Goethe’nin, “seksen yıllık ömrümün yarısından fazlasını okumaya verdim, yine de kendimden hoşnut değilim,” dediğini çoğumuz biliyoruz. Mevlana’nın da, “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır,” dediğini de…
Buna, aslolan insanın sözcük sayısını artırmaktır, cümlesini de ben ekleyim. Aslında bu konuda verilebilecek örnek yargıların kitaplar dolusu olduğu yadsınamayacak bir gerçek. Yalnız erk, sorgulayan, yargılayan, hesap soran ve neden, niçin, nasıl’larla karşısında kendisi olmak isteyen insan istemiyor. Çünkü böyle insanları istediği gibi yönlendiremeyeceğini ve de yönetemeyeceğini iyi biliyor.
Okuma, aynı zamanda bilinçlenmedir. Bilinçlenme ise bir yontunun canlanması gibidir. Duyularıyla, aklıyla ve canıyla çevresini görebilmek, kanıksadığı gerçekliklerin hiç de hakkı olmadığını kavramaktır. Bundandır ki Osman Sabah, “halkın elinden gördüğünü alamazsınız,” demiştir. Buradaki görmek, kendiliğinden bir görme değil, bakmak içerikli bir eylemdir. Görmek ile bakmak arasındaki farkı da bilmeyenimiz yoktur.
Okumak, masalların sihirli öpücüğüdür. Uykulardan uyanmak, gözbağlarından kurtulmak ve prangalardan özgürleşmektir. Bununla ilgili söylenecek söz öyle çok ki… Çarpıcı örnekler olması bakımından Peronist Hükümetin aydınlara, yazarlara, gazetecilere –tabii ki öyle her gazeteciyim diyene değil- karşı yönlendirdiği halkın attığı sloganı anımsatmak istiyorum: “Ayakkabılara evet, kitaplara hayır!” Bilinçten yoksun bırakılmış halk bu slogana öyle bir sarılmıştı ki sokaklar inlemiş ve aydınlar kabuklarından bile dışarı çıkmamışlardı. Bu slogan halkı sokaklara dökmüş ve aydınların, yazarların, gazetecilerin çok zor günler geçirmesini gerçekleştirmişti. Çünkü halkın gereksinim duyduğu evinden işine, işinden evine götürüp getirecek olan ayakkabıydı. Kitaplar bunu gerçekleştiremezdi. Öfkesini kendisine bilinç taşıyacak kitaplara emek verenlerden kendilerini kitaplara yönlendirenlere çevirememiş ve “Ayakkabılara da kitaplara da evet!” diyememişlerdi. Bunu söyleyebilmenin yolu öyle veya böyle kitaplara dokunmaktan, kitapları tanımaktan ve onların bilgilerini soğurmaktan geçiyor/du. Erk geçmişte de, günümüzde de Victor Hugo’nun “İsyan, iktidarı bırakmayan hükümetlerin korkulu rüyasıdır,” sözünün anlamını iyi biliyor ve kültürel, sanatsal, yazınsal alanda da çalışmalarını sürdürüyor. Bilinçten yoksun bıraktırılmış halk, “aydınlatılmamış halk ağır bir katıra benzer, sen gerisindeki sineği temizlersin o sana basar çifteyi. Çünkü ne senin yaptığının farkındadır ne de kendi yaptığının,” diyen Aristo’nun unuttuğu gerçeklik geçmişte de günümüzde de erkin çeşitli çalışmalarının sonucu olarak halkın bu duruma düşürülmesidir. Yani halk kendi dışında yaratılan ortamın sonucu oluyor bir bakıma. Suçluyu iyi saptamak gerekiyor. Aslında farklı amaçlar için dillendirildiğini düşündüğüm Hz. Ali’nin, “Çocuklarınızı bugün için değil, yarın için yetiştirin çünkü onlar sizinle aynı çağda yaşamayacaklardır,” sözünü de anmak ve halk açısından yorumlamak gerekir diye anımsatmak istiyorum.
