“Tarih 16 Kasım 2024… Tercüman-ı Ahval’in atmış olduğu o ilk manşetten bu yana bir buçuk asırdan fazla zaman geçmiş… Basın özgürlüğünde peki Türkiye bugün nerede?.. Gündemimizde, Etki Ajanlığı yasa tasarısı var! Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, PEN Türkiye, DİSK Basın İş ve TÜRKYAYBİR, haklı olarak kaygılı… “Gazeteciye, yazara, yayıncıya baskıdan vazgeçin…” diyor, ortak basın açıklamasıyla bir ağızdan haykırıyorlar: “Etki ajanlığı düzenlemesi iptal edilmelidir!”
Müdavimi olduğunuz yayım organının kapatılması yakın bir dostun ölümüne benzer. Kaybın ardından önce üzüntü, zamanla eksiklik ve özlem duygusu insanı sarıp sarmalar. Karasal yayın lisansı RTÜK tarafından iptal edilen Açık Radyo’nun akıbeti, onu dinleyen kitle üzerinde bu tür bir etki yarattı. “Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine…” diyerek FM 95.0 bandında yayım yapmakta olan Açık Radyo’nun sesi 16 Ekim 2024 Çarşamba günü saat 13.00’de kesildi; otuz yıldır kâh bilgilenmek kâh neşelenmek maksadıyla dinleye durdurduğumuz radyo, 26 gün boyunca suskun kaldı. Açık Radyo, hafta başından bu yana “Apaçık Radyo” adıyla internet üzerinden yayım yapıyor. İptal edilen karasal yayın lisansı hukuki yollarla geri kazanılamazsa, varoluşuna ancak böyle devam edebilecek.
Basın tarihimizde kapatılan ilk yayım organı şüphesiz Açık Radyo değildir. Bu konuda envanterimiz maalesef sağlamdır!.. Eşitlik, anayasal özgürlük gibi aydınlanmacı fikirler ve serbest düşüncenin aydınlardan kamuoyuna yayılmasında başrol üstlenen kitle iletişim araçları, tarihi gelişimi içinde siyasi iktidarların daima hedef tahtasında oldu. Öz sermaye ile çıkan ilk gazetemiz Tercüman-ı Ahval’in Agâh Efendi tarafından 1860 yılında yayımlanmasından bu yana gerçeğimiz budur. Türkiye tam anlamıyla işleyen bir hukuk devletine dönüşmedikçe, böyle olmaya da devam edecek.
Türk basını, istibdat rejimi içine doğmuştur. 1858 yılında Ceza Kanunu’na basınla ilgili ilk yasaklar konulduğunda topu topu iki gazete vardı: Devletin resmî gazetesi Takvim-i Vekâyi (1831) ve devletten ayda 2500 kuruşluk yardım alan İngiliz vatandaşı William Churchill’in çıkardığı Ceride-i Havadis (1840). Sultan Abdülaziz döneminde çıkarılan Matbuat Nizamnamesi ile gazete çıkarabilmek hükümet iznine tabi kılınmış, genel adaba ve milli ahlaka aykırı yayımlar, “hazreti padişahiye” saldırı sayılabilecek yazılar, bakanlara yönelik sataşmalar, meclisleri, mahkemeleri, devletçe kurulan heyetleri kötüleyecek haber ve makaleler, devlet memuru aleyhine yapılan yayımlar suç olarak tanımlanmıştır. Yasaklar yine de yeterli görülmemiş olmalı! 1867’de çıkarılan Âli Kararname ile basına vurulan pranga iyice sıkılmış, 11 Mayıs 1876’da ise “…gazetelerin baskıdan önce denetimine karar verilmiştir”1 denilerek sansür konulmuştur.
