Artemisia yaşadığı bu kâbus gibi travmanın ardından sıkı bir feminist olacaktır. Rahatça diyebiliriz ki, tarihin görüp tanıdığı ilk feminist ressamdır.
“Ressamlar gölge ve ışıkta bizim göremediğimiz pek çok şeyi görür.”
Academica adlı eserinde böyle söyleyen Romalı retorik ustası, hatip siyasetçi Cicero’nun “Multa vident pictores in umbris et in eminentia, quae nos non videmus!” sözünü, şimdi nalburda arasan bulamayacağın eskilerde kalmış Lofça Çivisi ile buraya bir güzel çakalım ki, karanlığa bakarak oradan aydınlığı gören ressamlara dair söyleyeceklerimize başlangıç olsun.
İtalyan Rönesansının hemen ardına düşen Barok dönemde ışığın ve gölgelerin ressamı unvanıyla anılan Michelangelo Merisi da Caravaggio, kendisinden on altı yüz yıl evvel söylenmiş bu sözlerin ressamı oldu.
Caravaggio, bazen kendi adıyla anılarak Caravaggioizm’i yahut Tenebrizm diye bilinen sanat tekniğiyle koyuluğu aydınlığa çeviren ressamlığın kurucu babasıdır.
Latince bir kelam sarfedince söylemin yüklendiği ağırlık artıyor, birden önem kazanıyor diye değil ama Tenebrizm’i bir daha hatırlamak üzere demeliyiz ki, tenebrae Roma kültürünü şahlandıran Latin dilinde koyuluk anlamına gelir.
Tuvali baştan aşağıya zifiri katran rengiyle boyayıp sonra bunu aça aça, beyaza doğru yaklaşan türlü açık renklerle resmi işlemenin adıdır bu.
Parlayan şey karanlığı yırtarak kendisini gösterir, nesnelerin belirişi gölgeleriyle ortaya çıkar; zor bir sanattır, her fırça buna dayanmaz. Beyazın üzerine renk çekmeye hiç benzemez.
Heykeltraşın bir taşı önüne aldıktan sonra fazlalıklarını yonta yonta atmasıyla elde ettiği eser ne ise, resimde karanlığın fazlalıklarını boyaya boyaya zifirinden kurtarmasıyla beliren resim tenebre resimdir. Bunun ustası da Caravaggio’dur.
Caravaggio bir çığır açtığının farkında mıydı, bilinmez ama bir kanon yaratır gibi kendisinden sonra gelenleri o kadar etkiledi ki, Dutch ressam Rembrandt’a değin pek çok dönem sanatçısını karanlığa bakmaya alıştırdı.
Saksonya taraflarında, Kara Ormanlara yakın bir yerlerde yaşayan Albrecht Dürer karanlığı çok olan bir iklimin ressamıydı; buna alışıktı sanki.
Gelgelelim İtalyan ressam Tintoretto ve İspanyol El Greco pencerelerden içeri girmeye azmetmiş Akdeniz güneşine rağmen karanlığın beyaza hezimetini tercih ettiler.
Kazanılan hezimetin coşkusu büyük oldu, bu kanona giren, katılan ressamların ardı arkası kesilmedi. Diyebiliriz ki tüm Barok dönem resmi karanlıktaki sırrı ortaya çıkarma sanatına dönüşmüştür.
Tevrat’ta yazıldığınca zaten değil midir ki, “Tanrı karanlıkta oturmaktadır”, o hâlde bu sanatçıların karanlığa gözlerini alıştırmaları tanrısal bir mutlakiyet kazanır.
Tenebrae Kanonuna giren ressamların tamamı erkektir; devedikeni tarlasında açmış tek bir gül gibi aralarında bir kadın sanatçı da bulunur: Artemisia Lomi Gentileschi!
Caravaggio’dan 22 yaş genç olan bu kadın ressamın talihi çoktan karalar bağlamıştır; o yüzden karanlığı tercih eder.
