Hatırlıyorum Alp Tuğhan Taş‘ı; “Ölü Ordu’nun Generali”, “İki Arada Bir Yerde”, “Ocakta Bahar”, “Hamlet” piyeslerinde izlemiştim. Doğru hatırlıyorsam, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”nun yönetmen yardımcılığını da üstlenmişti.
Beş yaşımdan bugüne tam elli dokuz sezon heyecanla, sadakatle takip ettiğim ve gerçek yaşam okulum / evim dediğim İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu ile çok özel bir duygu bağım olduğu ve belki hâlâ çocuk kalmayı seçtiğim için… Evet, saydığım bu nedenlerden dolayı, çocuk piyeslerini de hiç kaçırmam. Alp Tuğhan Taş’ı “Define Adası” ve “Rüya” oyunlarında da seyretmiştim.
Ve geçen gün…
Gazhane’de Muhsin ve Afet ile tanıştım. Hayır, sadece tanışmadım. Onlarla gürültülü patırtılı düşünceler, anımsayışlar, çağrışımlar yumağında, koskoca bir hayat yaşadım sanki. Hani, Arthur Schopenhauer “Kader kartları karıştırır, biz oynarız” der ya; işte öyle…
Afet ve Muhsin… Gerçekte her ikisinin de hayatlarında haykırışlar, onarılmaz acılar, müebbet bekleyişler vardı. Av ve avcı, yara ve bıçak, yem ve ökse olmuşlardı hiç durmadan. Sürekli dirilen, istila eden hatıralar da cabası.
Afet ve Muhsin için bir yanlışın bittiği yerde bir başka düş, hayat, gönül kırıklığı başlamıştı hep. Geç kalmışlardı. Belki de hep erken çıkmışlardı yola. Alice’in Tavşanı gibiydiler. Yoksa vurgun yemiş süngerci mi, demeliyim!
Gözleri acılıydı. Geriye, sıfır noktasına dönmek enikonu olanaksızdı artık, biliyorlardı. O halde bir tabanca… İkinci perdenin hemen başındaki o ‘Mektup Adam’ rolü ve ille o yarım sayfalık tirad.
Alp Tuğhan Taş ve Ebru Üstüntaş “İkinci Perdenin Başında” isimli eserde, dorukta iki oyunculuk örneği sergileyip, yanıtını asla bilmedikleri, bilemeyecekleri soruların prangalarına müebbeten tutsak edilmiş Muhsin ve Afet’i yorumlarken, bir taraftan da hayatlarımızdan bir kreşendoyu gözler önüne seriyorlardı.
“….Tutunabilmek
için bu düzende yalakalık
mı etmem lazım size!
Her dediğinizi onaylayıp,
ağzımı yayık ayranı gibi açıp, gözlerinizin
içine tomurcuk tomurcuk
gülümseyip, hayran hayran
bakmam mı lazım?
Beni, bu hiç kimsenin hatırlamayacağı
rolde, bir geceliğine
oynatmanız için,
illa ki çevrenizdekiler gibi mi
olmalıyım? Kendi dertlerimi bir
kenara koyup gerçeklerden
mi kaçmalıyım?
Arkasına bakmayan maratoncular
gibi peşinizden mi
gelmeliyim?
Kaderimin beni alt ettiği
bugüne de mi ‘eyvallah’ demeliyim yine?
Hayatta telafi edemediğim
ne kadar çok şey oldu biliyor musun Afet?
Otuz yaşıma geldim,
hâlâ sen ve senin gibilerin
sikik işlerinde kendimi
var etme çabasındayım!
Sonu olmayan, zaferi olmayan,
hiçbir yere varmayan bir savaşın
içindeyim!
Senin aklının ucundan bile
geçiremeyeceğin şekillerde defalarca
aşağılandım.
Defalarca değersizleştirildim.
Bu yüzden senin bile
yüzüne haykıracak gücüm kalmadı Afet!
Fakat bir tek gün bile yok ki,
sizi yeneceğim gün için, gecemi
gündüzüme katmadığım.
Bir tek gün bile yok!
Bir gün onlara göstereceğim!
Kim olduğumu ispatlayacağım demediğim!
