“Bak buram sıyrıldı diye / Bebek bebek soruyor musun?/ Yazı yazar yahut resim yaparken / Yine ellerini boyuyor musun? / Koşa koşa gelip / Yoruldum diye elini kalbine koyuyor musun? / Daha pek erkendir biraz büyüsün, diyorlardı / Söyle, büyüyor musun? / Dudağından öpen bir adın vardı ki / YUMURCAK, diyorlardı duyuyor musun? / Kuzular uyandı, kuşlar uyandı / YUMURCAK sen hala uyuyor musun ?” (*)
Hatıraların, iç ödeşmelerin zamanı artık. Altmışlı yaşların neredeyse ortasındayım.
Şimdi düşünüyorum da, yalnızlık, çocukken kaçamadığım bir ökseydi adeta.
Yalnızlık canımı her yaktığında, sığındığım sarı saçlı, ela gözlü o hayal kahramanla, yani Filiz Akın’la ilk defa göz göze geldiğimdeyse sadece altı yaşındaydım.
Damarlarımda, nasıl desem kalbimde, ruhumda hissettiğim bir sevgi, hayranlıkla bağlandım ona. Hiç ihanet etmeden, sadece ve sadece o masallardan çıkıp gelmiş, hayal kahramanı sevdim. Kimseyle paylaşmadım bu sevgiyi.
Kimseyi onun kadar da sevmedim zaten.
Hayatımın başrolünde Filiz Akın vardı çünkü.
Bütün o filmler ve fotoğraflarla; hep Filiz Akın.
Çocukken, İlker İnanoğlu’nu kıskanmam, hatta anne-oğul birlikte çekilen fotoğraflarını, neden saklayayım ki artık, makasla kesmem, hatta sekiz yaşında kaleme aldığım Filiz Akın’lı, Ediz Hun’lu film senaryolarında (!) elbette kendime de bir rol eklemem, bütün bu cüretlerim, bağışlanılasıdır, sanırım.
Dedim ya, çocuktum. ( Söylemesem de olmaz şimdi, Ege Aydan, konuk olduğu haberler.com ‘da, Gökay Kalaycıoğlu’na “Yumurcak ‘ı kıskanıp oyuncu oldum” itirafında bulunmuştu.)
Koskoca bir geçmişi şu birkaç satırla özetledikten sonra, İlker İnanoğlu’nun, özellikle “Arka Sokaklar”daki başarısının, oyunculuğunu böylesine geliştirmesinin, ekranda böylesi inanılır ve sahici olmasının gerisinde, daha ilk çocukluğunda birçok farklı ustayla kamera karşısına geçmesi, yaşamdan alınan acılar, deneyler, birikimler, eğitimler yatıyor, biliyorum. Çocukluğunu özgürce, dilediğince yaşamaya vakit bulamadığından da, eminim.
“Onlar çocuk değildi aslında”, demişti Tuna Kiremitçi bir yazısında:
“Büyüklerin gözündeki çocuk imajına hizmet eden insancıklardı. Onlardan çocuk olmaları, değil, çocuk rolü oynamaları beklenirdi. Rolü yazan da büyüklerdi tabii. (… ) Normalde hiçbir çocuk onlar gibi davranmaz, konuşmazdı. Bu yüzden çocuklardan çok, büyükler tarafından sevilirdi çocuk yıldızlar. Amaç da buydu zaten: Dikenlerinden arınmış, ehlileştirilmiş çocuk modelleri…“
Laf aramızda, o ehlileştirilmiş çocuk karakterlerinden benim yaş grubumdan hemen her çocuk öyle ya da böyle payını almış, hep onlarla kıyaslanmıştık. Bu haksız rekabet kıskançlığımı daha da çoğaltıyordu, doğal olarak.
Yıl 1969. Türker İnanoğlu Ses Mecmuası’nın Filiz Akın ile yapacağı fotoğraf çalışması için konu ararken, gözüne ilişen “The Kid” filminin fotoğrafından esinlenerek, bir öneri geliştirdi. Filiz Akın ‘Charlie Chaplin’, İlker İnanoğlu da ‘Jackie Coogan’ giysileriyle, Bella Color Fotoğraf Stüdyosu’nun yolunu tuttular hemen.