Artemisia 1593’de sanatla iştigal eden bir ailede doğar; babası ressam Orazio Gentileshi’dir. Boya karıştırmayı, fırça tutmayı, çizip boyamayı babasından öğrenir ve ilk eserlerini daha on altısına gelmeden sunmaya başlar.
İlk eseri, bir acemilik eseri değildir, bir baş yapıttır: Suzan’ın Banyosu ve Yaşlı Adamlar başlığını taşır. Şimdi Almanya’da özel bir koleksiyonda bulunan bu eseri 1610 tarihinde tamamlayan Artemisia, konusunu Tevrat ve İncil’de geçen bir hikâyeden almıştır.
Kudüs’te yaşayan Suzan (Susanna) evli, varlıklı, eşine sadık bir kadındır. Hararet basınca kendisini evin bahçesindeki havuza, oradaki kurna başına atar, ¨Bahçe benim havuz benim, kim ne karışır!¨ diyerek cıscıbıl suya ördek gibi girer çıkar; dikkatli olsa iyiydi ama felek bu, bazen hata yaptırır.
Nitekim şehirde kötülük kol gezmektedir, onu bahçe duvarları üzerinden seyretmeye başlamış olan iki yaşlı adamın tasallutuna uğrar.
Mütecavizler, Suzan kendiliğinden teslim olmazsa onu başka bir erkekle zina yapıyor diye ihbar edeceklerini söylemektedir; her durumda kadın zorda kalır. Ancak yılmaz, direnir, tecavüze yeltenenleri mahkemeye duyurur; mahkemede Suzan’ın sözlerine inanmayan hakime “Söylediklerim doğru, bunların hepsi doğru!” diye yalvarır.
Bütün fanilerin kaderi gibi, Artemisia’nın kaderini de elinde tutan Yunan Mitolojisinin 3 Moira’sı, yazgıya ait ip yumağını dilediğince uzatıp onun üzerine talih, şans, kısmet dediğimiz şeyleri döşeyen Lachesis ile kız kardeşi Clotho ressamın alın yazısına Suzan’ın kaderini yazmış olmalıdır.
Artemisia bu ünlü eserini tamamladıktan kısa süre sonra, babasının yakın dostlarından ressam Agostino Tassi’nin tecavüzüne uğrar.
Tassi , Gentileshi’lerin evinde kimsenin olmadığı bir gün, yanına Cosimo Quorli adlı serkeş bir arkadaşını alarak eskiden beri kapısını çalmaya alışık olduğu haneye gelir. İçeri girerler, kısa süre sonra Artemisia’ya tecavüz edilir. Bazı kaynaklar sadece Tassi’nin tecavüz ettiğini, ötekisinin yardımcı olduğunu söyler; öteki kaynaklara bakılırsa, her iki erkek de suçludur.
Artemisia mahkemeden adalet bekler, o güne göre bakıldığında bir kadının bunu istemesi neredeyse imkânsızdır. O insan olmanın karşılığı olan adaleti ister.
Mahkeme başkanı Gentileschi ailesini gayet iyi tanımaktadır, kafası iyiden iyiye karışmıştır; gelgelelim kızın babası da tecavüz iddiasında bulunan kızını red etmiştir.
Yalnız kalan Artemisia, bütün sorgu ve mahkeme sırasında sürekli olarak ¨Bunlar doğru! Yalan söylemiyorum, bunlar doğru!¨ diye hüngür hüngür ağlayarak derdini haykırır:
“E Vero, e Vero, e Vero!”
Hepsi doğru diye yalvaran gözlerle bakan Artemisia’ya inanmakla inanmamak arasında kalan hakim pek emin olamaz, yine de bir ihtiyati tedbir kararı alıp zanlıları geçici sürgüne gönderir. Sürgün dediğin Venedik’ten komşu Floransa’ya gitmekten ibaret kalır.
Artemisia yaşadığı bu kâbus gibi travmanın ardından sıkı bir feminist olacaktır. Rahatça diyebiliriz ki, tarihin görüp tanıdığı ilk feminist ressamdır.