Küçük tiyatrolar da önemli roller oynayarak
var olmaya çalışıyorum. Kendimi sürekli hazır
tutuyorum. Bir gün o fırsat gelir diye.
Ama yaşamam da lazım bi yandan! Geçimimi sağlamam lazım! Bu yüzden;
Otuz yaşında, bir baltaya sap olamamış
bu oyuncu kardeşinizin, yapmadığı iş kalmadı.
Baristalık, valelik, garsonluk, kuryelik, dizilerde figüranlık, emlakçılık, komilik,
muavinlik yaptım lan ben! Muavinlik!
Konservatuarı dereceyle bitirdim!
Yüksek lisanslar yaptım!
Üç kuruş paraya ilk
okullarda Karagöz oldum!
Ülkenin her yerinde palyaçoluk yapıp,
sosis balon şişirdim!
Sen ve senin gibilerin yüzünden..
Size yalakalık yapıp, varlığımı
hissettiremediğim için!
hiç bir lobiye girmediğim için!
kimsenin adamı olmadığım için!
Hepinizin yüzdüğü tatlı, durgun suların
içinden, bana bakmanızı ve
arkanızdaki fırtınayı görmenizi
bir gün nasıl sağlayacağım? Nasıl?!”
Tıpkı bir gölge gibi, yavaşça yaklaştı Muhsin. Gözlerinde hüzne çalan bir gülümseyiş vardı. Alfred Jarry’in ” Kral Übü” oyununu hatırladı birden. Her insanın içinde güzel duyguları yok etmeye ayarlı bir Übü olduğunu ayrımsadı.
♦♦♦
Sevgili Alp, oyuncu olmak… Nasıl, ne zaman tanıştın bu duyguyla?
İnanın nasıl bilmiyorum. Tek söyleyebileceğim şey, keyif aldığım ve eğlendiğim bir alan. Çok üst perdeden, şöyle zahmetli, böyle yorucu, böyle zor demek isterdim, fakat yaparken keyif aldığınız bir şey için bunu söylemek çok büyük bir haksızlık olur. Eğer içime sinmeyen ve hoşlanmadığım bir projeyse, onda çalışmak zorundaysam o zaman belki bu dediklerim geçerli olabilir. Ne zaman tanıştığım konusundaysa; sanırım içimde hep vardı. Kendimi bildim bileli hikaye anlatmayı ve anlatırken yaşamayı severim. Bu durum da tiyatroyla hep tanışmışız hissi yaratıyor…
Genelde aileler oyuncu olmak isteyen çocuklarına tepki gösterir. Sizde nasıl karşılandı bu durum?
Her aile evladının iyi bir yaşam standardında varlığını sürdürebilmesini ister. Bu sebeple, doğal olarak, bizde de itirazlar oldu zamanında, fakat sonrasında hep destek oldular. Hayallerle gerçekler örtüşmediğinde, duvara ilk çarptığınız an geri sekmeniz çok vakit almıyor. Sonuçta o duvarı aşmak için, insanlara kendi çabanızı gösterebiliyorsanız, önünüzde hiçbir şey duramıyor diyelim.
Ve tiyatro eğitimini sorsam…
Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Oyunculuk Bölümü mezunuyum.
İBBŞT ‘de rol aldığın tüm oyunları izledim. Bildiğim kadarıyla “İkinci Perdenin Başı” ilk yönettiğin ve ilk kez sahneye taşınmış piyesin… Bu süreci sorsam… Yaratıcı kadro olarak kimlerle çalıştın mesela?