Çekilen fotoğraflar âdeta olay yaratıyor ve İlker İnanoğlu daha herhangi bir filmde rol almadan, onu bırakın anne ve babasının şöhretlerini algılamasına fırsat bile kalmadan, bir anda ünlü oluveriyordu.
Seneler sonra, katıldığı “Film Gibi” programında Hülya Koçyiğit’in yönelttiği “Şöhretli bir anne babanın çocuğu olmak nasıl bir duyguydu?” sorusunu şöyle yanıtlayacaktı:
“Asıl onlar için, Yumurcak’ın anne babası olmak nasıl bir şeydi acaba ?“
İlk filmini çektiğinde dört yaşındaydı. Antalya Film Festivali’nde “En İyi Çocuk Oyuncu” ödülünü kazandığında ise beş yaşına henüz girmemişti bile. Neredeyse sinemanın içinde dünyaya gelmiş, sinemayla dolu bir ortamda büyümüştü. Aslında Filiz Akın’ın bazı çekinceleri vardı. Küçük bir çocuğun sinemanın büyüsünden etkileneceğini, iç dünyasıyla dış dünyanın çelişebileceğine yönelik kaygılardı bunlar. Doğrusu başlangıçta İlker İnanoğlu’nun sinemayla tanışması konusunda, mesafeli durduğunu, pek sıcak bakmadığını, söylemişti.
“Ben taraftar değildim ama, demek ki babası bir yetenek görmüş olacak ki..“
“Yumurcak” (1969) filmi gösterime girdiği andan itibaren, İlker İnanoğlu adeta bir kahramana dönüşüyor. Hasılat rekoru kıran film, patlayan flaşlar ve Çankaya Köşkünde Cevdet Sunay’ın konuğu olmak, “Yumurcak” adı verilen sinema salonları, apartmanlar, izdihama dönüşen gala geceleri derken Yumurcak gerçek anlamda bir sosyal fenomendi artık. Adı (dönemin tüm şöhretli starlarından önce) afişlerin en üstüne sol başta yazılıyordu. Sonrasında çekilen tüm “Yumurcak” filmleri, daha film vizyona girmeden tükenen biletleri, gişe rekorlarıyla birer olay haline geliyor, Fransa, Yunanistan, İsrail, Almanya, Güney Amerika, Uzak Doğu, Suriye, Lübnan’da gösteriliyor, 23. Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı izleyiciye sunuluyor, yabancı televizyon kanalları da bu küçük çocukla söyleşi yapmak için, adeta sıraya giriyorlardı. O artık bir yıldızdı. Hem de çok önemli bir yıldız. Sadece Türkiye’de değil, Yunanistan’da da. Sinema tarihimizde çoktan unutulmazlar arasına giren, eskimeden klasikleşen, ikonografik ve toplumbilimsel değeri asla yadsınamayacak bir yıldız oyuncu.
( Çocuk oyuncu olarak, 1969-75 yılları arasında rol aldığı altı filmde, gerçek anlamda dünya standartlarında bir performans sergilediğini de, özellikle vurgulamak isterim.)
Safa Önal “Ne kadar Gamlı Bu Akşam Vakti “(2009) adlı kitabında şöyle bir açıklama yapar :
“Çünkü İlker çok sevimliydi. Türker, bir baba olarak ne yapması gerekiyorsa, fazlasıyla yapmıştı. Filiz Akın, annesi çok güzel, çok içten oynamıştı. Mükemmel bir ekip oluşturmuşlardı. Çocuk da, kulakları çınlasın İlker’in, adamakıllı yetenekli ve şirindi.”(**)
Biraz da Kemalettin Tuğcu romanlarından çıkıp gelmiş gibiydi hayatlarımıza. Çekmediği acı kalmamıştı; çok da yaramazdı. Bir o kadar da sevimli ve masumdu. Uğradığı onca haksızlığa rağmen doğrudan, iyi olandan sapmamıştı hiç. Sokaklarda işportacılık yapar, taksi duraklarında “Haydi kalkıyor bir, iki” diye bağırır, balon ya da gazete satardı. Neyse ki, onu hep koruyan Aşçı Necdet, Komiser Hulusi, Bahçevan Sami, Dadı Mürüvet, Uşak Cevat, en yakın arkadaşı Çitlembik vardı… ve tabii, Nubar Amca.
