
1987 yılında Belge Yayınlarından yayınlanan “Döğüşenler Konuşacak” şiir kitabı ile adından çokça söz ettiren Ayşe Hülya, yıllarca sürgün hayatı yaşamak zorunda olduğu yurtdışında bu kez ikinci kitabı Ben Su ile çıktı okuyucu karşısına…
Ayşe Hülya Şensoy ile yine Belge Yayınlarından çıkan ikinci şiir kitabı Ben Su hakkında söyleştik…
Kitabın adı ile başlamak istiyoruz… Ben Su ne demek?

İnsanların sözcüklere ve kavramlara yüklediği anlamlar, duygu ve düşünce dünyalarındaki birikimlerin sentezidir.
Su’ya, suyun yaşamla, kavgayla, insanla ilişkiye sunduğu algılar kadar çoğul anlamlar yüklüyorum.
Su ölümsüzlüktür ve ölümsüzlük, maddede değil, insanın yarattığı değerlerde gizlidir; paylaştığı, diğerlerine ulaştırabildiği üretim ve erdemlerde somutlaşır. Arınmanın, yeniden doğuşun, karanlığı yıkamanın, ateşi söndürmenin de eylemcisidir su. Kayalarla dalgaların savaşımında olduğu gibi; yenilgi kabullenmemenin, kararlı, ısrarlı, iradeci savaşların kahramanıdır su. Tam da bu noktada, devrim sevdam, yaşamla ilişkim, suyun bu tavrı ile özdeşleşiyor.
Öte yandan Su, yaşamın bütün çelişkilerini barındırıyor. Coşku ve dinginlik, direnç ve sabır, suda birlikte var olur. Su, yaşam kaynağı olmaktan büyük yıkımlara kadar birçok kavramın simgesi olabilendir, ironinin ta kendisidir.
Kitabın içindeki Ben Su şiirinde, Su’yun dünyasal kaos karşısındaki çaresiz umutsuzluğunu, bir anda her şeyi yeniden yaratabilmenin gücüne dönüşmesi var. Belki de anlatmak istediğim tam olarak bu. Suyun aşamadığı bir engel yoktur. Zaman alır, sancılar çekilir ama su kazanır, damladan okyanusa dönüşen güç olur; bireyden kitleye dönüşen enerjiyle buluşur. Karınca kararınca yola koyulur devrime kavuşur.
Sanat ve su özdeştir, biri ruh, diğeri vücut için yaşamsaldır. Hasreti susamaya benzetiriz. Suyu kana kana içeriz. Toprağın kanı sudur. Alevlerin yakıcı etkisinin çaresi sudur. Gözün yaşı, devrimin dalgası, ‘yağmurun rahmeti’ sudur. Ve ben, yaraları çok olan bir devrim emekçisi olarak suya muhtacım, ülkem için, halklarım için, kendim için.
Şiirle su aşkı evrenseldir. Şiir ruhta çoğalır deniz olur. Deniz ufukta gökyüzüyle kucaklaşır, bir gelecek şiiri olur.
Ben bu kitap için başka isimler düşünmüştüm. Kitabın isim babası Sezai Sarıoğlu, “Ben Su olmalı” dedi ve hemen benimsedim.
Ben Su, kaç yıllık bir çalışmanın ürünüdür…
Şiirlerin çoğalımı diğer yazım ürünleri gibi değildir. Şiirler serüvencidir, anarşisttir, özgürdür, duygusaldır, savaşçıdır, serseridir.
En azından benim şiirle ilişkim, genellikle dizelerin kendi bağımsız ortamlarında gezinirken kapımı çalmalarıyla oluyor; bir gece yarısı, bir rüyanın ortasında, evladınızla kucaklaşırken, bir fotoğrafa bakarken, haberleri izlerken, kitap okurken, bir çocuğun gözlerine bakarken… Dolayısıyla, Ben Su kitabındaki şiirler de uzun yıllar bende biriken çok sayıda şiirlerin içinden bulabildiklerimdir.
“Seçtiklerim” değil, “bulabildiklerim” diyorum, çünkü genellikle düzenli bir hayat yaşayamadım ve bu geçişler ve zorluklar sonucu yüzlerce şiirim kayboldu. Cezaevi yıllarımda da öyle olmuştu.
Şiirler yazarsınız ve bir anda haramiler sizi çırılçıplak bırakır. Şiirsiz, anısız, anlamsız hissedersiniz o gün kendinizi ama ertesi gün uyanır, bir su, bir yağmur damlasının karınca direnişçiliği ile yeniden başlarsınız. Dolayısıyla Ben Su, belirli bir zaman diliminin ürünü değildir. Yıllar sonra yeniden bir şiir kitabı oluşturma düşüncesiyle derleyebildiğim şiirlerin bazılarıdır.
“Dövüşenler Konuşacak” kitabınızdan bu yana oldukça zaman geçti… Neden bu kadar ara verdiniz?