Meşrutiyet ilan etme sözü vererek Sultan V. Murad yerine tahta geçirilen Abdülhamid’in basına yaklaşımı farklı olmayacaktır. Sultan II. Abdülhamid, tahtına alışır alışmaz Meclis-i Mebusan’ın kapısına kilit vurarak istibdat rejimine yönelecektir. Gazetelerin baskıya girmeden önce sansür memurlarınca denetlenmesi, -kısa süreli bir özgürlük döneminden sonra- yeniden mecburidir. Haber ve makale yazımında, kimi sözcüklerin kullanılması da yasaktır artık. Grev, suikast, ihtilâl, anarşi, sosyalizm, dinamo, dinamit, infilak, kargaşa, hal (hükümdarın tahtan indirilmesi), kıtal, Kanuni Esasi, hürriyet, vatan, müsavat (eşitlik), Bosna, Hersek, Makedonya, Girit, Kıbrıs, Yıldız, istibdat, beynelmilel (uluslararası), veliaht, cumhuriyet, mebus, bomba, Mithat Paşa, Namık Kemal, inkılap bu sözcükler arasındadır. Tahtakurusu, “Tahtı kurusun!” şeklinde okunabileceği düşüncesiyle yasaklılardandır. Büyük ve burun kelimelerini yan yana kullanmak, Sultan Abdülhamid çağrışımı yapabileceği vehmi ile engellenmiştir. Kitap yakmak dönemin bir başka yaygın uygulamasıdır. Bu işlem için önceleri Millî Eğitim Bakanlığı bahçesi kullanılır. Kitaplar, bir suçlu gibi demir kafes içine konulur ve tutuşturulur. Tulumbacılar, bir uygulamada, “Yangın var!” nidalarıyla olay yerine koşunca, daha az dikkat çeken bir yöntem arayışı başlar. Toplanan kitapların nasıl yakılacağı konusu Encümeni Teftiş ve Muayene memurları arasında yazışmalara sebep olacak, 7 Mayıs 1902 tarihli yazışmada memurdan amire gelişmeler şöyle aktarılacaktır: “…150 çuval zararlı belgenin kimse görmeyecek şekilde Çemberlitaş Hamamı’na taşınması için bugün Bakanlığın bahçe duvarında bir geçit açıldı, saat altı buçukta belgelerin yakılmasına başlandı ve vaktin müsaadesi ve külhanın alabildiği ölçüde saat on buçuğa kadar 12 çuval yakıldı. Belgeler tamamen kül haline getirildikten sonra üzerine su dökülüp mahvedildi.”2
Basın, II. Meşrutiyet’in ilanıyla soluk alabilecektir ancak… Tarih 24 Temmuz 1908’dir. Gazeteler, Meşrutiyet’in ilanını, seçimlerin 1876 Anayasası’na göre yapılacağını ve Meclis’in açılacağını haykırmaktadırlar, o gün… Uzun ve yıpratıcı bir istibdat döneminin ardından Sirkeci Garı karşısındaki bir lokantanın bahçesinde gazeteciler ilk kez toplanır. Bir meslek örgütü kurulması karara bağlanır hemen… “Osmanlı Matbuat Cemiyeti…” Sansür memurlarının bir daha gazetelere sokulmaması hususunda da görüş birliğine varılır. “Gazeteler hürdür!” denilerek karşı durulur, sansür memurlarına… “Sansür yasaktır. Gazeteleri sansür etmeye kalkmak ağır bir suçtur.” İşte her yıl kutladığımız 24 Temmuz Basın Bayramı ve Basın Özgürlüğü için Mücadele Günü’nün tohumu bu direnişe dayanır. Bu tarihte, İstanbul’da sadece dört gazete vardır: İkdam, Sabah, Tercüman ve Saadet… Her biri Meşrutiyet’i ve özgürlüğü öven ateşli yazılar yayımlar sansürsüz ilk nüshalarında… Baskı makinaları coşkuyla çalışır; rivayet odur ki, fiyatı 10 para olan İkdam karaborsaya düşmüş ve yarım liraya satılmıştır, o gün… Özgür basına ilgi öylesine yoğundur ki II. Meşrutiyet’in ilanını takip eden ilk iki ay içinde 200’ün üstünde yeni gazete imtiyaz için başvuruda bulunacak, 2 bin civarında olan tirajlar, 50 bine kadar çıkacaktır.3
Ne var ki II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin akabinde bir tür denetleme iktidarına gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti, zaman içinde imparatorluğun iplerini eline geçirecek ve basını zapturapt altına alınması gereken bir güç olarak görmeye başlayacaktır! 31 Mart Vak’ası (13 Nisan1909) İttihatçılara fırsat yaratır. Karşı devrimin, Hareket Ordusu tarafından bastırılmasının ardından, Mebusan Meclisi’ne yeni bir Matbuat Kanunu teklifi getirir ve Temmuz 1909’da Meclis’ten geçirirler… Şubat 1913 ve Kasım 1913’de yapılan değişikliklerle devletin iç ve dış güvenliğini bozabilecek yönde yayım yapan gazetelerin “Bakanlar Kurulu” kararıyla kapatılabileceği de hükme bağlanır. Gazeteci cinayetleri de ilk kez İttihat ve Terakki döneminde başlar. Tarih 6 Nisan 1909’dur. 31 Mart Vak’ası’nın birkaç gün öncesi… Serbesti gazetesi baş yazarı Hasan Fehmi Bey, Galata Köprüsü üzerinde vurulur. Derin devlet olarak adlandırdığımız yapının gazeteciye ilk kurşun sıkışıdır, bu… Devamı da gelir. 9 Haziran 1910 tarihinde Sada-yı Millet gazetesi yazarı Ahmet Samim vurulur. Tetikçi, Cemiyet’in fedai şubelerindendir. 10 Temmuz 1911 günü akşamı ise bazı iktidar mensuplarının da adının karışmış olduğu bir yolsuzluk dosyası üzerinde çalıştığı bilinen Zeki Bey, Bakırköy’deki evine giderken kurşunların hedefi olur. Her üç gazeteci de ittihat ve Terakki Cemiyeti aleyhinde yayımlar yapmış, baskı ve tehdide boyun eğmemiş, kurşunlanarak susturulmuşlardır.
