İngiliz William Hogart’a tarihsel sosyolojinin realist ressamı deniliyorsa, Hollandalı ressam Jan Steen’e bu unvanı yetmiş yıl öncesinden haydi haydi vermek gerekir.
Hogart 1697 doğumludur; Steen 1627.
Steen’in realizminde tıp doktorları sıkça yer alır; âdeta hekimler ve hastalar olmaksızın tuvaline konu bulamaz.
Üretken ve bereketli bir ressamdır Steen, yüzlerce değilse bile, hani bir o kadar da tablo yapmıştır.
Bunlar arasından beşini, hastasıyla alakadar olan hekim tablosu diye müzelerinden alıp buraya yapıştırsak, yine eksik kalır.
Steen’in burjuva toplumuna ait eserleri, eğer tıp bilimi ve hekimlik sanatına yöneliyorsa, bunu, tam da yaşadığı yüzyıl içindeki gelişmelere bağlamalı:
Orta çağlarda insan bedenine dokunmanın günâh sayıldığı vakitlerin ardından Katolik Leuven Üniversitesi’nde ilk kez kadavraları kesip biçen, öğrencilerine de amfide dalak ciğer gösteren anatominin kurucu babası Andreas Vesalius (1514-1564) adıyla başlarsak pek çok tıp insanı ardı arkasına ortaya çıkacaktır.
Steen, bunları hastalarıyla çizmiş, çok mudur!
Bazen öyle olur; hatta hep!
Birkaç yıl gecikmeyle, aslında daha evvelden edinilmesi gereken bir kitaba gecikmeli ulaşırsınız. Doğan Kitap 2018’de yayınlamıştı; üç yıl sonra bir gecede okunacak, pek çok şey öğrenilecek, sağına soluna da bir dolu notlar kondurulacak bir kitap olarak elime yeni geçti.
“Doktorluk Sanatı” başlıklı, Cerrahpaşa Hastanesi KBB Servisinin seçkin hocalarından Prof. Dr. Doğan Şenocak imzalı kitabı okurken, hastalık hastalığı~hipokondriya tehdidini ensenizde hissetmeniz de mümkün; fakat gerçeklerden kimseye zarar gelmez, okunmalıdır hasılı…
Alt başlığı “Ars Longa Vita Brevis” , ‘Hayat kısa, sanat ise uzun!’ olan Latince seslenişle, kitabın tıp bilimini bir sanat biçiminde bize sunacağı daha başında belli olur.
Deyişin Latince söylenişine bakılmasın!
Özgün kaynağı, Bodrum karşısındaki bizim Kos (İstanköy) ahalisinden komşumuz olan MÖ.460’da dünyaya gelip tıbbın babası diye bilinen Hipokrat’a aittir.
Kitap kapağındaki altlı üstlü bu iki başlık, Steen’in 1663 tarihli “Hasta Kadın” isimli tablosuyla birlikte sunulur; o hâlde, hasta kadının nabzını tutan hekim bir sanatçıdır.
Steen’i dilimize dolayışımızın nedeni de budur.
Steen’in bu tablodaki hekimi bir genç kadının sağ bileğinde nabzını tutmaktadır.
Çok yaş almadığı, öyle böyle otuzlarında görünen kadının başı beyaz bir yastığa gömülmüş bile değil, sanki nezâketen ilişmiş gibidir.
Kadının hasta olduğuna neredeyse inanması güçtür, belki de bir aşk ıstırabı çekmektedir. Bütün Steen tablolarında görülen müzik aleti lavta yine burada karşımıza çıkar; duvara asıldığına göre hasta kadın artık ona yüz vermemektedir.
Arap âlimi Fârabi’nin icadı ud çalgısına benzer müzik aleti olan, bu, sıtmadan şişmiş bir göbek gibi neredeyse çatladı çatlayacak gibi görünen şişko bir lavta yine resmin içindedir.
Steen hekimli tablolarında bazı tekrarları sık sık yapar; varsın yapsın!
Steen’in öteki tablolarındaki hekimlerden biri, bir yandan genç kızın nabzını tutarken, öteki elinde bulunan bir cam tüpteki, muhtemelen idrar olan sıvıyı incelemekte; bir başkasında idrar olduğunu rahatça söyleyebileceğimiz sıvının görüldüğü cam şişeyi bu kez evin hizmetçisi elinde tutmaktadır.