Eminim ki, gönlünce koşup oynayamadı sokakta. Üstünü başını rol gereği değil, sahiden kirletmek yasaktı ona. Verilen, önerilen, dayatılan imajı korumak zorundaydı.
Küçücük bir çocuk için sette çalışmak elbette kolay değildi, ama set aralarında Hulusi Kentmen’e koşup onunla matematik çalışmak, Hüseyin Baradan ile oynamak hoşuna gidiyordu.
Toplumun ilgi odaklarından biriydi. Adına senaryolar yazılıyor, her haberi ilgiyle karşılanıyordu.
Filiz Akın anlatıyor:
“İlker, banyoda oyuncak gemisini yüzdürmeye bayılırdı. Bakıcısı duş yapıyormuş, kapıyı kilitlemiş. İlker de, açsın diye tekmeleyerek, kapıyı kırmış. ‘Bu yaramazlığını babana söyleyeceğim, böyle nereye kadar artık,’ dedim. Geceleri uyumak bilmeyen çocuk, saat beş civarı ‘Sanırım ateşim var anne,’ diye yatağa girdi. Babası geldiğinde, olanları dinlerken çok güldü. Ama otoritenin de olması gerekiyordu. İçeri bağırdı ‘İlker buraya gel çabuk!’ diye. İçeriden ‘Uyuyorum babacığım’, diye yanıtlamaz mı ?”
“İlker çocukken herhangi bir nedenle kızarsa, ‘Ben de o zaman Türkan Şoray’ın oğlu olacağım, gidiyorum’ derdi. Ben de, ‘Git o zaman,’ derdim. Bize dönem giysileri hazırlayan bir terzimiz vardı. Bir gün ben içeride provadayken, Türkan gelmiş. İlker’i kucağına almış, sevmiş, ona ‘Oğlum olur musun,’ demiş. Bu arada beni dünyada en çok güldüren insan İlker’dir. Esprilidir, şakacıdır. Sahi, o küçükken, karşısına geçer değişik lehçelerde konuşup, taklitler yapardım. Hoşuna giderdi. Bazen yanıma gelir, ‘ Anne, yine öyle tuhaf konuşsana,’ derdi.”
Sayısız bakıcıları olmuştu onun da. Bir Mihriye Hanım vardı örneğin.
Sahi, ilk konuştuğunda anne, mama, baba değil de “Huysuz ve Tatlı Kadın” şarkısını söylemesi, o günlerde kendisiyle ilgilenen yardımcı hanımın şarkılara olan tutkusundandı, kuşkusuz.
Klasörlerde yer alan gazete küpürlerine bakıyorum. Yeni doğmuş, daha birkaç günlük. Hülya Koçyiğit’in kucağında. Bir başka fotoğraf, Kanlıca’da Yumurcak adlı sürat motorunda güneşleniyor.
Altın Portakal Ödül Töreni. Yılmaz Güney’in kucağında gülümsüyor, yanlarında Belgin Doruk.
“Bay Sinema” (2004) adlı kitabında Türker İnanoğlu’nun bir anısı:
“Mete Akyol televizyona program hazırlıyordu. İlker ile Filiz’i programına konuk etmek, canlı yayına çıkarmak istedi. Tabii ki, o günlerin TRT’si bugünün TRT’si değildi. Stüdyolar, platolar henüz inşa edilmemişti. Küçük ve tavanı basık bir odada, büyük spotların altında çekim başladı.”
