“Nerede o eski günler?” demeyeceğim çünkü “Aklıma gelince, hemen aldım kalemi elime, başladım yazmaya…” demekten çok “Açtım dizüstü bilgisayarımın ekranını başladım tıkırdatmaya!” diyecek yaştayım. Yine de özlem duyduğum “o eski günlerin” sıcakkanlı, istekli, samimi ve sevgi dolu zanaatkârlarının duygularını, internetten sipariş ettiğim pantolonumun beni terziye sürüklediği bir öykü ile, sanki o günleri yaşamışçasına anımsıyorum. Bu öykü üzerinden düşünüyorum; sanırım terzinin anımsattığı duygular bana tekstil ve ayakkabı zanaatkârı-esnaf dedemden kalan, nesilden nesle aktarılan bir miras.
Bu miras bana kara veba gibi çeşitli hastalıkların kolektif travmasından kaynaklandığı ve toplumsal şartlandırılmış bir olgu olarak nesilden nesle aktarıldığı düşünüldüğü için “Musophobia”-Fare fobisini anımsatıyor. İşin kötü yanı fareden iğrenmiyorum, korkmuyorum hatta fareleri son derece de sevimli buluyorum, her hayvan gibi görsem beslerim. Biliyorum, fareye karşı sevgi duyan ve ondan korkmayan başkaları da var. Üstelik işin kötü yanı, yıllar geçtikçe bu şartlandırılmış duygusal aktarım kırılıyor gibi geliyor bana. “İşin kötü yanı” dedim çünkü bu durum toplumsal aktarımın bir yerlerde kırılabildiğini gösteriyor; ürkütücü, terzinin yaşattığı duygular da kesintiye uğrayabilir…
Havuç misali bacak yapım yüzünden internetten sipariş ettiğim yeni pantolonum beni terziye gitmeye zorladı. Daha önce ceketimin gerektirdiği birkaç küçük değişiklik için gidip çok memnum kaldığım ve oradan ayrılırken sıcacık hissettiğim terzinin yolunu tuttum. Pantolonum için ilk gidişimde terziye basen bölgemin iyi ama paça boyunun uzun, dizimden aşağıya doğru olan bölgenin ve belinin fazla bol olduğunu bu nedenle çok klasik durduğunu ve biraz daha “modern kesim” istediğimi söyledim. Dolayısıyla biraz kısaltılıp daraltılması gerekirdi. Terzi pantolonumun belini biraz çekiştirip iğneleyerek sabitledikten sonra ayak bileklerime inip titiz hareketlerle paça boyunu aldı. Daha sonra pantolonun dış kenarlarındaki dikiş izinin olduğu bölgeyi üç parmağıyla, tütün sarar gibi, sıkıştırarak kumaşı gerdirdi ve iğnelemeye başladı. Basen bölgemden aşağı ilerledikçe pantolonumun yanlarındaki dikiş bölgesinde bulunan parmaklarının arasına sıkıştırdığı kumaşın boyu uzuyordu. Sonunda ayak bileklerime vardı, derin bir nefes aldı ve bana bakıp nasıl bulduğumu sordu. Özellikle alt kısım biraz daha daralırsa ve paça boyu kısalırsa daha iyi bulacağımı söyledim. “Kısaltmanın ve daraltmanın geri dönüşü olmaz, yanlış olacaksa bırak bol ve uzun kalsın, bir böyle deneyelim, olmazsa yine yaparız.” dedi. Acelem olmadığı, terzinin mesleğine ve tecrübelerine saygı duyduğum ve kendisi bende güven uyandırdığı için “Tamam.” dedim. Pantolonumu içeri götürdü. Geri gelip girişteki masaya yaklaştı, kâğıda adımı, soyadımı, teslim ettiğim ürünü ve teslim alacağım günü yazdı. Kâğıdı kopardı, verdi. “Perşembe günü öğleden sonra gelip alabilirsin.” dedi. Teşekkür ettim ve dükkândan çıktım.
***
Perşembe günü pantolonumu teslim almaya gittim. Biraz aceledeydim. Yetişmek zorunda olduğum başka yerler vardı ayrıca terziye güveniyordum, bu yüzden pantolonumu orada denemektense alıp hemen eve gitmek istedim. Terzi “Denersin beğenmezsen gel yine yaparız.” diyerek güven tazeledi. Ücreti ödeyip çıktım. Eve gelip denediğimde tıpkı o gün düşündüğüm gibi, istediğim şekilde olmadığını, pantolonun boyunun biraz daha kısalması ve alt bölümünün biraz daha daralması gerektiğini gördüm. Kısacası, terzinin yolu bir kez daha gözüktü…
***
Daha önceki başarılı ceket operasyonu, terzinin sıcakkanlılığı ve pantolonuma yaklaşımı beni memnun ettiğinden ve bana güven verdiğinden ona daha fazla iş götürmek istedim. Er ya da geç terziye götürmek zorunda kalacağım, dolabımda zamanla birikmiş olan, “acelesi yok” diye ertelediğim ufak tefek terzi işi gerektiren kıyafetleri ortaya çıkardım: İç kısmında ufak bir yırtık başlayan siyah pantolonlarımdan biri, bir süredir paçalarını birazcık kısaltmak istediğim kot pantolonum ve modeli gereği bazı bölgeleri sanki yamalıymış gibi gri ve hâkinin farklı tonlarında dikili kumaş parçaları barındıran, kışın son günlerinden birinde, ben kolumu bükerek dirsek bölgesini iyice gerdirmişken oldukça pürüzlü beton yüzeye sürtünce, gerdirmenin ve aşınmanın etkisiyle “caaart” diyerek dirseğimde içine giydiğim siyah kazağımın kumaşını gösteren hâki ceketim.
