Sermet Çağan’ın 1963’te yazdığı kırk yılı aşkın süre boyunca sahnelenen tiyatro oyunu Ayak Bacak Fabrikası’nın ülke ve dünya çapında bir klasik olmasının elbette geçerli nedenleri var. En başta oyunda ele alınan konunun evrenselliği temel bir değer taşıyor.
Oyunda “Derebeyleri” ve “Halk” arasındaki yarık absürt yoluyla açılır. Toplumsal gerçekçi tarzıyla mesajını çekiçle vura vura gösterir; mizah ve absürt öğeler örtük metaforların altında kalmaz. Her şey açıkça, bağıra çağıra, son derece çiğ bir biçimde gerçekleşir ve klasik eserlerin sarsılmaz özelliğini vurgular: Sorunların kalıcılığı karşısında eserin güncelliğini koruyabilmesi.
Cihangir Atölye Sahnesi oyunu bu yıl Muhammet Uzuner yönetmenliğinde yeniden sahneye koydu. Oyunda geçen tek bir cümle dahi bugün geçerliliğini yitirmiş değil. Ben yitirmiş olmasını, bu gerçeklerin hayal meyal hatırladığımız bir geçmişte kalmasını çok isterdim.
Ülkemizde olduğu kadar dünya siyasetinin de tamamıyla bir gösteri sahnesine dönüştüğü apaçık ortada. Söylem ve tavırlarıyla birer karikatürden fazlası olmayan siyasi figürlerin gelişigüzelliği, ağızlarında laçkalaşan demokrasi terimleri, aldırmazlıkları, ırk, ahlâk, itaat gibi kavramları güçlü bir erdem zırhıyla sarmalayıp insanların arasına atıvermeleri artık halkı kışkırtmak şöyle dursun, bilakis bir çeşit katalepsiye neden olacak kadar uçlarda seyrediyor. Dünya zenginlerin performans sahnesine dönüştü. Entelektüel düşünce ise eylem alanlarında yetersiz kalıyor. Şüphecilik gerçeğe ulaşmak adına vazgeçilmez bir yöntem -iken- şimdi yalnızca insanı pasifize eden bir zehir hâline geldi. Yalnızca şüphe etmenin yetmediği, gerçeği köşe bucak arayıp bulmamız gerektiği bir zamandayız. Sanatın güncelliği dedik, böyleydi, yeryüzünün katliamlarla, açlık ve yoksullukla çalkalanmadığı bir dönem hiç olmadı, tarihte hep böyleydi, ama biz bugünden bahsedeceğiz ve bugün olanlara karşı koyacağız.
Ayak Bacak Fabrikası’nda her şey bir “sorun”la başlıyor: Bolluk sorunu. Kelime olarak -bolluk- olumlu bir anlam taşıyor gibi görünebilir. Tabii! Ama eksik ve tutarsız bir devlet işleyişinde bolluk ancak ve ancak bir bela olabilir!
Derebeylerinin kendi aralarındaki konuşmalara bakalım. Bu diyalogların zihnimizde canlanıvermesi çok kolay:
“1. DEREBEYİ: Bolluk bu adamları çılgına çeviriyor yahu.
Görmüyor musun? Bunlar, bu yıl da hayvanlarına buğday yedirirler, bak görürsün.
2. DEREBEYİ: Ülkede bolluk oldu, ahlak bozuldu.”
“1. DEREBEYİ: Peder hep derdi. İnsanoğlunun namuslu, ahlaklı, çalışkan, dürüst olabilmesi için aç kalması gerek, derdi.
2. DEREBEYİ: Şu Allahın belası topraklar bereketlenmeden önce, bunlar, nasıl kendi hallerinde, nasıl boyunları bükük, efendi kişilerdi.
Bunun sonu anarşidir – isyandır!”
Derebeylerine göre yoksulluktan isyan etmeyi aklından geçirmeyen halk, bolluktan isyan edecek, anarşizme meyledecektir.
Anarşist teorisyen Gustav Landauer’in sözünü hatırlayalım,
“Anarşi, taleplerin değil yaşamın bir meselesidir.”
Anarşi yalnızca eksik olanın yerine konulması üzerine değil aynı zamanda yaşamın maddesel olarak hesaplanabilir alanlarında kesintisiz bir standardın sağlanması konusunda gösterilen mücadeledir. Baskının ve sömürünün içeri sızamayacağı organik bir devinimdir. Bakunin’in tabiriyle “düşlerimizin bir ifadesidir.” Bu açıdan, aslında Derebeyleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu dengesizliğin farkındadır ve bolluğa alışan halkın isyan edeceğini düşünür.