Basına yönelik baskı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nda iyice artar. 1915 yılı sonbaharıdır… “Mustafa Kemal” adının, “Anafartalar kahramanı” olarak halk arasında tanınmaya başladığı günler… Türk milleti, Çanakkale Savaşı’ndaki başarılarıyla onu artık “İstanbul’u kurtaran komutan!” olarak anmakta, Arıburnu’nda, Kocaçimentepe’de, Conkbayırı’ndaki kahramanlıkları tüm memlekete yayılmaktadır. Gelgelelim tek bir kare fotoğrafı basılamamıştır halen gazetelerde… 1914 Ağustos’unda Matbuat Kanunu’nda yapılan değişiklikle “askeri mevzular ve devletin müdafaasına ilişkin hususlarda” yapılacak her türlü yayımın denetimden geçmesi zorunlu kılınmıştır.
Ne var ki Tasvir-i Efkâr, bedel ödeme pahasına sansürü delmeye, bu kahraman subayı kamuoyuna takdim etmeye kararlıdır. Çanakkale muharebelerine yakışır bir sayfa hazırlanır hemen… Türk bayrağı Mehmetçiğin ardında manşette göbekten dalgalanırken sayfanın sağında Cevat Paşa’nın, solunda ise Mustafa Kemal’in fotoğrafı yer almaktadır. “Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürü’nün fotoğrafa izni var!” bilgisi verilir, sansür memurlarına… Oysa doğru değildir bu… Tasvir-i Efkâr, 29 Ekim 1915’te sansürü deler ve işte bu manşetle çıkar. Gazetede, pek de haz etmediği Miralay Mustafa Kemal Bey’in fotoğrafını gördüğünde Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın küplere bindiği anlatılır. Gazetecilere, “Cepheye yollarım!” tehditleri savurur Enver Paşa… Tasvir-i Efkâr, birkaç gün sonra, on günlüğüne kapatılır.4
CUMHURİYET, İSTİKLÂL MAHKEMELERİ VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Yıkılan bir imparatorluğun küllerinden doğan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde basın acaba daha özgür olabilecek midir? Ne mümkün! Şeyh Said İsyanı patlamıştır… Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) bir kanun tasarısı getirilir, hemen… Halk Partili Recep Peker, yasa üzerine yapılan tartışmalarda, basına verip veriştirmektedir: “İstanbul gazetelerinin memlekette ne kadar kurum ve makam varsa hepsini yıkmaya yöneldiğini görüyoruz. Şeyh Said isyanına sebep olanların başında bunlar gelir…”5 Takrir-i Sükûn Kanunu, 4 Mart 1925’te Meclis’ten geçecek, hükümet, basın özgürlüğünü ezip geçebilecek her türlü yetkiye sahip olacaktır: “İrtica ve isyana ve memleketin sosyal düzenini, huzur ve barışını, güvenlik ve asayişini bozmaya yönelen her türlü teşkilatı, kışkırtmaları, teşvikleri, girişimleri ve yayınları, Hükümet Cumhurbaşkanı’nın onayı ile yasaklamaya yetkilidir. Hükümet, sanıkları İstiklâl Mahkemeleri’ne verebilir.” 6 Mart 1925 günü basına ilk darbe vurulur. Altı İstanbul gazetesinin yayımına Bakanlar Kurulu kararıyla son verilir: Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklâl, Sebilürreşat, Aydınlık ve Orak Çekiç. Ertesi gün Adana Toksöz gazetesi kapatılır. 9 Mart’ta beş gazete daha susturulur: Sadayı Hak (İzmir), İstikbâl (Trabzon), Kahkaha (Trabzon), Presse de Soir (İstanbul), Savha (Adana)… 15 Nisan’da Tanin’e süresiz kapatıldığı bilgisi iletilir. Bunu Resimli Ay ve Vatan izler. Bu arada 3 Mayıs 1925 tarih ve 1846 sayılı Kararname ile sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde yayımlanan tüm gazete ve dergilere, basım öncesi sansür zorunluluğu getirilir. Gazeteciler, bir süre sonra kendilerini Ankara ve Elazığ’da kurulan İstiklâl Mahkemeleri’nin huzurunda sanık olarak da bulacaklardır. 