Altar Kaplan Papadopulos Apartmanı, Halifeler Köyü, Aloda, İki Nehir Arası, Kırmızıyı Sevenler Derneği adlı romanlardan oluşan külliyatına yeni bir eser daha ekledi: Camus Dansı. Henüz dumanı üstünde olan bu son romanında öncekilerden farklı bir yol izleyen yazar, sadık okurlarını şaşırtacağa benziyor.
Zira denemeler ile öykü arasında bir bütünlük oluşturmaya çalışan Camus Dansı zor, alışılmadık ve sabır isteyen bir kitap. Bu yönüyle genel okuru ıskalayabilir, ancak zengin içeriği ve ele aldığı çetrefilli meselelerle nitelikli okurun ilgisini açık tutacaktır. Özellikle bir metni didik didik etmeyi sevenler için bulunmaz bir kaynak.
Camus Dansı, biçimsel olarak bir romandan oldukça farklı görünmektedir. Cesurca ama riskli, çünkü roman türünün sınırlarını zorlayan, hatta bir ölçüde onun dışına çıkan ve metnin kurgusal bölümlerinin fotoğraf üzerine denemelerle bir bütünlük oluşturup oluşturmadığı konusunda akılda soru işaretleri yaratacak bir eserle karşı karşıyayız. Hatta bana öyle geliyor ki, buradaki denemeler, kurgusal metnin akışını kestiği için okuru hikâyeden koparabilir. Dolayısıyla okur, yazarın belirlediği sırayı göz ardı edip her ikisini ayrı bütünlükler olarak kabul edip ayrı ayrı okuma ihtiyacı duyabilir.
Yazar, “İyi romanlar kendi kuramlarını yaratanlardır. Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada, sanatın, edebiyatın, müziğin, dansın kendine has kuralları olması kadar saçma bir şey yoktur.” (s.57) şeklindeki sözleriyle romandaki yaklaşımına dair önemli bir ipucu veriyor. Bununla birlikte alışılmışın ötesine geçmenin, radikal bir denemenin getirdiği belli zorluklar var. Yazarın, bir önceki romanına dair birkaç söz söylemek bu durumu açıklığa kavuşturabilir. Bir yıl önce okumuş olmama rağmen Kırmızıyı Sevenler Derneği’nin her sahnesiyle insanın içine işleyen hüznünü hatırlamak için kitabı rafta görmem yettiğini belirtmeliyim. Yazar, romanda karakterlerin can sıkıntısı ile İstanbul’un karlı günlerinin kasveti arasında öyle bir bütünlük oluşturmuştu ki, herhangi bir ögeyi çıkarmak bu hissiyatı yok edebilirdi. Yazar dış dünya ile karakterin iç dünyası arasına bir ayna koymuş ve hangisinin diğerinin bir yansıması olduğunu kestirmek oldukça güçtü. Dahası Komiser Selahattin’in Unkapanı Köprüsü’nden geçerkenki görüntüsü, adeta sözcüklerle çekilmiş enfes bir fotoğraftı. Böyle olunca Altar Kaplan’ın diğer romanlarına aşina olan okurun Camus Dansı’yla nasıl bir bağ kuracağı bir merak konusu haline geliyor. Yine de hepsi Papadopulos Apartmanı adlı ilk romandan doğan eserlerin bu son üyesi biçimsel olarak ayrıksı görüneceğini tahmin ediyorum. Elbette ki bu sadece bir yorumdur ve bir başkası çok farklı bir şekilde yorumlayabilir. Dolayısıyla “(…) sanat, herkesin anlayabilmesine yönelik bir açıklamaya, aracıya ihtiyaç duymayandır.” (s.58) diyen yazarın görüşüne katıldığımı belirtmeliyim.
Biçime dair bu kısa değerlendirmeleri bir yana bırakıp esas meseleye gelelim. Romanın, yoğun bir şekilde otobiyografik ögeler içermesi yazarı metne daha fazla dâhil ediyor ve böylece hayatın içinden birçok mesele üzerine düşünmeye olanak sağlıyor. Dolayısıyla okur, “her iyi romanda olduğu gibi, yazarın anlatacakları bittiğinde okurunkiler başlıyor…” (s.241) diyen yazara hak vermekten kendini alamayacaktır.
Bu roman vesilesiyle Osmanlı’dan beri Türkiye’de aydınların, yazarların maişet sorununa değinmek de mümkündür. Hürriyet şairi Namık Kemal’den Yahya Kemal’e onlarca şair ve yazarın isimleri bürokrasi kayıtlarında memur veya Meclis Zabıtlarında (birer mansıptan başka bir şey olmayan) milletvekili sıfatlarıyla anılmaktadır. Gelişmiş bir matbuat kapitalizminin yokluğundan yakınan Yakup Kadri Karaosmanoğlu devrin Maarif Bakanı Hasan Âli Yücel’e, aralarında Yaban’ın da bulunduğu kitaplarından beş tanesini yayımlamayı bile düşünmediğini söylemişti. Bugün bile sayıları bir elin on parmağını geçmeyen yazarları saymazsak edebiyat eserlerinin geçimlik sağladığı görülmez. Peki bu kadar laf kalabalığını neden yaptık? Her şeyden önce Camus Dansı’nın yazarı da kamuda çalışan yazarlar kervanında yer alıyor. Üstelik bugün çok daha gelişkin olan bürokrasinin köreltici rasyonalitesinin bir romancı için daha yıpratıcı olacağını düşünmek hiç de abartılı olmaz. Hayatı boyunca edebiyatla iç içe olan Yakup Kadri’nin elçilik görevleri sırasında önüne konulan resmi evrakların kendisine ne kadar sıkıntı verdiğini bizzat Zoraki Diplomat adlı anı kitabında dile getirmişti. “Her roman otobiyografiktir” diyen Altar Kaplan, bürokrasiyle ilgili görüşlerini ve memuriyet yaşantısını bir memur olarak yarattığı Camus Dansı’nın kahramanının etrafında ele almaktadır. Bürokrasi aygıtının insanları (ya da romandaki ifadeyle Madde Onları ve Madde Onbirleri) kişiliksizleştirdiğini düşünmektedir.