Bolluğun bir “dengesizlik” yarattığının anlaşıldığı bölümlerde Keynes Teorisi’nden söz edilir. Keynesyen anlayışa göre devlet maliye politikaları gereğince ekonomiye müdahale etmelidir. Bir yerde üretim bolluğu mevcutsa ve tüketim yeterli seviyede değilse bu kapitalist düzeni doğrudan ilgilendirir, bir özgürlük yanılsaması içerisinde yasaklar ve yanılgılarla dolu bir sisteme dahil olmuş buluruz kendimizi ve bir anda… Bolluk! Bolluk iyi bir şey değildir!
“Anlaşılmayacak bir şey yok bunda yahu. Keynes’in likidite teorisini biliyorsun. Keynes der ki: Fertler ellerinde para tutmayı, paradan başka bir şey tutmaya tercih ederler…”
Açıkça, halk buğday bolluğu varken kara tohum satın almaya neden kalkışsın? Bu insanlar deli değil, bir şey değil. Devletin ellerinde kalan kara tohumları eritmesinin -dengesizliği tersine bir dengeye oturtabilmesinin- tek yolu kara tohumu satın almayı “zorunlu”, buğdayı “yasak” kılmasıdır. Bir gün önce yeryüzünde var olmayan, yeni bir yasak türü. İcat edilmiş, gerekliliklere uygun şekilde oluşturulmuş, bir başı ve sonu olan pırıl pırıl yeni yasaklar. Yasak sadece görünür nesnelerde var olmaz, dilimize sızar, konuşamaz/ifade edemez olduktan sonra dipdiri somut yasakları yutmak zorunda kalırız:
“AŞAĞIDAKİ KELİMELERİN KULLANILMASI YÜCE ŞEFIMIZCE YASAKLANMIŞTIR
1.POLİS: örgütlenmek,
3.POLİS: adalet,
2.POLİS: eşitlik
1.POLİS: hukuk,
3.POLİS: ifade,
1.POLİS: devrim
2.POLİS: bilim,
1.POLİS: isyan,
3.POLİS: zam,
2.POLİS: aman,
3.POLİS: kadın,
3.POLİS: etek boyu
1.POLİS: istismar
2.POLİS: tecavüz
3.POLİS: kitap
1,2,3 POLİS: ayak bacak
♦♦♦
Oyunda tüm bu dayatmalara karşı çıkan kimdir? Bir Öküz. Halkı greve davet eder. Kara tohumları yemeyi reddeden, karşı çıkan, kabul etmeyen bir öküz,
“Vatandaş: Grev ne demek?
ÖKÜZ: Grev demek, grev demektir. İşte o kadar.”
Sermet Çağan’ın hiciv tekniği Ayak Bacak Fabrikası’nı fora eder. Oyun diyaloglarıyla, çatışmalarıyla, kısa güçlü vurgularıyla sahneden bir rüzgâr gibi geçer.
Kara tohumları satmaya kalktıktan sonra işlerin sarpa sarmaya başlamasının ardından yardım girişimleri çığ gibi yaklaşır. Kara tohum, ne kadar yenirse yensin karın doyurmayan, aç bırakan, verimsiz bir yiyecektir. Ancak tüm bunlardan çok daha kötü bir özelliği vardır ki zaman içinde anlaşılır: Bunu yiyen insan ve hayvanların ayak bacakları bir zaman sonra tutmaz olur, kötürüm kalırlar.
Yardım! Hizmet! Fabrika! Üretim! Çekiliş! Her şey sizler için! Kulağa nasıl da erdemli gelen atılımlar… Ne kadar erdemli olduklarını göreceğiz.
“Yardım, yardım geliyor.
1.VATANDAŞ: Yardım geldi.
KIZ: Ayak, bacak geldi.
4. VATANDAŞ: Koltuk değneği geldi.
ÖKÜZ: Mucize, mucize… Yardım.”
Fernando Pessoa’nın Anarşist Banker adlı kitabını okumuştum. Bana göre anarşist tahlil üzerine pek başarılı bir kitap sayılmaz, ama orada yardımlaşma üzerine belirtilen düşünceyi gerçekten seviyorum:
Pessoa bu eserde “Yardımlaşma Zorbalığı” adlandırdığı yardımseverlik konusunu tüm ikiyüzlülüğüyle ele alıyor. Devletlerin halkı yoksun bıraktıkları hizmetleri telafi etmesi için onlara yardım elini uzatmasını,
“Emretmek yerine başkaları için kendini paralamak” olarak tanımlıyor.
