yanlıştır ve diğer insanlara zarar vermeyecektir. Yazar yayımlanan bir çalışmasında yanlış yaparsa binlerce okuru yanlışa sürükleyecektir; işte mesleğimizin tehlikesi burada yatar. (Şolohov) Bu saptamayı niçin anımsattığımı söylemek istiyorum hemen. Ne yazık ki edebiyatımıza gerçekten edebiyatçı yetiştiren veya bu işe soyunmuşlara yardımcı olan dergilerin birçoğu yukarıda söylediğim bütün olumsuzlukların paralelinde davranış ve taraflılık içindedir. Yadsımamız veya görmezden gelmemiz olanaksız. Şu veya bu biçimde ilk kitabı çıkmış olan öykücülere, şairlere ya da edebiyatın eteğinden yeni yeni tutunmaya başlayan edebiyat sevdalılarına karşı yaklaşımları nesnel değil. Bunların ürünlerini ince eleyip sık dokumadan okura sunuyorlar. Bunlarla ilgili eleştirilerden de yakalarını sıyırmak için birilerini (bu yayınevi veya isim yapmış bir edebiyatçı olabilir) referans gösteriyorlar. Bunların imzalarının onların yapıtlarında bulunması ya da bilinen bir yayınevinden kitabının çıkmış olması bizim için yeterlidir diyorlar. Böylece o yazarların, şairlerin, yani edebiyatçıların yetkinleştiği sonucuna ulaşıyorlar. Bu yüzden gönderdikleri ürünü olduğu gibi yayımlıyorlar. Oysa olmamalı böyle bir şey. Çünkü birilerinin kanatlarıyla uçabilmek olanaksız olduğuna göre, başkasının öngörüsüyle de edebiyata soyunmuşları ustalaşmış, yanlışsız kabul etmek, görmek doğru değil. Yaşar Kemal’in bile bir paragrafı yirmi otuz defa yazdığı bir zamanda bizim bir kere yazmış olmamız, yazdığımızı doğru görmemiz hiç mi hiç doğru değil. (Ö. Seçkin) Bu anlayışından ve bir ilköğretim öğrencisi kadar temel dilbilgisinden fersah fersah uzak yazarların, şairlerin, eleştirmenlerin yazılarına nesnel bakmamak bazı dergicilerimizin hastalık hâllerinden biridir. Bir başka hastalık da yeni arayışlar içinde olduğu görülenlere, yanlışlarıyla ve temelsiz arayışlarıyla yer verilmesidir. Dergicilerin birçoğu işlerini gerçekten iyi yapıyor ve edebiyat, sanat denizine yatağını derinleştirerek bir ırmak gibi akmaya yönelenleri sahipleniyor. İnce eleyip sık dokuyor. Onun bunun referansından; kendi olmazsa olmazlarından çok gerçek edebiyatın ve dergiciliğin olmazsa olmazlarını gözetiyor. Yazısından, edebiyata gönül vermişliğinden çok adına, unvanına ve parasına gereksinim duyulanlara kucak açan dergiciler de zaten ortalıkta yalnızca dergici/lik yapıyor ve bir iç boşaltmaktan öteye geçemiyorlar.
Şimdi, gerçekten de yaptığının ve yazdığının yaşama, gerçekliklere bağlılığını kanıtlamış sağlıklı düşünceli, duruşlu genç edebiyatçılar olduğu ve edebiyata, sanata taze, devrimci ve sınıfsal olduğu kadar da bilinçli yapıtlarıyla aktığını ben de inkâr etmiyorum. Yalnız bununla birlikte ve mantar gibi durmadan biten renksiz, bayağı, bilinçsiz ve egemen edebiyatın kanatlarıyla donanmış bir edebiyatın kasvetli, ağdalı, teslimiyetçi, uzlaşmacı akıntısı edebiyat dergilerinin sayfalarından üstümüze patlamış lâğım akıntısı gibi geliyor. Ne yazık ki çoğu eleştirmenin, yayıncının, dergicinin çanak tutarak, “işte edebiyat ve asıl edebiyatçılar! söylemiyle değiştirdiklerini ve piyasaya akıttıklarını yadsıyamayız.
Yakın bir gelecekte, “popstar” örneğinde olduğu gibi “popyazar, popeleştirmen, popöykücü, popromancı, popşair” yarış malarıyla “tescilli” ve “sahibinin sesi” yeniyetmeler karşımıza çıkartılırsa şaşırmamalıyız. Bu bulanık, yoz ve berbat akıntıya karşı ülkemizin nehirleri üzerine kurulan büyük barajlar gibi barikatlar ve barajlar oluşturmalıyız. Bir kez daha belirtiyorum ki her kitapta daha iyisini yapan, ince eleyip sık dokuyan, çabası ve yeteneği ile halkının bilincinde, belleğinde ve yüreğinde yer edinen yaşlı veya genç yazarlardan söz etmiyorum. Asla! Bu, yalnızca işine ve okuruna saygısını yitirerek, şevki kırılmış, yaratma ve taraf olma özürlü ama ustalıktan para için yazan aşağı sınıf yazarlığa baş aşağı bir hızla evrildiği ayan-beyan olan tanınmış(!) kimi yazarlar, eleştirmenler, yayıncılar ve dergiciler için sözüm.