Bugün dünyanın efendisi, sahibi, tek yöneticisi ve merkezi olmak isteyen ABD’nin kuruluşundan günümüze kadarki tarihini ne yazık ki kendi tarihimizden daha iyi biliyoruz. Her sayfasının bir soykırım, katliam, barbarlık olduğunu da… Orada Kızılderililere, Zencilere yapılanlar unutulacak gibi değil. Kuzey-Güney Savaşı’nda yaşananlar da öyle… ABD, son altmış yıldır dünyanın birçok yerinde değişik ve çok yönlü yöntemlerle egemenlik savaşlarını sürdürüyor. Yardımcıları, işbirlikçileri ve yardakçılarıyla varlığını adım adım perçinliyor, yeryüzüne yayılıyor. Aynı zamanda bir prototip olarak kendileri gibi yaşamayı, yaşamı dayatan ABD’nin tarihi bir bakıma siyahların okumasını engellemekle de doludur. Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri Anthony Comstock’un yaptığı çalışmadır. “Eden’in bahçelerinde yaşayan Âdem babamız okuma-yazma mı biliyordu,” diyerek siyahların okumalarını engellemeye çalışmıştır. Bu alanda yapılanlar filmlere, dizilere konu olmuştur. Bu gibi söylemlerin ve karşı duruşların Cumhuriyetin ilk yıllarında, hatta l960’ların ikinci yarısına dek farklı biçimlerdeki dillendirmelerle Köy Enstitülerine ve Cumhuriyetin diğer okullarına da karşı şiar edinildiğini biliyoruz. Ve kızların okullara bugün de kimi bölgelerde niçin gönderilmediklerini de…
Bugün, her dönemdekinden daha çok insanımızın, aydınımızın, yazarımızın, politikacımızın, yöneticimizin kıblesi Batı olmuştur. İnanın merakımdan soruyorum. Batı kriterlerinden biri de, “günde bir gazete, haftada bir kitap, ayda bir dergi okumak çağdaş insan olmak…” Gerçekten yönetimsel piramidin en üstünden en altına dek kaç kişinin kültür kitapları okuduğunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü okuyan insan kendi özel dünyasını yaratır. Kendi özel dünyasını yaratan insan da, başkalarına karşı davranışlarında, eylemlerinde daha insanî olur. Geçmişten bugüne baktığımızda edebiyatta, sanatta, bilimde, teknolojide, demokrasi ve insan haklarında ilerleme kaydeden toplumların okuma alışkanlığı edinen bireylerin yetiştiği toplumlar olduğunu görürüz. Bu gerçeklik yadsınamaz. “Bir erkek çocuğunu eğitirseniz bir adam yetiştirirsiniz. Fakat bir kız çocuğunu eğitirseniz bir aileyi kurtarmış ve yetiştirmiş olursunuz. Kadınları okumuş toplumlar daha çabuk kalkınırlar,” diyen Bernard Shaw anımsandığında kıble edindiğimiz AB/Batı anlamında ilerleme kaydetmek için okuma alışkanlığını kadınlarımıza, kızlarımıza, bir yaşam ve düşünme biçimi olduğunu kavratmalıyız. Oysa biz, bugün en çok okumayan kesimini oluşturan kadınlarımızı okullara davet etme kampanyalarıyla uğraşıyoruz. Bu da gösteriyor ki oldukça gerideyiz çoğu şey konusunda kıblelerimizden. Okuma alışkanlığı kendimiz olabilmemiz yolunda bir olmazsa olmaz. Şimdi, burada edebiyat tarihçisi Cevdet Kudret’in “okullar okuma alışkanlığı kazandırabilse başka hiçbir şey kazandırmasa da olur” sözünü ince eleyip sık dokumalıyız. Genel ve özel amaçlardan vazgeçilsin demiyor bu saptama. Aksine büyük bir eksikliğin altını çiziyor. Ansiklopedik bilgili ayaklı kütüphaneler ne yazık ki bizi ileriye taşımayacak. Bu anlayışla yetiştirilen geleceğimiz tek kanatlı birer kuştan oluşuyor diye düşünüyorum. Tek kanatlı kuşların ne kadar uçabileceklerini anımsamalıyız. Öteki kanatlarının okuma alışkanlığı olduğunu