Aslında daha önce de genç günlerde bir oyunumu sahnelemiştik: “Kötü, Aptal ve Cahil” o zaman da beğenilmişti. Gelelim bu oyuna, Afet’i oynaması için Ebru Üstüntaş’a teklif ettiğimde, metni gönderdikten birkaç saat sonra beni heyecanla aradı ve oynamak için sabırsızlandığını söyledi. Böylesi usta bir oyuncunun bana destek olması ve benimle bu yola çıkmak istemesi, elbette tarifi mümkün olmayan bir duyguydu. Kurumumuzda başarılı iki dramaturgumuz Dilek Tekintaş ve Gökhan Aktemur ile metin üzerinde çalışmalar yaptık, destekleri için kendilerine minettarım. Çok güzel bir yolculuktu onlarla çalışmak. Metnin hacmini genişletebilmem için yol gösterdiler. Bir oyunun oyun olabilmesi için dramaturjinin önemi çok büyük, biliyorsunuz. Reji ekibimizdeyse yardımcı yönetmeniniz Direnç Dedeoğlu, yardımcılarımız Hilal Yazıcı ve Hasan Kaan Taş, ortaya yaratıcı bir iş koymamızda önemli bir rol oynadılar. Ayrıca ışık tasarımımızı yapan Fatik Kara ve efekt tasarımcımız Metin Taşkıran nokta atış yaptılar desem yeridir. Bu kadar yaratıcı bir ekip bir araya gelince sonuç yüreğini kabartıyor insanın. Bu sebeple, kendimi çok şanslı hissediyorum
Sadece tiyatro dünyasını değil hemen her iş kolundaki sorunları, rekabet, hırs dolu ilişkileri anlatan “İkinci Perdenin Başı”nı, tiyatro yazınımıza katkı olarak, değerlendiriyorum. Başka yazdığın oyunlar var mı?
Çok teşekkür ederim böyle düşündüğünüz için. Birçok oyunum var. Umarım onları da seyirciyle buluşturabilme imkânım olur vakti geldiğinde. “Sorma”, “Jukebox”, “Van Gölü’nün Ortasında Sıradan Bir Gece”, “Onyedi”, “Kötü, Aptal ve Cahil “.
Yazdığın piyesi yönetmek, oynamak nasıl bir duygu? Kendini baskı altında hissettin mi?
Harika bir duygu. Tabii ki arkanızda sizi kontrol altında tutabilecek ve aynı fikir birliğini sağlayabileceğiniz bir ekip olmadan zor olabilir bu. Yardımcı yönetmenimiz Direnç Dedeoğlu ve dramaturglarımız, sürekli dizginler ellerinde, savrulmamı engellediler diyebilirim. Partneriniz de Ebru Üstüntaş olunca, kendinizi sahne üzerinde güvende ve heyecanlı hissediyorsunuz. Onunla bu oyunu birlikte oynadığımız için kendimi çok şanslı hissediyorum, çünkü dengeli ve çok yaratıcı bir oyuncu Ebru Üstüntaş. Ne mutlu bana ki, böylesine güzel bir ekip olduk.
En zor soruyu sona sakladım. Kim bu Muhsin? Kim bu Afet?
İkisi de aynı kişi aslında. Biziz işte. Birisi başarıyı elde etmeden, diğeri ise ettikten sonraki halimiz. Hepimiz bir şeylerden şikayet ediyoruz. Sürekli söyleniyoruz. Liyakat arıyoruz, fakat kendimiz için torpil kovalıyoruz, sistem bunu bize dayatıyor diyoruz, çok geçmeden düzenin çarklarından biri haline geliveriyoruz. Kimsenin emeğiyle bir yere gelemeyeceğine inanıyoruz, hiçbir şey için emek harcamak istemiyoruz. Bir lobiye veya tanıdığa ihtiyacımızın olduğunu düşünüyoruz hep. Başarının başka türlü elde edilemeyeceğine inanıyoruz. Bu sebepten de başaramıyoruz. Demem o ki; biz sürekli söylenmekten bir şeyler yapmayı, mücadele etmeyi ıskalıyoruz. Sonuçta, kim olduğumuzu belirleyen şeyler hayatta karşımıza çıkan fırsatlara verdiğimiz reaksiyonlardır. Muhsin ve Afet verebildiğimiz ve veremediğimiz tepkilerin toplamı, diyebiliriz. Egolarımız, yaptığımız işi yüceltmek ve kutsallaştırmak, bunu yaparken içinde kaybolmak korkunç bir şey. Taş taşımıyoruz. Bundan sıyrıldığımızda var olmaya başlıyoruz aslında.
Alp bir de ödülün var değil mi?
Hayır yok. Ama günün birinde tiyatro öğrencileri yazdığım oyunların tiradlarıyla konservatuar sınavlarına girmeye başlarsa ve performaslarım dillerinde olursa, bundan daha büyük bir ödül olmaz benim için; ne yalan söyleyeyim.