Steen bir başka tabloda yatağındaki hasta kadının nabzını tutan hekimi keyifli, hatta orada bulunanları da sarhoş neşesiyle çizmiştir; içimiz rahat eder, demek hastalığı mühim değilmiş diye ferahlarız.
Kitap kapağına taşınmış Steen tablosunun arkasındaki duvardan içeri girince farklı bir dünya bizi bekler:
Hastayı ve her hastaya göre farklılık arz eden hastalığını hekimlik sanatının sosyal boyutlarıyla ele almaya çalışan Şenocak, kitabında hem kendi hatıratından naklettiği türlü hadiseleri ucu ucuna ekleyerek, hem de âdeta hekimliğin bütün diğer sanatların içine katıldığı genişçe bir alan gibi görülmesini düşünerek, epi topu 190 sayfalık bir metin sunuyor.
Hekimlik bir toplumsal sanat ise bunu elde etmesi öyle hazırlop bir iş de sayılamaz.
Hippokrat’ın deyişiyle, bir sanata, burada ise mevzu hekimlik olduğundan ona sahip olmak uzun bir süreç ister, oysa hayat ne kadar da kısadır.
On dokuzuncu yüzyılın büyük opera sanatçısı, besteci Richard Wagner’e ait “Tiyatro bütün sanatların ortak sentezidir [Gesamtkunstwerk]” deyişini al, tersine çevir, tıp ve hekimliğe uygula; işte Şenocak’ın söylediği de budur.
Tiyatro, nasıl bütün sanatların bileşkesi ise, hekimliğin de benzer anlamda toplumsal olan ne varsa hepsine ait bir kapsayıcılıkla ortaya çıktığı görülür.
O yüzden “Tıp fakültesinden yazar, ressam, her türlü sanatçı, kısaca her şey çıkar, arada bir de doktor çıkar” lafını kullanmak pek şaşırtıcı olmaz.
Tıpkı bir vakitler geç dönem Osmanlı’nın ve modern Türkiye’nin “Harbiyesi, Mülkiyesi ve Tıbbiyesi” bulunur demeye benzer bir yakıştırmadır bu; lakin doğrudur.
Şenocak, babasından neredeyse tüm üyelerine hekimliğin bulaştığı bir ailenin üyesi ve kitabının daha ilk cümlesinde söylediğince, “Doktor olacağımı daima biliyordum!” diye itiraf ettiği gibi hekimlik rüyaları görerek yetişmiş bir tıp insanı.
Cerrahpaşa Hastanesi’nin, eskiden asistan hocayken nöbete kaldığı gecelerini anlatıyor: “Marmara manzaralı balkonunda keyif yapabilir, ders çalışabilir, isterse mangalda balık yapar ve ertesi sabahki yoğun tempo başlayana kadar” gece özgürlüğü olan hekimliğinde onu yatağında rahat bırakmayan birisi var; Kulak Burun Boğaz servisinin emektar hizmetlisi Haydar!
Haydar, o eski zamanlarda sağlıkçı bulunamadığından, askerliğini sıhhiye eri olarak yapmış ve biraz da gözü açık olanların hastanelere alındığı kıtlık vakitlerinin emektarlarından.
Oblomov’un hizmetkârı Zahar’ı biraz andırıyor; fakat “80 Günde Balonla Devr-i Âlem”in serüvencisi İngiliz centilmen Phileas Fogg’un, efendisinin tıraş suyunun 60 dereceden fazla olmamasını dahi aklında tutan uşağı Jean Passepartout ile hısımlık içinde görülüyor.
Haydar, Dr. Şenocak’ın yarı anı-tamamen tıp bilimi hikâyeleriyle dolu anlatısında bir gerçek karakter olarak görünse de, bir süre sonra fictional~kurgusal bir karaktere dönüşür.
“Tüm patoloji piyeslerini ezbere bilenler, en deneyimli hoca kadar hasta görmüş, bir pansumanla tedaviye en dirençli yaraları kurutan, suratına bakar bakmaz hangi hasta acil hangisi rol yapıyor anlayan bilge onbaşılar” dan biridir Haydar.
Elli yaşlarında, hayatı Cerrahpaşa’da geçmiş bir emektar; görmediği hasta, birlikte çalışmadığı hekim kalmamış, eski hocaların ailelerine kadar tanımadığı kimse yok, âdeta canlı bir Cerrahpaşa tarihi…
Şenocak, Haydar’ı bize 1981 yılındaki anılarıyla tanıtıyor ve demek ki, o vakit ellilerinde ise, haydi haydi askerliğini bitirip Cerrahpaşa’ya geldiği zamanlar 1950’li yıllara tesadüf eder.