Aslında şiir ara vermiyor, duygular soluk almaksızın, sürekli kıyılarınıza çarpıyor. Size anaların dinmeyen acılarını, emekçilerin çaresizliğini, sınıf çelişkilerinin şiddetini, çocukların gözyaşlarını taşıyor. Dünyanın neresinde olursanız olun, her hafta sonu Cumartesi Anneleri Meydanı’na gidiyor ruhunuz. Acılar, yaralar, isyankar dizelere dönüşüyor. Bir çığlık bu, bir direniş tarzı, arayış yolu ya da ufuk ışığı ama sürgün koşulları bazen ülkedeki bir cezaevinde üretmekten daha fazla zorlayabiliyor insanı. Gecikmemin nedeni, benim yaşam koşullarımda gizliydi. Yurt dışına çıkmak zorunda kaldıktan sonra yıllar, birbirini izleyen, iç içe geçen zor, karmaşık, anlamsız süreçler getirdi. Toprağından sökülmüş ağacın öyküsü…
Kitabınızın önsözünü değerli şairimiz Sezai Sarıoğlu yazmış ve övgüyle bahsediyor şiirlerinizden…
Nasıl ki ilk şiir kitabım basım için beni yüreklendiren, şiirlerimin Metris Askeri Cezaevi’nin zorlu koşullarından firarını gerçekleştiren bir arkadaşlar ekibinin emeğiyle gerçekleştiyse, Ben Su da başka bir ekip çalışması sonucu okurla buluşabildi. Sevgili Sezai Sarıoğlu, ‘saçı sakalı, üstü başı şiir olana dek’ okudu şiirlerimi. Savaştı onlarla yalınkılıç, dövüştü. 24 saat sonra o şiir ve şair savaşı odasından sağ salim çıktığında, Ben Su da yola çıkmaya hazırdı.
Sezai Sarıoğlu, devrimci militan duruştan ödün vermeyen kimliğini, dönemin en önemli şairlerinden biri olma kimliğiyle harmanlamış bir insandır. Türk diline hakim, ‘sözcüklerin efendisi’ tanımına layık bir şairdir. Ben Su’nun önsözünü yazmış olması bana onur verdi. Şiirlerimden övgüyle söz etmesi ise kendisinin kocaman yüreğinin yağmurlarıdır.
Ayrıca, bu kitabın gerçekleştirilebilmesinde sevgili arkadaşım Türker Demirci ve Hulusi Zeybel’i unutmamak lazım. İstanbul hattının bütün güçlüklerini aşarak, gecenin ve gündüzün bütün saatlerini yok sayarak Ben Su’nun raflarda yerini almasını sağladılar. Her türlü tıkanmayı, enerjisiyle yendiler. Ve tabii Belge yayınlarının, sevgili Mehmet Ali’nin emeğini ve desteğini unutamam.
Şu anda yeni çalışmalarınız var mı? Şiir severler yeni bir Ayşe Hülya kitabı görecek mi?
Şiir dışındaki diğer yazım türlerinde sürekli çalışmalarım oldu. Sürgünlüğümün ilk yıllarında bir parçası olduğum siyasi çizginin yayımlamakta olduğu dergi için günün ve gecenin bütün saatlerinde çalıştım. Sonra sosyalizmin ve göçmen sorunları üzerine araştırmalar yaptım, bir dönem profesyonel gazeteci olarak çalıştım.
Şiir yazmaksa benim için yaşamımın hiç bir döneminde planlı bir çalışmanın ürünü olmamıştır.
Dizeler, kendi özgürlükleri ile beynimde, ruhumda oluşup kapımı çalarlar ve kağıda dökmem için beni adeta zorlarlar. Günün ya da gecenin hangi anında benimle buluşacaklarını kendileri belirler.
Birikirler sonra. Ben onları yaşadığım mekanın bütün köşelerinde, orada burada unutulmuş kağıt parçalarında, bilgisayardaki en olmadık dosyaların içinde, ceplerimde, kitap aralarında ararım. Şiir ruhun çığlığıdır. Ve böyle bir dünyada şiir yazmamak imkansızdır.
Sürgün hayatı yaşadığınızı biliyoruz? Ülkeden uzak olmak bir şair için nasıl bir duygu?
İçtenlikle ve hep söylüyorum ki politik sürgünlük, insanın kendi ülkesinin cezaevinde olmasından daha zor. İdealleriniz için yaşamışsınız, aldığınız her nefese amaçlarınızın kokusu dolmuş. Ülkenizin geleceğinin daha iyi olması adına kurduğunuz hayallerden başka bir ufuk tanımamışsınız ve bir anda bütün bunlardan kopuyorsunuz. Bu, yaşamdan kopmak, gerçek boyutlarda değil de sanal alemde yaşamak gibi bir şey. En zor yanı, bu sürecin nerede-nasıl biteceğine dair korkunç bir belisizlik var, hep karanlıkta yaşamak ya da bir küçük tahta parçasına tutunup okyanusun ortasında kaybolmak gibi.