Bunu insanlar kişisel ilişkilerinde de yapıyor. Fedakârlık adı altında gösterilen özveri performansı, bir çeşit itaat talebinin yansımasıdır. Yardımın karşılığında minnet, hayranlık, itaat bekliyoruz. Pessoa’nın tabiriyle Yardımlaşma Zorbalığını devletler en verimli şekliyle kullanıyor. Ülkemizde “seferberlik” ilan edilen deprem, yangın, sel gibi felaket dönemlerinde yardımların neden “seferber” edilemeden toz duman olduğu işte bu Yardımlaşma Zorbalığı denen belada yatıyor. Halk yalnızca kendi kendine yardım edebiliyor ve yardım ile değil, sağlanabilirse ancak birinci elden dayanışma ile yarar sağlanabiliyor.
♦♦♦
“Erdem kılığına girmemiş, ondan destek almamış kötülük var mı…”- Jean de La Bruyère
Sahiden de tarih sahnesinde devletler yüzlerce yıl önce olduğu gibi bugün de en büyük kötülüklerini en yüce erdemlerin gölgesi altında gerçekleştirmiyorlar mı? Demokrasi adına, eşitlik adına, refah adına, iffet adına, iyilik adına…
Ne var ki oyundaki halk henüz dayanışmadan yana değildir. Durmadan şikâyet eden, dayatılanları kabul etmeyen tek canlı Öküz’e veryansın ederler,
“Buğday yerine bu yıl da kara tohum yiyiver. Ne olmuş yani?”
Vatandaşlar göle gidip “kutsal balıklara” dua ederken bulur kendini. Göl, balıklar, kara tohum ve buğday… evet bunların her biri birer metafor vazifesi görüyor belki, yine de bağlamdan ayrı düşünüldüklerinde bile sadece birer metafor olmadıklarını görebiliyoruz. Kültüre yerleşmiş simgesel çareler, bu bir dua ya da daha önce duyulmamış bir yasak türü olabilir- zenginleri rahatlatır, yoksulları ise teselli eder, uzun vadede başka bir işe yaramaz.
Yasaklar birbiri ardına kalem kalem yazıldıkça bu kelimelerden yasakçı bir sistem oluşturan cümleleri bir araya getirmek kolaylaşır. Bugün Akp hükümetine muhalif olan siyasetçilerin, sanatçıların, gazetecilerin ya da sıradan bireylerin dolaylı ya da doğrudan Gezi Olaylarıyla ilişkilendirilmeleri aşağıdaki absürt zorlamadan ötesi değildir. İnsanların ömürlerine mal olan keyfi ilişkilendirilmeler…
“ÖKÜZ: Ben bir şey yapmadım, bir şey demedim ki…
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS— Yağmur yağacak dedin.
ÖKÜZ: Eee, ne var bunda. Baksana bulutlara…
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS— Yağmur yağınca ne olur?
ÖKÜZ: N’olur?
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS— Göl olur.
ÖKÜZ: Anlamıyorum.
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS— Gölde ne vardır?
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS— Balık vardır.
1.POLİS: Sen kutsal balıkları,
2.POLİS: Dolayısıyla buğdayı,
3.POLİS: Dolayısıyla kara tohumu ima ettin.
1.POLİS 2. POLİS 3.POLİS—Yürü savcılığa!”
♦♦♦
Sermet Çağan oyunlarını halktan yana kurguluyor. Bugün çağdaş sanatla giderek genişleyen anlam çeperlerine göre belki artık fazla “açık” ve “seçik” mesajlar içeren Ayak Bacak Fabrikası, Cihangir Atölye gibi modern temsilleriyle hafızamızda yer etmeye devam ediyor. Jean Jacques Rousseau, tiyatronun yürek gücü, ruh kuvveti vermesi ve yurttaşlara dair içeriği bulunması gerektiğinden bahsetmiştir. Ona göre olup biten her şey kökünden politikaya bağlıdır ve halk, hükümetin doğasının kendilerini düşürdüğü durumdan farklı bir biçimde davranamayacaktır. Bu durumda soru şudur: Hükümetlerin doğası nedir ve nasıl olmalıdır?
“ÖKÜZ: Bunlar Derebeyleri değil mi be?
5. VATANDAŞ: Hayır.
ÖKÜZ: Ha, evet YARGIÇlar.
5. VATANDAŞ: Hayır değil.
ÖKÜZ: Bildim, bildim POLİSler.
5. VATANDAŞ: Görmüyor musun be, Parti Başkanları.
ÖKÜZ: Ulan amma benziyorlar bunlar birbirlerine ha!”
Tahakküm pınarına ağzını dayamış ekiplerin hepsi birbirine benzer. Devlet, dikta karanlığını tek bir çatı altına toplar ve buna göre durmadan değişen, devinen, gerileyen, homurdanan bir çarkın arasına sıkışır insan. Öyle ki politikacılar “Uzmanların verdiği rapora göre” taktığı ayak bacaklar ters takılmıştır, devlet eliyle kötürüm bırakılan halk bundan böyle geri geri yürüyecektir.