19 Nisan 1925’de Hüseyin Cahit Yalçın tutuklanır. Tanin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) merkezinde yapılan bir aramayı okura, “Terakkiperver Fırka basıldı” şeklinde sunmakla itham edilmektedir. Yalçın’la birlikte gazetenin yazı işleri müdürleri ve sorumlu müdürleri de tutuklanmıştır. Ankara’da kurulan “Üç Ali’ler Divanı” huzurunda savunma yapan Yalçın, “Basın özgürlüğünü zararlı görmek, bunun, memlekette kötü sonuçlar verdiğini söyleyerek gazeteleri mahkûm etmeye kalkmak adalete aykırıdır!” diyecek; olağanüstü güçlere haiz mahkeme heyetine demokrasi dersi verecektir: “Madem ki bu memleket halk egemenliği prensibiyle kendini yönetecektir, mutlaka basın özgürlüğü olacaktır. Hem de sınırsız bir basın özgürlüğü. Çünkü bütün dünya kabul eder ki basın özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz…”6
Hüseyin Cahit Yalçın, Çorum’da, hayat boyu sürgüne mahkûm edilir. Gazetenin sorumlu müdürleri ise ikişer yıl hapis cezasına… Bitmemiştir! Yalçın’ın ardından Resimli Ay mecmuasından Zekeriya Sertel ve Cevat Şakir Kabaağaç (Halikarnas Balıkçısı) kendilerini Ankara İstiklâl Mahkemesi huzurunda bulurlar. Derginin sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Sertel Ankara’ya götürülürken tutuklama nedeninden bihaberdir. Eski dostu gazeteci yazar Nebizade Hamdi Bey cezaevine ziyaretine geldiğinde, Cevat Şakir’in 13 Nisan 1925 tarihli dergide yayımlanan “İdama mahkûm olan insanlar, bile bile ölüme nasıl giderler” başlıklı yazısı nedeniyle, “halkı ordu ileri gelenlerine ve hükümete karşı tahrik ve askeri kaçmaya kışkırtmak” ile suçlandıklarını öğrenecektir. “Kardeşim”, demiştir Hamdi Bey, “…dün akşam İstiklâl Mahkemesi üyelerini evime çağırdım. Yedik, içtik. Senin durumunu sordum. Sana bir haber getirdim ama üzülme sakın. Seni asacaklar kardeşim!” Doğrusu, ucuz kurtulacaklardır! Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yapılan yargılama sonunda Zekeriya Sertel, Sinop’a sürgün gönderilir. Cevat Şakir ise Bodrum’a… Sertel, eşi Sabiha Hanım’a telgraf çekerek “Müjde!” diyecektir: “Üç yıl Sinop’ta kalebentliğe mahkûm oldum!” Bu arada Elâzığ İstiklâl Mahkemesi azaları da boş oturmamaktadırlar. Şeyh Said bir duruşmada bazı gazetelerin kendisini kışkırttıklarını söylemiş, ifadenin ardından Tevhid-i Efkâr’dan Velid Ebüzziya, Son Telgraf’dan Sadri Ertem, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve İlhami Safa, Sebillürreşat’tan Eşref Edip ve Toksöz’den Abdülkadir Kemali tutuklanarak Elazığ’a gönderilmişlerdir. Mahkeme iki ay sonra ise Vatan gazetesinin kapatılmasına ve Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü (Esmer), İsmail Muştak (Mayokan) ve Suphi Nuri’nin (İleri) tutuklanmalarına karar verir. Mahkeme, dönemin en ünlü gazetecilerinden biri olan Ahmet Emin Yalman’a iki konu nedeniyle suçlama yöneltmektedir. Bunlardan biri Rauf Orbay’ın Ahmet Emin’e yazdığı mektuptur. Memlekette, “…gerçek demokrasiye ve hür münakaşaya sırt çevrilmesinden” yakınmakta, “tek parti ve totaliter rejim istidadının gelişmesinden duyduğu endişe ve üzüntüleri” paylaşmaktadır. İçerikteki ifadeler, “rejime karşı bir isyan hareketi” olarak değerlendirilir, mahkeme heyetince… İkici olay ise Yalman’ın bir yazısında, “Bir okuyucudan aldığımız mektupta şöyle deniyor,” diyerek, okur