1914 yılının Mart ayında Londra’daki National Gallery’de (Ulusal Müze) her şey yolunda gibiydi. Ta ki Diego Valazquez’in Aynadaki Venüs tablosunu seyreden bir kadın baltayla bu eseri parçalayana kadar. Tablolar arasında gezinen ziyaretçilerin dingin uğultusu bir anda panik ile merak karışımı bir gürültüye dönüştü. Mary Richardson’ın şok etkisi yaratan bu eylemi, kadın haklarının giderek daha fazla gündeme geldiği dönemde, toplumsal cinsiyet rollerine bir tepkiydi.
Büyük bir zarafet, güzellik ve kuşkusuz pasif bir şekilde resmedilen Venüs’ün bedeni erkeğin bakışına sunulmuştu ve Richardson’un saldırısı, onun bedeni üzerinde jilet kesiklerini andıran yeni bir şekle sokmuştu. Sanki estetiğin gizlediği o korkunç yaralar bir anda yüzeye çıkmış; içteki, dışa yansımıştı.

Cinsiyet sorunu söz konusu olduğunda “bela” sözcüğünün akla gelmesi için Judith Butler’in Cinsiyet Belası adlı kitabından haberdar olmaya gerek yok. Konu elbette erkeklerle de ilgili, fakat başlarına bela alanlar aslında kadınlar!
İyi haber: Günümüzde kadın-erkek eşitliğine dair farkındalık giderek artmaktadır. Bunu büyük ölçüde feminist düşünürlere ve kadın hareketine borçluyuz. Zira kültürün gizlediği sömürü düzeninin üzerinden o şık maskelerini bir bir çıkarıp attı. Burada kadınlara yönelik sömürünün nasıl doğallaştırıldığını ve normalleştirildiğini feminist eleştiri çerçevesinde ele alacağız. Fakat önce kavramlarla başlayalım:
Cinsiyet ayrımı biyolojik olarak erkek ve kadın şeklindedir. İki cinsiyet arasındaki farklılıklar veya eşitsizlikler doğuştan değil, toplumdan kaynaklanır. Doğumdan itibaren kadınlık ve erkeklik rolleri inşa edilmeye başlar ve her an devam eden bu inşa süreci öylesine içselleştirilir ki, artık ne kadın ne de erkek başka türlü davranmayı aklına getirir.
Simone de Beauvoir’ın ünlü “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözüyle kastettiği de budur. Kadınlık doğal değil, tarihsel, kültürel ve toplumsal bir özelliktir. Bu, toplumun inşa ettiği kadınlık ve erkeklik rollerine yönelik yıkıcı bir saldırıdır. O halde kadınlar ve erkekler kendi doğaları gereği değil, toplumun kendilerinden beklediği gibi davranır ve düşünür.

Hem kadın hem de erkek aynı çerçevede yetiştirildiğine göre sorun nerede? Sorun kadının erkekten aşağı bir statüde olması ve bu eşitsizliğin yarattığı ağır sömürü düzenindedir. Bu sömürü düzeninin başlangıcı tarım devrimi sonrası yerleşik hayata geçilmesine kadar gider. Böylece avcı-toplayıcı dönemdekinin tersine hareket imkanı kısıtlanan kadınlar üzerinde erkek egemenliği tesis edilir.
Yerleşik düzene geçilmesi kadın yaşantısının ev ve tarlayla sınırlandırılmasına, mirasın erkek evlada bırakılması için kadının cinsel faaliyetlerinin sıkıca kontrol edilmesine yol açtı. Kadın emeğinin, bedeninin, cinselliğinin ve doğurganlığının denetlendiği ataerkil sistem, din ve hukuk aracılığıyla kendini meşrulaştırdı ve kültürün derinlerine kök salmaya başladı.
Kadınlar buna nasıl ikna edildi? Öncelikle kadının statüsü aşağıya çekildi. Beauvoir’a göre kadın bir “başkalık” olarak tanımlanmıştır. Böylece kadın, artık erkekle aynı değildir. İkinci cinsiyettir. Dolayısıyla kadın-erkek arasındaki efendi-köle diyalektiği iki “aynı” arasında geçmez. Zira geleneksel düşünce de kadını neredeyse her bakımdan erkekten aşağıda konumlandırır. Ne hikmetse ataerkil sisteme geçişten sonra ortaya çıkan Tektanrılı dinlerin hepsi, (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam) kadının “başkalaştırılmasına” hizmet ederler.
Kadının doğal olarak “zayıf” ve “korunmaya muhtaç” olduğu yönündeki kolektif uydurma, yaratılış düşüncesi tarafından desteklenir. Artık Tanrı da erkeklerle hemfikirdir ve kadınlardan itaati bekleyen yalnızca koca değil, aynı zamanda kocayı “koruyucu” olarak atayan “şefkatli yaratıcıdır.” Kadın, kaburga kemiğinden yaratıldığı erkeğe yoldaş olmalı, yaratılışın başlangıcındaki gibi onu “günah”a sevk etmemelidir.
Kültür, bu günahkarlık yaftasının bütün mahcubiyetini kadına yükler ve aynı zamanda cinselliğin utanç verici bir şey olduğu düşüncesinin tüm yükünü kadın bedenine aktarır. Kültür, “arzu nesnesi” ve “günaha çağıran” bir şeye dönüştürdüğü kadın bedenine bütün spotlarını yöneltir ve yoğun ışık altındaki kadından mahcubiyet ve utanma duyguları içinde örtünmesini ister. Bu duygular içselleştirilir. Böylece kadınlar, zora başvurulmadan zorlanır.
Çünkü her iktidar gibi, erkek egemenliği de, salt şiddete değil, belli bir rıza üretimine dayanır. Özetleyelim: Aslolan şiddeti kullanmak değil, onu her an kullanabileceğini hissettirmektir. Bu, mevcut durumun sorgulanmasını belli ölçülerde engeller. Fakat asıl mesele, kadınları, bu sistemin gerekliliğine ve kendilerinin çıkarına olduğuna inandırmaktı. Böyle bir ideoloji, hem iktidar sahipleri (erkekler) hem de iktidara tabi olanlar (kadınlar) aynı görüşü paylaştıklarında başarılı olabilirdi.
Aterkil sistem bu konuda büyük “başarı” göstermiştir. Kadınlar, ataerkil sistemin en önemli destekçileri olmuşlardır ve öyle olmaya devam etmektedirler. Zira bu, onlara “doğal” ve “Tanrı buyruğu” gibi görünmektedir. Üstelik ataerkil sistemin başlangıcı üzerinden o kadar çok zaman geçmiştir ki, “böyle gelmiş gider” hissiyatı yaratmıştır. Oysa bu durum tarihsel, kültürel ve toplumsaldır. Yani tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmıştır, doğal, ebedi ve ezeli değildir. O halde değişebilir!
Feminist düşünce, aterkil sistemin doğallaştırmaya, normalleştirmeye çalıştığı haksız sömürü düzeninin tüm kabalığını ortaya sermeyi amaçlamaktadır. Kadın hareketi, değişim konusundaki giderek daha fazla ortaya koymaktadır. Nitekim Simone de Beauvoir’a göre kadının eylemi ve üretimi, hem kadını hem de erkeği bu anlamda özgürleştirecektir. Ataerkil sistemin büyük ölçüde kayırdığı erkeğin özgürleşmesi demek toplumsal cinsiyet rollerinin ağır baskısının erkeğin içsel benliğinde yarattığı tahribatın sonu anlamına gelebilir. Ancak bu uzun bir yazının konusudur.