Televizyon dizilerinde rol aldın. “Sakarya Fırat”ı hatırlıyorum. “Görümce” dışında sinema filmin oldu mu?
“Mazi Yarası” ve ”Yol Arkadaşım 2″.
Anlamsız bir soru, biliyorum; tiyatro mu, sinema/dizi oyunculuğu mu?
Aslında çok önemli bir soru. Bunun cevabını tüketici veriyor. Yani belli bir kesim tarafından, ne tuhaftır ki, dizi veya sinemada oynamazsan oyuncu sayılmıyorsun. Benim gibi sahnelerde mücadele eden, parkeye terini döken, var olmaya çalışan sayısız meslektaşım var. Kimi yok pahasına, kimi sadece var olabilmek adına belki, emek harcıyor. Fakat gel gelelim, hangi okulu bitirdiğinin, nasıl bir kariyerin olduğunun, yeteneklerinin hiçbir anlamı kalmıyor. Tiyatro dışındaki alanlarda ne yazık ki, sosyal medyadaki takipçi sayınızla doğru orantılı bir kariyer oluşturuluyor. Tiyatro sanatçılarının dizi veya filmlerde yer alabilmesi için, yapımcılar tiyatro programı olan oyunculardan çekiniyor. Setin aksamasından endişeleniyorlar. Bunların çözümü gayet basit aslında. National Theatre oyuncuları Netflix’i domine ediyorlar mesela. Sanırım en önemlisi, formda oyuncuların, belki dünya çapında var olabilecek tiyatro sanatçılarının bu ikilem arasında heba edilmesi. Tiyatronun dizi veya sinemadan manevi anlamda daha çok tatmin ettiği aşikar fakat ekonomik anlamda ve daha çok kitlelere ulaşılabilmesi açısından keşke tiyatro oyuncularına daha çok fırsat ve değer verilse diye temenni etmekten başka şansımız kalmıyor.
İşte tam bu noktada sistem, çarklar, umutsuzluklar ve ben de burdayım diye haykırışlar birbirine karışıyor. Umarım bir gün ülkemizde de tiyatro sanatçıları dizi ve sinema sektörünü domine eder, diyeyim.
Buğulu bir pencere camına ne yazardın?
Elimle, önce o buğuyu silerdim sanırım. Söylemek istediğim şeylerin kalıcı olmasını arzu ederim çünkü. Daha çok bir kil tablete çiviyle yazabilsem keşke, diyeyim.
♦♦♦
Serin ve yağmurlu bir geceydi. Cadde boştu, ışıkları sönmüştü.
Muhsin ve Afet’i düşündüm yeniden. Ne tuhaf, birinin masalının bittiği yerde diğerinin masalı başlıyordu.
Muhsin bir an karanlığa doğru çevirdi yüzünü:
“Yeryüzü ve gökyüzü
ne zaman kavuşursa,
o zaman kavuşacaksınız!
Ne zaman ki
kuşlar yuvarlanacak
yarlardan aşağıya,
ne zaman ki çiçekler
kavrulacak dökülen
sularla, o zaman.(,,,)
Ve bitirin bu çılgınlığı.
Umarım bir daha görüşmeyiz.
Aldanmadığınız ve boşa
geçirmediğiniz bir hayat dilerim.
Hadi selametle…”
♦♦♦
2024-2025 Tiyatro sezonunun bence ‘en iyi’leri arasında yerini alacak olan “İkinci Perdenin Başı” nı, bir an önce izlemenizi öneririm. Üst düzey oyunculukları, rejisi, teksti, dramaturjisiyle tiyatro tadını özleyenler için kaçırılmaması gereken bir oyun.
İKİNCİ PERDENİN BAŞI
- Yazan: Alp Tuğhan Taş
- Yöneten: Alp Tuğhan Taş
- Dramaturglar: Dilek Tekintaş, Gökhan Aktemur
- Yardımcı Yönetmen: Direnç Dedeoğlu
- Müzik: Şan Üstüntaş, Alp Tuğhan Taş
- Işık Tasarım: Fatih Kara
- Efekt Tasarım: Metin Taşkıran
- Dekor-Aksesuar: Özgür Öztürk, Samet Küçükyılmaz
- Yönetmen Yardımcısı: Hasan Kaan Taş, Hilâl Yazıcı