görüşüne yer vermesidir. Mahkemeye göre mektup, Şeyh Said’in oğlu tarafından gönderilmiştir!.. Ahmet Emin Yalman anılarında, Elâzığ İstiklâl Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit’in elinde kahvesiyle her sabah gazetecilere uğrayıp gençlik günlerine dair aşk öyküleri anlattığını aktaracak, “…Doğrusu isterseniz İstiklâl Mahkemesi’nde uğradığımız en ağır ceza bu bitmez tükenmez aşk hikâyelerini dinlemek ve inanır görünmekti” diyecektir. Üyelerden Ali Saib Bey ise, “Şimdi bizim sıramız… İntikamımı alacağım!” deyip durmaktadır. Zira Vatan, onun çirkin bir fotoğrafını yayımlamıştır. Ali Saib Bey, Yalman’a, asılacağını da müjdelemiştir: “…Seni üzüntülü görüyorum. Buna sebep yok. Akıbetin belli oldu: Asılacaksın. Bu çok basit bir şeydir. Boynuna ilmek halinde bir ip takarlar, ipi çekerler. Ondan sonra hiçbir şey duymazsın. Görüyorsun ya, bu diş çektirmekten kolay ve rahattır.”7
Ahmet Emin Yalman ipten kurtulacaktır! Yargılanmakta olan gazeteciler Cumhurbaşkanı’na bir telgraf çekerek aflarını istemiş, devreye giren Gazi Paşa, mahkeme üyelerine, af talep eden gazetecilerin isteklerinin dikkate alınmasının uygun olacağını ifade etmiştir. Gelgelelim Yalman on yıl süreyle gazetecilik yapamayacaktır. Duruşmada, bu yönde bir söz vermiştir. Ortada açık bir yasak yoktur ancak sözünü tutmuş ve on yıl süreyle ticaretle uğraşmıştır.
ATATÜRK’ÜN DİKTE ETTİRDİĞİ METİN
Yalman’ın gazetecilik yasağını Atatürk kaldıracaktır. 1936 yılıdır. Yalman, eşiyle birlikte Ankara’nın ünlü restoranı Karpiç’tedir, o akşam… Birden ortalık karışmış, Cumhurbaşkanı Atatürk, dostlarıyla birlikte salondan içeri girmiştir. Az sonra Kılıç Ali Bey, Rezzan Yalman’ı dansa kaldırır. Ardından yaverlerden biri gelip çifti Atatürk’ün masasına davet eder. “Asıl mesleğinizden uzak düştünüz, halinizden memnun musunuz?” diye söze girer, Gazi Paşa. Yalman’ın cevap vermesine fırsat tanımadan, “Ben memnun değilim!” diyerek atılacaktır, Rezzan Yalman. “Bir gazeteciyle evlendim. O bir süre sonra, iş adamı oldu.” Cevap gülümsetecektir, Gazi Paşa’yı.… Yalman, tekrar yöneltilen soruya, “Mesleğimin dışında geçen yıllar bana ağır kürek mahkûmluğu gibi geliyor!” şeklinde cevap verince, “O halde size dikte ettireceklerimi bir açıklama şeklinde not alınız.” diyecektir, Atatürk: “On yıldır mesleğimden uzak düştüm. Bu zaman, bir milletin hayatı için kısa bir devirdir, fakat fertlerin hayatında çok yer tutar. On yıl önce ‘Tabiat kuvvetlerinin’ gidişine ayak uydurmakta zorluklar geçirdim. Bu benim kabahatim değildi, ‘Tabiat kuvvetlerinin’ de kabahati değildi. Kusuru ortalığa hâkim olan hal ve şartlarda aramak icap eder. Tecrübe sahalarında on yıl ders gördükten sonra, bir Türk şairinin ‘Bu memleketi haraplıktan kurtaracak bir adam yok mu?’ diye sorduğu suale, ‘Evet var!’ diye cevap veren adamla yeniden iş birliğine girişmeye kendimi istidatlı ve hazır görüyorum.”8 Yalman’a, “Haydi,” diyecektir, sonra: “Yazdıklarınızı yüksek sesle okuyunuz, herkes duysun!” Gelgelelim Ahmet Emin Bey, heyecanlanmış ve belki biraz da gerilmiştir. Bir türlü okuyamaz, önündekini. Bunun üzerine Rezzan Yalman bir sandalye üzerine çıkartılacak ve metni eşi yerine o okuyacaktır.
TEK PARTİ DÖNEMİ VE “HADDİNİ BİLECEK” BASIN!
Zor günlerdir… Kimileri uzun yıllar üstüne mesleğe dönerken, kiminin payına ise her şeyi bırakıp kaçmak düşecektir!