“Suzan’ın Banyosu” tablosu kendi kaderine boya sıçrattıysa, diğer eserlerine ne demeli!
Mahkemesi boyunca ¨e Vero¨ diye yalvarmasının izlerini sanki bütün tablolarında görürüz.
Tümünde karanlıklar yırtılır beyaza döner, renk tonları açılır, gölgeler titreşir, ışık kuşkularımızı aydınlatmayı pek sever; ama önlenemez biçimde bütün renkler Kızıl Kan rengine dönüşecektir. Akacak kan damarda durmaz!
O günden sonra Artemisia’nın elinden Kutsal Kitaplar hiç düşmez; dua etmek için değil, oradaki hikâyeleri resmetmek için.
Alın mesela, Tevrat’ta geçen hikâyesiyle Judith’in, Suriyeli komutan Holofernes’i kıtır kıtır nasıl kestiğini görüp öğrenir, bunu resmeder.
Judith, bir Yahudi dul kadındır; dünya güzelidir. Şimdilerde yerle yeksân olmuş eski antik Yahudi şehri Bethulia’da yaşamaktadır ve komutan Holofernes ona göz koymuştur. Bu türden asar-i atik eserlerde olduğuna benzer biçimde kendisine göz koyulan kadınlar gibi Judith de, bir gece, evine gelen ırz düşmanının başını hizmetçisinin yardımıyla omuzlarından alıverir.
Artemisia bu muhteşem tablosuyla hırsını alamayacaktır; erkek düşmanlığı devam eder tablolarında.
Tevrat ve İncil zengin kaynaklar sunar ona. Bu kez Jael isimli Yahudi kadının, Kenan Devleti komutanlarından Sisera’yı uykusunda kulağına dayadığı bir çiviyle çekicini hızla indirdiği sahneyi resmeder; yine karanlıktan çıkan gölgelerin yardımıyla etraf aydınlanırken tablo kızıl kana boyanır.
Artemisia’nın içindeki öfke yine de yatışmaz, bir yıl sonra, eski tablosunun devamı gibi, Judith’i elinde başını kestiği komutan Holofernes’in kellesiyle birlikte görürüz.
1620 tarihine geldiğimiz zaman Artemisia’nın tuvalinde, Romalı general Tarqunius’un kendisi seferdeyken tecavüze uğrayan karısı Lucretia beliriverir birden.
Lucretia bu onursuzluğa katlanamayacak ve uğradığı tecavüzü kimse onaylamayacağından kendisini âdeta Japon Harakiri’si gibi, kalbi üstüne dayadığı bir hançere usulce ve göz yaşları içinde yaslayıverecektir. Bu intiharın öncesini çizer, boyar Artemisia…
Resminden kan sıçrayan Artemisia’nın kaderinde baba tarafından bir kuzeniyle evlenmek de bulunur.
Onun tecavüze uğramasını ört bas etmeyi ve sosyal mevkide tekrar saygın bir yerde olmasını isteyen amcaoğlu, Venedik’teki lodge’un~köşkün kapısında serenad yapıp yüzüğünü takdim eder; evlenirler. Bu evlilikten pek bir şey umulmaz; Artemisia mutsuz bir kadın olarak yaşamına devam eder.
Gerçi Artemisia’nın şerefi kurtulmuş gibi olur ama tablolarında kan akmaya devam eder.
Kanlı canlı olsa da Artemisia gelmiş geçmiş bütün kadın sanatçılar arasında boyasına tiner sürülemez tek ressamdır.
Onun karanlığı beyaza çevirirken kan içinde kıpkızıl renkler bıraktığını bilsek bile bunu söylemekten geri duramayız.
Artemisia’nın kader ipini elinde tutan Yunan Mitolojisinin 3 kız kardeşi, 3 Moira’dan sonuncusu, elinde makasla gezinen ve dilediği zaman birinin ömür ipini kesiveren Atropos’un makası bir gün, 1653 yılının karanlık bir Venedik gecesinde şıkır şıkır öter, ipi de kesiliverir.