Geçtiğimiz günlerde işim gereği mültecilerin yaşadığı bir kampa gittim. Bekleme süresinde pencerenin önüne gidip dışarıya baktım. İki çocuk iki salıncakta kuşlar gibi çığlık çığlığa bağırarak sallanıyordu. Sonra ben onlara bakarken yanımdan gelip geçenlerin şaşkın bir merakla bana baktıklarını farkettim. Kendimi toparladım. Gözlerimden yanaklarıma akan yaşlardan habersizdim.
Bir insan ağlarken ağladığını farketmez mi? Ben o gün farketmedim. Aklımda o sırada öğrendiğim iki küçük kardeşin bir anda yarım kalan oyunları vardı. Çocuklar lanet olası EYP diye bir şeye basmışlardı! Onlar orada -afedersin- o boka(!) bastılar diye, işte oyunları da yarım kalmıştı! Şimdi oyunu kim tamamlayacak? diye düşündüm. Nupelda ile Ayaz anneleri çağırdığında nasıl koşup sofraya oturacak? Birbirleriyle kavga edip, itişerek, belki annelerinin ocaktan yeni indirdiği pilavı kim, nasıl kaşıklayacak?! En kötüsü de; o anne çağırdığında koşup gel(e)meyen çocuklarının cansız bedenlerini nasıl toplayacak?!
“Dur orada!” dedi içimden bir ses. Annenin acısına sakın bakma! Dayanamazsın sonra…
***
Yıllar önce Berlin yakınlarında bir edebiyat konferansına katılmıştım. Konferansın ismi “unsagbares Schreiben” yani söylen(e)meyeni yazmaktı. Söylen(e)meyen nedir? diye soracak olursan; söylen(e)meyen artık ağlamaktan yorulduğun, taşıyamadığın, hem aklından çıkmayan, hem hatırlamaktan korktuğun bir acıdır. Çocuk ölümleri de benim için böyle bir acı işte. Söy-le-ye-mi-yo-rum… Anneyim ben. Burada ne demek istediğimi sadece anne olanlar bilir.
Sonra “Hadi ağlayıp duracağına, otur da bir çocuk kitabı yaz!” dedim kendi kendime. Adı da “Nupelda ile Ayaz´ın Oyunu” olsun. Yazacağın kitapta EYP diye bir şey olmasın. Hatta bütün E, Y ve P harflerinin yasaklandığı, alfabeden kalktığı bir kitap olsun.
EYP: El Yapımı Patlayıcı demek. Lanet olsun! “kendi elimle patlasın, patlasın da canlı cansız ne varsa havaya uçsun diye yaptım”. Bu kısaltma açıldığında bu anlama geliyor. Açılımınız ve anlamınız batsın!
Neyse, o gün EYP´yi yapanlara ve yaptıranlara öfkemi alıp ruhumda görünmeyecek bir yere sakladım. Öfkelensen ki ne?…
Şimdi artık çocuklar ölmesin, şeker yiyebilsin, oynayabilsin, üstelik hiçbir şekilde oyunları yarım kalmasın diye ne yapmalı, onu düşünmek lazım.
***
Düşünürken şu resimlere rastladım. Aklım aydınlandı. Çünkü altında da şunlar yazılıydı:
“Sadece siyah ve kırmızı (kan ve karanlık) olan iki renk ile (fırça kulanmadan) bir parça çaput ve ellerimle yaptığım bu resmi bir mayınla imha olan NUPELDA ve AYAZ´ın şahsında her türden terör kurbanı dünyalı çocuklara adıyorum.
Yaptığımız “ÇAĞRI” ile bir çok sanatçının da duygularını vurgulayacağı ve çalışmalarıyla katkı yapacağı eserler Nupelda ve Ayaz´ın imha edildiği günün yıl dönümünde geniş bir etkinlik çerçevesinde sergilenecek.”
İbrahim Coşkun
İbrahim Coşkun Dersimli bir ressam. Şimdi Dersim´in çicekleri-böcekleri bitmiş de sanki, dağı taşı EYP´ye kesmiş gibi. Herkes Ovacık´ta kararmaya başlayan yasın içinde. Ben de… İbrahim Coşkun bir ressam olarak, -anne olmadığı halde,- demek öyle bir acı hissetmiş ki, elleri yerinde duramayıp harekete geçmiş, acıyı dillendirmek istemiş. Aslında marifet o eller de değil, İbrahim Coşkun´un acıyı en ince ayrıntısına kadar bilen yüreğinde.
Bu resimlere bak bi… Babanın karanlıktaki yüzünde, kaşlarının ve omuzlarının aynı anda düştüğünü, gözlerini kapar gibi önüne baktığını göreceksin. Her baba bilir. Bu onun yavrularını koruyamadığı için duyduğu utanca yakın çaresizliğin bedensel dilidir. Yavrularının birini eline almış, göğsünü ikiye yaran bir çizgi, boynundan aşağıya kadar uzanıyor. Ağlayamayan bedeni kırmızı, ateşli bir dehşetle yayılan korun üzerinde hiç kıpırdamadan duruyor.
Annenin resmi de… Aynı gibi… Ama biraz daha farklı. Nasıl desem?, o gözlerine bakıyor senin. Senden bir şey istiyor. Ne istediğini ben de bilmiyorum. Ağzı öyle göründüğü gibi hafif açık değil. Hatta bence tam açık, üstelik bas bas bağırıyor. Kahır, isyan belki dilindeki… Nasıl kahır duymasın, isyan etmesin!?… Anne olarak çocuğunu yaşatmak onun en doğal hakkı! Sadece artık takati kalmadığı, tesellisi düştüğü için yapabildiği kadar açmış ağzını. Onun ellerinde de bir yavru var. O da baba gibi kırmızı, ateşli bir dehşetle yayılan korun üzerinde hiç kıpırdamadan duruyor.
Çok ilginç, ikisi de kırmızı korun yani o lanet olası EYP´nin üzerinde durduğu halde, bir milim bile kıpırdamıyorlar. Peki neden?
– Canları yanmıyor da ondan. Ölmüşler çünkü… Baksana bedenleri ellerinde taşıdıkları yavrularının bedeni gibi.
??????????????????????
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Aşk olsun İbrahim abi! Bugüne kadar gördüğüm en kara, en kırmızı, en berbat, en tatsız, en dayanılmaz, en gerçek aile tablosunu çizmişsin. O tabloda o çocuklara hiç bak(a)mıyorum bile. Ama tam da bu sebeple yazmak, çizmek, anlatmak gerek. Çocukların oyunlarını tamamlaması, alfabedeki E, Y, ve P harflerinin silinmesi, annelerin ocaktan yeni indirdikleri pilavın kaşıklanması, ekmek almaya giden çocukların eve geri gelmesi, sonra büyüyüp Ali İsmail abileri gibi üniversiteye gitmesi, hatta aşık olup sevişmesi, çicek koklarken resim çektirmesi gerek! Hayat yarım kalmasın diye, söyleyemeye dilimizin varmadığı şeyleri böyle yazıp çizmek, – dediğin gibi – sergilemek gerek.
Ellerine sağlık. Ama ne yalan söyleyeyim, umarım bundan sonra ellerin ne böyle dertler görür ne de çizer…
Soné Gülyan
Köln
19.07.2019