Atatürk’ün ölümünün ardından İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçilmiş, Cumhuriyet Halk Partisi 1. Olağanüstü Kurultayı’nda, “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Yeni Değişmez Genel Başkanı” ve “Milli Şef” unvanını almıştır. Basın, bir döneme adını da veren “Milli Şef” iktidarında da rahat bir soluk alamayacaktır, maalesef… II. Dünya Savaşı patlamış, gazetecilere yönelik kovuşturma ve baskıların dozu iyice artmıştır. Ahmet Emin Yalman Vatan gazetesini 19 Ağustos 1940’ta yeniden çıkarmaya başladığında savaş devam etmektedir. Gazetesine sık sık kapatma tebliği gönderilmesinden bıkıp usanır. Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na, bir görüşmede, “Tenkitten hoşlanmıyorsanız niçin sansür koymuyorsunuz? … Siz de rahat edersiniz, biz de!” diyecek olur. Cevap, dönemin zihniyetini anlatır: “Ben sansür koymam. Anayasa’nın dışına çıkmam. Fakat sen haddini bileceksin. Bunu aşmayacaksın. Aşarsan cezanı göreceksin.”9
İşte “cezasını görenlerden” biri de savaş sürecinde yükselen faşizmin aleyhinde yayımlar yaparken, Müttefikleri, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve Amerika’yı destekleyen, bu arada emperyalizme karşı tavır almaktan da çekinmeyen Tan gazetesi ve Sertel çifti olacaktır. Tan, Zekeriya Sertel tarafından çıkarılmaktadır. Sertel demokrat çizgidedir. Komünist olduğunu saklamayan eşi Sabiha Sertel “Görüşler” başlıklı köşeyi yazmakta, Cevat Şakir, Sabahattin Ali, Aziz Nesin gibi sol görüşlü aydınlar Tan’ın yazı kadrosunda yer almaktadırlar. Sertel çifti, Mayıs 1945’de savaş bitince, uzun ve ağır bir baskı döneminin ardından esmeye başlayan demokrasi rüzgârlarını da arkalarına alarak “Görüşler” adlı haftalık düşünce dergisinin hazırlıklarına başlarlar. Yalnız değildirler; Tevfik Rüştü Aras, Câmi Baykurt gibi Atatürk dönemi siyasetçileri, Haziran 1945’de “Dörtlü Takrir” vererek CHP içinde muhalif hareket başlatan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Boratav ve Halide Edip Adıvar gibi dönemin önemli aydınları da dergiye destek ve yazı vereceklerdir. Ne var ki 1 Aralık 1945’de ilk sayısı yayımlanan dergi gerek iktidarın gerekse sağcı- İslamcı-Turancı cenahların şimşeklerini üzerine çekecek; Tan matbaası, içinde CHP İl Teşkilatı, istihbarat elemanları, sağcı basın vb. gibi unsurların da bulunduğu kolektif bir provokasyon çalışmasıyla kışkırtılan sağ görüşlü üniversite gençliği tarafında 4 Aralık 1945 günü yakılıp yıkılacaktır.
Sabiha ve Zekeriya Sertel, saldırıdan 45 gün sonra tutuklanıp yargılanacak, mahkemenin beraat kararına rağmen siyasi polisin nefesini enselerinde hissetmeye devam edeceklerdir. Sabahattin Ali’nin akıbeti üzerine can güvenlikleri konusunda endişe kapılacak, 1950 yılında vatanı terk edeceklerdir.