hiç unutmamalıyız. Bu bağlamda hepimize bir görev, bir sorumluluk düşüyor. Eğri oturup doğru düşünmek zorundayız. “Yetişkin zekâları kitaplarla beslenmeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur,” diyen Ovidus’u da atlamamalıyız. Kendi gerçeklerimize nesnel bakmasını öğrendiğimizde ve pazılın parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan fotoğrafın hiç de anlattığımız ve savunduğumuz gibi olmadığını görürüz. Eğitim sorunlarını arada dert edinen bir sendikanın (Eğitim-Sen) çıkardığı dergiden edindiğim şu veriler bizi düşündürmeli: İngilizlerin 1/10’u, Almanların 1/7’si, İtalyanların 1/4’ü okuyor. Bu ülkelerde bir kişi ye 10-12 kitap düşüyor. Ülkemizde ise 2002 ye göre, 12. 089 kişiye bir kitap düşüyor. Bu tabloya bakıp okuma alışkanlığımız çok iyidir diyebilir miyiz? İnanın, öğretmenlerinin, doktorlarının, polislerinin, askerlerinin, mühendislerinin, hemşirelerinin, öğretim görevlilerinin, şairlerinin, yazarlarının büyük çoğunluğunun hiç okumadığı tek ülkesiyiz dünyanın belki de. Okumadan yazmak ve mesleğini sürdürmek belki de bir tek bize özgü. Biliyoruz ki kötü örnek olmaz. Bizden çok kötü durumda olanlarla kendimizi kıyaslayıp övünmenin sorunlarımızı çözmeyeceğini de bilmeliyiz.
Balık yiyen balıkçıl gibi kitapyiyen, kitapdüşmanı kitapçıl, elmayiyen kurt gibi kitap-kurdu olmaktan bir an önce kurtulmalıyız. Bireyler ve toplumlar için okuma alışkanlığı çok önemli. Çünkü okuma alışkanlığı edinen insanlar eleştirel düşünür. Kendine güvenir. Empati yapar. Tepkici, örgütçü olur. Haklarını savunur. Dayatılmak istenen olumsuzlukları kavrar ve bilinçli karşı koyar. Ve okuma alışkanlığı aynı zamanda düşünmeyi de kazandırır. Bu düşünme bağımlı bir düşünme değildir. Bu düşünme özgün, yaratıcı ve de bağımsızdır. Gerçekliklerden, doğrulardan ve güzel olan her şeyden yana bir düşünmedir söz konusu olan. Tabii düşünme felsefeden soyutlanacak bir olgu değil. Çoğunun kıblesi olan Batı da felsefe eğitimi ilköğretimden itibaren veriliyor öğrencilere. Öğrencilerin düzeylerine uygun olarak üstelik… Dokuz yaşından başlayarak düşünme eğitimi yapılabileceği kanıtlanmış. Eğitim-Sen dergisi bu konuyla ilgili araştırmaların sonuçlarını şöyle bir tabloyla sunuyor:
Bulgaristan’da 4. sınıftan itibaren seçmeli.
İspanya’da 6. sınıftan itibaren seçmeli.
İtalya’da 12. yaştan itibaren zorunlu.
Romanya, Kore, Avusturya, Brezilya ve Kanada gibi pek çok ülkede felsefe eğitimi uygulanıyor. Oysa bizde felsefe grubu dersler lise son sınıfta veriliyor ve evlere şenlik. Başta ABD olmak üzere, ekonomiyle ilgili okullarında karşı felsefeye bile oldukça geniş yer veren ülkelerin yanında bizim felsefe eğitiminin esamesi dahi okunamaz. Bu gidişle de kıble edindikleri ülkelerin felsefe eğitiminin uzağından bile geçemeyecekler, işin tepesindeki siyasetçiler, yöneticiler. Batı ülkelerinin felsefe çalışmalarını geleceklerinden esirgeyen bir anlayışın özgün, özgür bir düşünceden yana olması olası mı? Çünkü hep birileri bizim yerimize düşünür. Hangi ülkenin “düşünmenin geçinmeye faydası yoktur,” gibi atasözleri var, merak ediyorum. Ve hangi ülkenin Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi önünde Rodin’in DÜŞÜNEN ADAM heykeli bulunuyor… Çok düşünürseniz sonunuz burası iletisi başka nasıl logolaştırılırdı bilemiyorum.