Neden mi?
Çünkü Bu tonlarca işe yaramaz lafı birileri toparlar, birileri basar, kimi sorumsuz insanlar, bu sorumsuz beceriksizlerin ortaya koyduklarını överler (se) onları ya daha iyisini bilmediklerinden, ya da kişisel nedenlerden dolayı övdükleri de ortada(dır) (Gorki) olursa eğer, öküz altında buzağı aramak ile kurtulamayacaklarını bilmeliler. Bu savunma mekanizmalarını başlarına yıkmalıyız. Başka çaresi yok artık. At gözlüğü takarak gözlerini çevresindeki uzlaşıcı, teslimiyetçi, inkârcı edebiyatçılardan ayırmayan dergicilere, eleştirmenlere ve yayıncılara karşı dimdik ve bilinçli, kararlı olmalıyız.
Unutmamalıyız ki, bu yazıya konu olanların tümü nerede olursa olsun, birer dernek, sendika vs yöneticileri gibi davranır. İktidar oldukları için, iktidarlarının olanaklarını yandaşları, dalkavukları ve gönüllü emir erleri ile paylaşır. Bir takımın oyuncuları gibi onurluca değil belki, çıkar birlikteliğine uygun ve karşılıklı göz yummalara dayalı olarak, yani onursuzca yaparlar bunu.
Ne Yapmalıyız Peki?
Şimdi birbirinin omuzlarına binip yolculuk yapan üç adam varmış. Üsteki çok rahat olduğundan, “bu gidiş iyi gidiş,” dermiş. Bu adamı omzunda taşıyan ortadaki de, “bu gidiş ne iyi ne kötü gidiş,” dermiş. Her ikisini omzunda taşıyan en alttaki adamın ise onları taşımaktan neredeyse canı çıktığından “bu gidiş iyi bir gidiş değil kötü bir gidiş, bozulup düzelelim,” dermiş. İşte bu yazıya konu olan eleştirmenler, dergiciler, yayıncılar, yazarlar, yani edebiyatçılar ve sanatçılar bu adamlardan birincisine, kendileri olamayıp bunlarla işbirliği içinde olanlar ve onlara özenenler de ikincisine, bizler de en alttakine benziyoruz, maalesef. Onları üstümüzden atmalıyız. Bu konuda kararlı olduğumuzu da göstermeliyiz.
Nasıl mı?
Açık, net ve taraf olmalıyız. Yalnızca bu yazının konusu olanların karşısında da değil, birbirimizi gördüğümüzde de, birbirimize sarılıp sanal nezaketlerde bulunmamalıyız. Yazın alanında yaptıklarımızı, yapacaklarımızı birer sanal madalya gibi gösterip fark atmaya çalışmamalıyız birbirimize. Birbirimizde gördüğümüz yanlışları, eksikleri bağışlamayalım asla. Birbirimizi kandırmak için arkasına sığındığımız maskelerden kurtulalım bir an önce. Yani birbirimizi aldatmayalım. Çünkü dostluk, arkadaşlık, ahbaplık iyidir, güzeldir ve şu kısacık dünya yaşamında birbirimizi varlığımızla çoğaltmamızın sonuçlarıdır belki. Unutmayalım ki bunları da kapsayan hem de aşan bir gerçeklik var. Bence tabiî. O da şu: Düşünsel dostluk, yani düşünce kardeşliği yani yoldaşlık. Kan bağından, benzeri bağlardan çok çok üstün. Üstünlüğünün nereden geldiğini biliyorsunuz, eminim. Yine de anımsatmak istiyorum. Edebiyat, ideoloji ve yaşam düzleminde kendine özgü “olmazsa olmaz” ilkeler, doğrular var. Bunları hiç mi hiç unutmamalıyız. Bunların sentezi müthiş bir turnusol oluşturuyor. Yaşamın pratiğinde rengi kara çıkana karşı dostumuz, arkadaşımız, ahbabımız, yoldaşımız da olsa gerçekçi olmamız gerektiğini gösteriyor. Edebiyatın, eleştirinin ve dergiciliğin, yazarlığın, yayıncılığın ideolojinin –çünkü bunların üstünde biçimlendiği yaşam biçiminin özü ve toprağıdır, ideoloji– ilkelerinden sapma olduğunda, en yakın arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız da olsa bağışlamamalıyız. “Hatalı, yanlış ama sonuçta bizden,” anlayışı ile ödün vermeye başladık mı, görmezden geldik mi ayakları yerden kesildiği için tuş olan Herkül gibi kaybederiz. Bunları bilmeliyiz, olumsuzluklara karşı gelişen barikatlara ve kurulan barajlara katılmalıyız. Bunun için de tutarlı bir tarih ve sınıf bilincinin farkında olmak gerekir tabii.