DEMOKRAT PARTİ, İSPAT HAKKI VE TAHKİKAT KOMİSYONU
Demokrat Parti (DP) hürriyet şarkıları söyleyerek yürümüştür, iktidara… Vaatlerinden biri de basın hürriyetidir. 14 Mayıs 1950 genel seçimini takiben, Milli Şef dönemine kıyasla liberal olarak değerlendirilebileceğimiz bir Basın Kanunu tasarısı hazırlanmış ve 15 Temmuz 1950’de Meclis’ten geçirilmiştir. Gelgelelim hükümetle gazeteciler arasındaki bahar havası, DP iktidara yerleştikçe yerini önce serin, sonra sert rüzgârlara bırakacaktır. İlk darbe 1954 yılında gelir. Matbuat vasıtasıyla namus, şeref veya haysiyete tecavüz edilmesi veya hakarette bulunulması, itibar kıracak veya şöhret veya servete zarar verebilecek bir hususun isnat edilmesi gibi durumlarda gazeteciye 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve bin liradan 10 bin liraya dek ağır para cezası uygulanması hükmü içeren “6334 sayılı Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Cürümler Hakkındaki Kanun” 9 Mart 1954’de Meclis’ten geçirilir. Amaç ortadadır: Basının, Demokrat Parti önde gelenleri hakkında haber ve eleştirileri yapmasını engellemek… İspat hakkı da yoktur. Gazeteci, yazdığı haberi kanıtlayacak delil ve belgelere sahip olsa dahi bunlar dikkate alınmaz. Çok geçmeden tutuklamalar başlar. İlk hedef, Halkçı gazetesi yazarı Hüseyin Cahit Yalçın’dır. Yetmiş yaşını geçmiş olan Yalçın 26 ay hapse mahkûm olur; 1954 yılı Eylül’ünde tutuklanıp Üsküdar Cezaevi’ne atılır. Devamı gelecektir. Bedii Faik, Basın Yayın Bakanı Mükerrem Sarol’a hakaret suçlamasıyla hapse atılır. Akis dergisi sahibi Metin Toker, Yazı İşleri Müdürü Cüneyt Arcayürek tutuklanırlar. Ankara Merkez Cezaevi, “Ankara Hilton” olarak adlandırılmaktadır artık. Gazetecilerin volta attığı koridor ise “Menderes Bulvarı”… 6334 sayılı Kanun, 7 Haziran 1956’da 6732 sayılı kanun adıyla tadil edilir ve basın özgürlüğüne bir darbe daha vuracak yeni maddeler eklenir. DP iktidarı bir yandan da gazeteleri ekonomik baskı altına almaya çalışır. 26 Kasım 1957 yılında yayımlanan bir kararname ile gazete ve dergi kâğıtlarının tek elden ithaline gidilir. Besleme basın, tirajının çok ötesinde kâğıt tahsisi alabilecek, muhaliflere ise bir hayli hasis davranılacaktır.
18 Nisan 1960’da Meclis’te kurulan Tahkikat Komisyonu, DP’nin CHP ve muhalif basını susturmak maksadıyla yaptığı son öldürücü hamle olur. Komisyonun görevi kabaca muhalefet ve basın aleyhindeki iddiaları soruşturmaktır. 15 üyesi vardır. Tamamı DP’li 15 üye!.. 27 Nisan 1960’da çıkarılan “TBMM Tahkikat Encümenlerinin Vazife ve Salahiyetleri Hakkındaki 7468 sayılı Kanun” ile komisyona olağanüstü yetkiler verilir. İktidar, Türk mahkemelerinden öte yetkilere sahip bir yargı organı tesis etmiştir! Tahkikat Komisyonu, cumhuriyet savcısı, sorgu hâkimi ve askeri adli amirlere tanınmış her türlü hak ve salahiyete haizdir. Siyasi faaliyetler hakkında karar alabilir, miting ve toplantıları yasaklayabilir, yayım organlarının basım ve dağıtımını durdurabilir, kapatabilir, her türlü belgeye el koyabilir. Kararlar kesindir, üstelik. Temyizi yoktur. Yasanın resmî gazetede yayımlandığı gün Akis dergisi Yazı İşleri Müdürü Kurtul Altuğ Komisyon’a çağrılır, iki saat süren sorgunun ardından tutuklanır. Ertesi gün Ankara’da Ulus gazetesi ile Akis dergisi, İstanbul’da Dünya gazetesi ile Kim dergisi, İzmir’de Demokrat İzmir ve Sabah Postası gazetelerinin yayımı durdurulur ve matbaaları kapatılır.10 Bunları yeni yayım durdurma kararları ve kapatmalar izler… Ta ki 27 Mayıs darbesine dek…
GİDEN AĞAM GELEN PAŞAM!
Türk basını için “Giden ağam gelen paşam!” dönemi başlamıştır böylece… Gelgelelim basının desteğini ardına alan Milli Birlik Komitesi, basın özgürlüğü sorununu ele alacaktır. Bu dönemde, “Neşir Yoluyla veya Radyo’yla İşlenecek Cürümler Hakkındaki 6334 ve 6732 sayılı Kanunlar” iptal edilmiş, basına ispat hakkı tanımış, 1961 Anayasası’nda ise basın özgürlüğünü teminat altına almaya yönelik önemli maddeler getirilmiştir. 22. Madde, “Basın hürdür, sansür edilemez” diye başlar. “Devlet basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri alır…”
1961 Anayasası’nın basına getirdiği hürriyetler, 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül darbesi ile geri alınacaktır! 12 Mart zihniyetinin iktidara taşıdığı Başbakan Nihat Erim’e göre, 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükler Türkiye’ye lükstür! Erim Hükümeti’nin ele aldığı ilk konulardan biri de Anayasa’nın 22. ve 27. Maddelerini değiştirmek olur. Kenan Evren rejiminin basın hürriyetine bakışı ise çok daha müsamahasızdır. Her iki dönemde de gazeteler toplatılacak, matbaalar kapatılacak, gazeteciler gözaltı ve tutuklamalarla yıldırılmaya çalışılacaktır. İşkence her iki dönemin de karanlık yüzüdür. Onur Yayınları sahipleri İlhan ve Muzaffer Erdost, 7 Kasım 1980’de evlerinden alınıp askeri bir araçla Mamak’a götürüleceklerdir. İşkence henüz yoldayken başlamış, cezaevinde devam etmiştir. Askerin başında bulunan astsubay, İlhan Erdost’u döven erlere, “Analarını ağlatmazsanız, ben sizin ananızı ağlatırım!” diye bağırmaktadır. İlhan Erdost, bir anda yere yıkılır; bir daha ayağa kalkamayacaktır!