UNESCO’ya bağlı Dünya Çocuk Edebiyatı ve Okuma Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr. Richard BAMBERGER’in “Okuma Alışkanlığını Geliştirme” isimli kitabı T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları (1999) dizisinde yayımlandı. Çocuk edebiyatı konusunda da çalışma yapan biri olduğum hâlde bu çalışmadan geç haberim oldu. Ancak okuyabildim yani. Bu kitabın okumaya ilgisi olan herkesçe okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu kitaba göre, okuma araştırması dünyada çok yeni ve özgün bir bilim dalı olarak değerlendiriliyor. Haksız da değiller hani. “Okumanın beyin hücrelerinin çalışmasına etkisi, kitap okumayanlarda beyin korteksinin gelişmemesi,” gerçeği Batı’da, ABD’de okulun, ailenin, devletin görevlerinin bu açıdan yeniden sorgulanmasına neden olduğundan söz ediliyor bu kitapta. Aslında reformist, konformist öğeler, yaklaşımlar ve öneriler içerse de bu çalışma büyük bir eksikliği doldurmuş diye düşünüyorum. Soğurduklarımı birkaç tümceyle aktarmam gerekirse… Batı’da ve ABD’de devletin geleceği olan çocukları TV’nun zararlarından korumak için yasa çıkarttığından, ABD’de TV izlememe haftası düzenlendiğinden, Finlandiya’da televizyonların halkın kitap okuması için perşembe günleri yayınlarını durdurduğundan, artık başarı değerlendirmesinin değiştiğinden, öğrencilerin bir yılda okuduğu kitap sayısı en önemli başarı ölçütü sayıldığından söz edebilirim. Bu çalışmanın okullara ve ilgili kurumlara gönderilmesini isterdim doğrusu. Çünkü öğretmenlerin, okul yöneticilerinin okumalarının gerektiğini düşünüyorum. Neden derseniz. Ne yazık ki okullarımız çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandır(a)mıyor. Okumayan, kitap sevmeyen insanlar yetiştiriyor. Sorumluluğu da sisteme yüklüyoruz. Sisteme karşın yapabileceklerini erteleyen öğretmenlerin ve yöneticilerin işin kolayına kaçtığını düşünüyorum. Sorunun nedeni olarak sistemi salt dayanak gören öğretmenler ve yöneticiler okumuyorlar. Çocuklara örnek ve önder değiller. Durmadan gerekçe üretiyorlar. Bu konuda kimse onların eline su dökemez. Batı’da veya dünyanın başka bölgelerinde kalkınmış ülkelerde okullar, aileler, öğretmenler “okuma alışkanlığı”na neden bu denli önem veriyor, hiç düşünüyor muyuz? Çünkü kitap okumayanlar da zamanla okuma-yazma bilmeyen gibi oluyor. Eğitim düzeyleri, kariyerleri ne olursa olsun… Kaç üniversite bitirirse bitirsin… Düşünmeyen, düşünemeyen, sorgulamayan sadece duyduğuna, gördüğüne inanan sünger insanlara dönüşebiliyorlar. Evet, okula başlamanın ve okullar bitirmenin yaşı var, ama okumanın yaşı yok. Okumak bir Tabula Rasa’dır. Beyinsel besindir. Beyin bir bilgi kumbarasıdır. Damlaya damlaya dolar. Zamanı gelince de kullanır. Lütfen yazının başındaki alıntıları anımsayın ve düşünün. Son bir söz, “değişmeyen fikirler, değişmeyen gömlekler gibi kirlenir.” (Tatar Atasözü). Kirli gömlekliler de toplumda hemen fark edilir. Bu yüzden ya temiz gömlek başa, ya kirli gömlek leşe.
* Bu yazı, ilk olarak 27 Ekim 2001 tarihli Günlük Evrensel Gazetesi’nde yayımlanmıştır.