Ülkeden kopuş, sancılıydı elbette ama ilk yıllar sonrakiler kadar zor değildi. Buradaki işlerinizi bitirip gidecektiniz. Zaten koşullar biraz olsun değiştiğinde topraklarınızla yeniden buluşacaktınız.
Yurt dışındaki bazı sorunlara çözümler bulmak ve dergiyi de burada çıkarmaya devam etmek gibi 24 saat nefes nefese yaşanan bir yığın sorumluluğun ortasında ilk beş yılın çok zor geçtiğini söyleyemem.
Ülkeyle bağlar yoğundu, dönüş umudu sıcaktı ve acı çekecek vakit yoktu.
Yeniden aranıyordum, infaz yasasıyla çıktığım için zaten boynumda bir müebbet vardı, yani iki müebbet üst üste… Bir anda tası tarağı toplayı gitme şansı da yoktu.
Sürgünlük duyguları açısından, daha sonraki yıllarda giderek artan, zaman zaman renk değiştiren, farklı kimliklere bürünen acılar yaşadım…
Türkiye’deki yazarları ve şairleri takip edebiliyor musunuz? Yeni kuşak şairlere bir mesajınız var mı?
Edebiyat bir direniş deryasıdır, sorgu, ret, özgürlük, ve ölümsüzlük alanıdır ve devrimcidir. İnsanın devriminden yeryüzü devrimine ulaşan gökkuşağındaki bütün renklerdir. Tarihi, ileriye, geleceğe taşıyan sanattır.
Sanat, umudun da en güzel can damarlarıdır. Yarına dönük her türlü emelimiz, yine sanatın elinde, dilinde şekillenir. Dolayısıyla, zor ve sarsıcı bir süreçten geçen ülkemizde her alanda yaratıcılığı zorlamanın koşulları yine de var. Ciddi bir üretim çabası, önemli bir üretim birikimi de gözlemliyorum.
Ama bir sorun var! Sanatçıların, diğerlerini görmede, izlemede can alıcı bir eksikliği olduğunu düşünüyorum. Bu sorun, eleştiri ve tanıtım alanındaki tıkanıklıkla da buluşunca, kolektif gelişimin önündeki barikatları kaldıramıyoruz. Unutulmamalıdır ki, son tahlilde bir tek bireyle özdeşleşen sanat, toplumların, halkların kolektif birikimlerinin eseridir. Sanat dergilerinin bu anlamda da çok önemli bir rolü, işlevi, sorumluluğu, yükümlülüğü vardır. İzlenme, okunma, tartışma, tartıştırma, kapsama boyutlarının genişlemesi için bu dergilerin desteklenmesi, yaygınlaştırılması, güçlendirilmesi zorunludur.
Kitabınız hakkında biraz bilgi alalım… Kaç şiirden oluşuyor ve elbette hepsi çocuğunuz gibi ama en çok sevdiğiniz ve sizi duygulandıran şiirinizden bahseder misiniz?
40 şiirden oluşuyor. Söylediğiniz gibi, şiirler arasında bir ayrım yapma şansım yok.
Her şiir, kendi kimliğini kazandığı ana aittir. Bazen uzun bir şiir on dakikada yazdırır kendini, bazılarıyla yıllarca boğuşursunuz yine de kendi kanatlarını kazanıp uçamaz. Ama şiirlerin yazıldığı sürecin anıları itibarıyla düşünürsek, ‘Barışı Düşlemek’ şiiri, diğerlerinden farklı, çünkü bu şiiri kızımla birlikte yazdık. Bazı şiir doğumu günlerinde olduğu gibi anlamsız küçük voltalar atıyordum evin içinde. Kızım hissetti, beni yanına çağırdı ve nerede ise her dizeyi birlikte ürettik. Şiirin ortak ürün olabileceğini teorik olarak düşünemezdim ama kızımla bunu bambaşka bir enerji ile yapabildik.
En çok etkilendiğiniz ya da takip ettiğiniz bir şiir üstadını sorsak?
Bu zor bir soru. Yaşayan değerli şairlerimizle ilgili bir şey söylemeyeyim bugün. Sadece Ahmet Telli’yi farklı tutmam gerekiyor. Çünkü kendisi benim öğretmenimdir, sevgili babamın arkadaşıdır ve çok önemli bir şairdir.
Bizim kuşağın neredeyse tüm yurtsever insanları gibi Nazım’ın bütün şiirlerini ezbere bilmek, her fırsatta, her ortamda en yüksek sesimizle okumak vazgeçilmez bir tutkuydu. Nazım’a sahip olmak her ülkeye nasip olmayan bir şanstır. Ve Nazım’dan etkilenmedim demek gerçekçi değildir.
Ama sadece o kadar mı? Ben, Yunus Emre’den, Atilla İlhan, Ahmet Arif, Fuzuli, Can Yücel, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Enver Gökçe, Gülten Akın, Sabahattin Ali, Yahya Kemal, Edip Cansever, Turgut Uyar… ve diğer bütün değerli şairlerimizden etkilendim kuşkusuz. Dilin ve şiirin her ustası sizde izler bırakır. Aksini iddia etmek doğru değildir.