“Bir süre sonra İlker sıcaktan ve terden susadı, boğazı kurudu. Konuşmakta güçlük çekiyor, iki de bir su, su diye bağırıyordu. O günün anlayışına göre canlı yayın bozulmaz, bir görevli girip su veremez düşüncesiyle çekim devam ediyordu. Mete lafı değiştiriyor, İlker’e şirinlik yapmaya çalışıyor; ama İlker su… su diye feryat ediyor. İnanır mısınız, bir anda TRT’nin tüm telefonları kilitlendi. ‘Çocuğa su verin vicdansızlar!’ diye izleyiciden büyük tepkiler geldi. Bu da yetmedi TRT’nin kapısına, elinde bir sürahiyle bir albay dayandı, ‘Çocuğa su verin,’ diye görevlileri azarladı.“
Nerede kalmıştık? Evet; Aşa’a ma’allenin köprüaltı çocuğu Yumurcak maceradan maceraya koşuyor, her türlü kötülüğü zekâsı ve sevimliliğiyle yok ediyordu. Sürekli dergilerde kapak oluyor, Yumurcak plağı ve balonları, kartpostal fotoğrafları kapış kapış satılıyordu.
“Yumurcak Köprüaltı Çocuğu” (1970), “Yumurcağın Tatlı Rüyaları” (1971), derken yönetmenliğini Guido Zurli’nin yaptığı “Küçük Şahit“ (1972) ve Roma’da Cinecitta Stüdyolarında hazırlanan “Küçük Kovboy”un (1973 ) ardından “Veda” (1974 ) ile bir başka rekora daha imza atıyordu İlker İnanoğlu.
“Yanında çok mutluyum anneciğim. Çok seviyorum seni. Her şeyden çok. Başım dönüyor anne. Bulutların üzerinde uçuyorum sanki. Çevremde melekler uçuyor. Beni çağrıyorlar. Gidiyorum anne. Belki bir daha göremem seni. Arkamdan sakın ağlama anne. Elveda. “(**)
“Veda”nın unutulmaz Lunapark sahnesinde gerek İlker İnanoğlu, gerek Filiz Akın gerçek bir tragedya oyuncusu olduklarını kanıtlıyorlar, “Veda” gösterildiği her sinemada, yine tüm gişe rekorlarını altüst ediyordu.
Söz yine Filiz Akın’da :
“O sahneleri hiç unutmayacağım. İlker rol gereği kollarımda ölüyordu. O kadar etkilenmiştim ki, çekim bitti, set dağıldığı, ışıklar söndüğü halde ben hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.”
Sinemaya 1975 yılında “Belalı Tatil” filmiyle çok uzun bir ara verecek, 80’lerin sonunda “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”nde bize yeniden, merhaba, diyecekti İlker İnanoğlu. Sonrasında “Yeşil Işık”… birkaç dizi film. Yaşar kıldığı her karakterde harikalar yaratıyordu yine. Sahi, “Kurşun Asker”i ne çok sevmiştim.
Dokuz yaşındaydı yurt dışına gönderildiğinde. Zor yıllardı, kuşkusuz. Yapayalnızlığın yankılandığı yatılı okul koridorları.
Bir anda herkesin tanıdığı, hayran olduğu birinin yaşadığı o yoğun ıssızlık. İsviçre, Fransa, Amerika’da geçen okul seneleri. Amerika’da rol aldığı televizyon filmleri, tiyatro çalışmaları.
Birden gözlerimle karşılaştım aynada. Gözlerimde yalnızlık vardı… sonbahar hüznü, nice kalp kırıklıklarından kalma gölgeler ve hep o kılıç yaralarından kalan ufunetler. Camlarda yağmurun buğusu…
Pus rengi bir gölge düşüverdi duvara birden. Anı parçaları arasında belleğimi zıpkın gibi sıyırıp geçen “Veda” filmine döndüm yine.
Evet, çocukluğum Yumurcak’ı kıskanmakla geçmişti…
(*) Bir tesadüf sonucunda, “Yumurcak” filminin başlangıcında yer alan bu şiiri Safa Önal’ın Arif Nihat Asya’nın vefat eden kızına yazdığı şiirden aldığını öğrendim.
(**) “Veda” (1974) Senaryo : Tünaş/ Özlüer