ETKİ AJANLIĞI YASA TASARISI
Tarih 16 Kasım 2024… Tercüman-ı Ahval’in ilk manşetinden bu yana bir buçuk asırdan fazla zaman geçmiş… Basın özgürlüğünde peki Türkiye bugün nerede?.. Gündemimizde, Etki Ajanlığı yasa tasarısı var! Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), PEN Türkiye, DİSK Basın İş ve TÜRKYAYBİR, “Gazeteciye, yazara, yayıncıya baskıdan vazgeçin…” diyor; 15 Kasım 2024 tarihli ortak basın açıklamasıyla kamuoyuna sesleniyorlar: “Etki ajanlığı düzenlemesi iptal edilmelidir!” Düzenleme, “9. Yargı Paketi” olarak da bilinen, “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”nden şimdilik çıkarıldı. “Şimdilik” diyorum; zira muhalefetle yapılacak görüşmeleri takiben Meclis’e tekrar getirileceği iktidar mensuplarınca vurgulanıyor. Gazetecilik, yazarlık ve yayıncılık meslek örgütleri, düşünce ve ifade hürriyeti, basın ve yayın özgürlüğü açısından haklı olarak bir hayli kaygılı… DİSK Basın İş Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu, “Geçtiğimiz ekim ayı içinde 39 dosyada 104 gazeteci yargılandı,” diyor: “11 gazeteciye 19 yıl 8 ay hapis cezası verildi. 7 gazeteciye soruşturma, 6 gazeteciye dava açıldı. 19 gazeteci gözaltına alındı. 7 gazeteci tehdit edildi. Yeni Yaşam gazetesinin 5 sayısına toplatma kararı verildi. 30 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun RTÜK kararı ile karasal yayını durduruldu. Gazetecilere baskılar arttı. Etki Ajanlığı düzenlemesi, bu tabloyu daha da artıracak.”11 Türkiye Gazeteciler Sendikası Eğitim Sekreteri Didem Mercan, “…Söz konusu teklif ne şimdi ne de daha sonra yasalaşmalı. Zaten kırıntılarını arayıp bulmaya çalıştığımız basın özgürlüğü, tamamen ortadan kalkmamalı!”12 diyerek itiraz ediyor, Etki Ajanlığı yasa tasarısına. PEN Yazarlar Derneği Başkanı Zeynep Oral ise uyarıyor: “…Amaç bilindiği gibi tüm muhalif sesleri susturmaktır. Bu teklif yasalaşırsa, bundan sonra partiler bile kendi düşüncesini açıklayamaz, bu doğrultuda kampanya yapamaz. Demokratik, evrensel, çağdaş söylemleri benimseyen her STK artık casus muamelesi görebilecek! Demokratik, laik, hukuk devletinin olmazsa olmazları yerine getirilinceye kadar gazeteciye, yazara, yayıncıya baskıya hayır diyoruz.”13
1II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Hıfzı Topuz, s.47.
2A.g.e., s. 57, 58.
3A.g.e., s.82, 83.
4Benim Cumhuriyetim, Emine Uşaklıgil, s. 296.
5II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Hıfzı Topuz, s.146-147.
6A.g.e., s.150.
7Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2, Ahmet Emin Yalman, (Yayına Hazırlayan: Erol Şadi Erdinç), s. 1003-1020.
8A.g.e., s.1055.
9A.g.e., s. 1163.
1018 Nisan 1960 Tarihli Tahkikat Komisyonu, Selin Esen, s.185, internet kopyasından.
11TGC, TGS, TYS, PEN TÜRKİYE, DİSK Basın İş ve TÜRKBİRYAY 15 Kasım 2024 tarihli basın açıklamasından, tgc.org.tr
12A.g.a., tgc.org.tr
13A.g.a., tgc.org.tr