O hâlde bu Haydar, benim tevellüt tarihimde, doğduğum Cerrahpaşa Hastanesi’ndeydi.
23 Kasım 1958’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata mutlu bir tesadüfle rast gelmiş bulunan bendenizin Nisaiye ve Doğum Servisinde cıyakladığım zamanların KBB’deki komşusuydu.
Cerrahpaşa Mahallesi Davutpaşa Çeşme Sokaktaki, Hattatoğlu Ailesine ait bir ahşap konakta kiracı olarak yaşayan ailemle bebekliği geçirirken, annemin anlattığına bakılırsa, şiddetli bir kulak ağrısıyla muhtemelen Haydar’ın kucağına da çıkmış bulunuyordum.
Tarih garip tesadüflerle dolu!
Şenocak’ın kitabında temel tezi, Sans Klinik adı verilen, her şeyi ve havayı koklamayı bilmek, içgüdüleri ve sezgiyi bilimsel bilgiyle buluşturmak sanatı ve becerisinin hekimliğin temel unsuru olduğunu göstermektir.
100 kişilik koğuşa girince, burada tifolu hasta var diyebilmek bir sezgidir belki, ancak arkasında tecrübe, bilimsel bilgi ve rasyonalite yatar.
Nefes alamayan hastanın gerektiğinde gırtlağında bir hayat deliği açmak, diğer deyişle Trakeostomi adı verilen cerrahi müdahaleyi yapmaya o ân karar verebilmek de bir sezgi işidir.
Haydar bunu iyi bilir, gerekirse hocaları olan hekimlere de söyler.
Zira Haydar, bir halk tababet adamıdır, dost acı söyler misali acıyı bal eylemeyi de bilir.
Tıbbın acı reçetesi meşhur, her ilaç da öyle tatlı değil!
Latincesiyle Aegrescit Medendo denilen acı reçete aslında hasta vücuda kararında, ne az ne çok ölçüde zehir vermektir.
Nitekim, on beşinci yüzyılın hekimi, İsviçreli Paracelsus’un deyişiyle, “Zehiri belirleyen dozudur”, dozu aşarsanız haddini taşırmış olursunuz.
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta hekimlerden söz ederken, “Hasta için ellerinden geleni yaptılar, kanını akıttılar, kusturdular, ilaçlar verdiler, hasta buna rağmen hayatta kalmayı başardı” diye bir hiciv yaparak yazdığı satırlar, Voltaire’in, o ünlü satiristin kaleminden, “Tababet dediğiniz şey, doğa hastayı iyileştirirken hastayı oyalama sanatına verilen isimdir” diye dalgasını geçtiği biçimde okunur.
Francis Bacon da hekimlerden yaka silkmiş birisi, ama onlarsız da olamamıştır.
“Tedaviniz hastalıktan beter!” deyişi, yine Romalı şair Vergilius’un MÖ. 1.yy’da söylediği Aegrescit Medendo~Acı Reçete sözüne 16 asır sonra ne kadar da benzer!
Hekim, acı reçetesi ve insan hayatı karşısındaki sorumluluğu arasında sıkışıp kalmış birisi, hastasının aldığı her nefesin faturası kendisine kesilen biri.
Bu dikkat, özen, rikkat ve empati gerektiren, bir o kadar insan merkezli bir sorumluluğa gerek duyulan hekimliğin bütün sanatların bileşkesi, momentumu olduğuna inanarak kitabı kapatırken, sormadan edemiyoruz:
“Sahi, Haydar nerede?”
Bilirsiniz, selamsız sabahsız ortadan kaybolan roman kahramanlarına çok üzülürüz.
Kurgusal bir karaktere dönüşüp Şenocak’ın kitabı boyunca bize eşlik eden, sanki o olmazsa anlatılanların gerçekliğinden eksik kalacakmışız hissini veren bu isim, bir roman kahramanı gibi, her şeyden daha fazla öne çıkıyor ve o yüzden soruyoruz:
Sahi Haydar nerede?
Sizlere ömür demeyin!
Unutmayınız ki, roman kahramanları kitap kapakları kapansa bile yaşamaya devam eder.