Bununla birlikte bugünün yazarlarının baş etmesi gereken çok daha komplike bir durum söz konusudur. Zira bunlar, “görünüyorum o halde varım” minvalinde tarif edilecek bir yaşama biçimi ve bu çerçevede oluşan değerlerin baskın olduğu toplumda yaşamaktadır. Yazarın ifadesiyle “Sürekli büyüme ekonomisinin tutsakları, modası geçmiş dinlere uğraşan insan güruhlarının gözünde seni değerli kılan, medyada ne kadar yer aldığındır. Çünkü yapıyor olmak, ancak onu birinin fark etmesiyle anlam kazanır.” (s.55). Örneğin bugünlerde tüm dünyanın konuştuğu olimpiyat sporcumuz Yusuf Dikeç’in masasının kenarında görünecek bir kitabın ve dolayısıyla onun yazarının ihya olması işten bile değildir. Zira Dikeç’in popülaritesinin kitaba yansıtılması anlıktır. Sedat Peker’in bir sözüyle nice memleket insanına Vedat Türkali’nin kitabını satın aldırdığını burada hatırlamak yararlı olabilir.
Tüm mesele satılmak istenen nesneye sahip olmaya dair bir arzu uyandırmaktır. Zira eğer bir arzu nesnesi dönüştürebilirse, okunmasa bile, her kitap, “iyi bir kitap” hüviyeti kazanabilir. O halde romanlarının yeterince ilgi görmediğini (s.234) açıkça ifade etmekten çekinmeyen -iktisat doktoralı- Altar Kaplan’ın, yakındığı, çok okunmamanın ötesinde bir şeydir: “(…) sanat, herkesin anlayabilmesine yönelik bir açıklamaya, aracıya ihtiyaç duymayandır. Diğer türlüsü piyasa ya da akademik teamüllerin güdümünde oluşturulmuş, tasdik edilmeye muhtaç bir piyasa ürünüdür, ne estetik ne de teorik değeri olan, farazi değerlenmiş objedir. Yaratılan bu algı nedeniyle o objeleri eleştiremezsiniz; eleştirirseniz cahil yerine koyulursunuz. Beğenmiyorsanız anlamıyorsunuzdur!” (s.59-58).
Kafkavâri bir şekilde kendini hırpalamaktan geri durmayan Altar Kaplan, gerçekliğin dayanılmaz buradalığı karşısında yazmaya sığınıyor. “Tekrarın tekrarı”na dönen yaşamın tekdüzeliği, dış dünyadaki insanlarla kurulan bağların zayıflığı ve yabancılaşmanın her gün insanı biraz daha ittiği hücreden geniş bir evren yaratarak kaçıyor. “Çoğu yazar gibi yaşadığım hayat bana yetmiyor. Romanlarımın dışında benim de bir hayatım var ama romanlarımın (…) dışındaki bu hayatın hiçbir önemi yok.” (s.57). Bu sözleri, roman üzerine söylenmiş en çarpıcı ifadelerin arasına girmeye aday.
Her ne kadar dans ediyor da olsa, Albert Camus’nün resminin neşe saçacağını beklemek oldukça zordur. Zaten Camus Dansı’nın ana sorunsallarından biri intihar olgusudur ve hem yazar hem de yarattığı karakterin bu meseleyle cebelleştiği görülmektedir. Roman kahramanı için, ki bir adı yoktur, üzerinde uzun uzun düşünülmeye değer olan şu sözü söyler: “İntihar bir fikir olarak zihninde var olmasa, o an intihar ederdi.” (s.196). Anlamın yitimiyle oluşan amaçsızlık duygusunun getirdiği her şeye son verme arzusu ile yaşama bir şekilde tutunmak için duyulan istek arasında bir sarkacın gidip geldiği görülür. Bir fikir olarak intihar, her şeye son verebilecek olma seçeneğini tanıdığı için paradoksal bir şekilde insanı yaşamın içinde tutabilen bir şeye dönüşür. Altar Kaplan’ın, kendi içsel benliğinde bu sorunla baş etmesini sağlayan şey ise yazmaktır. Dolayısıyla Mario Vargas Llosa’dan yaptığı alıntı onun için de geçerlidir: “Yazarlar yaşamak için yazmazlar, yazmak için yaşarlar.”(s.241).
Tüm romanları için “her pigmentleri politiktir” (s.57) diyen yazar, Camus Dansı’nda da toplumdaki çarpıklıklara değinmektedir. Romanda yazarın, içinde “taşma eşiğindeki bir isyanı” barındıran bir duyarlılıkla ele aldığı konuları ve okurun keşfedebileceği nice ayrıntının olduğunu belirtmek gerekir. Bu açıdan sindirilerek okunacak önemli bir roman raflarda yerini almıştır.