Takip eden gün, bir kere daha terziye gittim.
Hem yamalı görüntüsünden dolayı biraz hata kaldırabileceğine hem de bizzat terzinin işine olan sevgisi ve titizliğine güvenerek iki dirseğime de yama yapması için hâki ceketimi de terziye götürdüm. Terziyi robotmuşçasına yönlendirmektense onu olabildiğince serbest bırakarak kendi yorumunu katmasına imkân tanımak istedim. Bu kadar severek ve titizlikle yaptığı işte bu özgürlüğe sahip olmak kendini mesleki açıdan tatmin etmek için güzel bir fırsat olur diye düşünmüştüm. Bu sebeple ondan herhangi biçim veya renk tanımlamadan, uygun gördüğü şekilde, uygun gördüğü renkte ve elinde kalan fazla kumaş parçalarından uygun gördüklerini seçerek, yırtık bölgeyi ve simetriğini yamalamasını istedim. Bahsettiğim güvenden ötürü mü yoksa gerçekten ona bu imkânı tanımak adına mı yaptım bilmiyorum ama bu istek onun yüzünü güldürmüş ve hemen sonrasında da onu ciddi ve motive bir hâle sokmuştu. Hâki ceketi, son başarısız operasyonu olan yeni pantolonumu ve dolabımdan çıkardığım diğer iki pantolonu ona uzattım.
İnsan genelde bir işi bir kez yapıp başarısız olduktan sonra ikinci kez o işe oturduğunda ya hevesi kaçar, biraz umutsuz ve isteksiz olur ya da daha çok hırslanır, bu kez başaracağının inancında ve motive olur. Ama her iki şekilde de daha önce yapamadığını farkındandır. Terzi içinse durum kesinlikle farklıydı. İstediğim gibi olmadığını düşünüp bir kez daha getirdiğim -onun için muhakkak başarısızlık sayılabilecek- pantolonuma hevesli ve istekli, sanki yeni bir işmiş gibi baktı. Daha önce tam olarak başaramadığı bir işin tekrar önüne geldiğinde uyandırdığı umutsuzluk ve isteksizlik veya hırs ve motivasyon onda yoktu. İşini severek yaptığı belliydi. Tekrar ölçü almak için paçalarımı katlayıp iğnelerken yaptığı yumuşak dokunuşların ve ayak bileğimde hissettiğim hassas darbelerin kaynağı sürekli uğraştığı, hassasiyet ve sağduyu gerektiren, sabır, emek, dikkat ve tüm bunların sığındığı ana duygu olan şefkati gerektiren, incecik ipliklerle-iğnelerle ve birkaç el ayarlaması gerektiren basit makineyle yaptığı dikim işiydi. Terzi pantolonumu iğnelerle istediğim şekilde bir kez daha sabitledikten sonra üstümü değiştirip pantolonumu ona teslim ettim.
İnsan gerçekten içinden gelerek, samimi şekilde gülünce göz çevresi kırışırmış. Koronavirüs sebebiyle herkesin maske takması gerektiği günlerde maskeler ağızları ve burunları -nadiren..!- kapadığından, terzinin mimiklerini ufak ipuçlarıyla bana aktarabileceği tek bölge gözleriydi. Gözündeki kırışıklığı gördüm. Samimi gülümsemesi içimi ısıttığından bana kendimin insan olup olmadığımı sorgulattı.
Girişteki masaya yaklaştı, fatura defterinin bir sayfasına adımı, soyadımı, yapılması için verdiğim ürünleri ve teslim alacağım günü yazdı. Aynı anda iki kâğıda tek seferde yazmak böylesine yoğun çalışan bir adam için gerçekten büyük zaman kazancı! Kağıtlardan üstte kalanı, yazının daha baskın ve okunaklı olanını koparıp bana uzattı ve ürünleri sonraki cuma günü öğleden sonra teslim alabileceğimi söyledi.
***
Sonraki cuma günü teslim almaya gittim. Yaptığı her şeyi çok beğendim. Sonunda konu paraya geldi…
40 lira vermemin yeterli olduğunu söyledi. Bunca duygu kesinlikle 40’dan fazla ederdi. Yaptığı her hareketi -sanıyorum ki ona hissettirmeden- incelemiştim. Fiziksel bir işle uğraştığı için düşme ihtimaline karşın önceki müşterilerden aldığı paraların tek bir kuruşunu bile cebinde saklamadığını ve tüm parasını atölyesinin en derinlerindeki bir bölmede sakladığını gözlemlemiştim. İki yirmiliğim olmasına karşın ona ellilik banknot uzattım. Terzi para üstü için içeri yönelirken, mimiklerimle ve ağzımda gevelediğim birkaç söz ile içeri gitmesini engelleyebildim. Kırışık göz çevremle ve tüm samimiyetimle ona teşekkürlerimi ilettim ve dükkândan çıktım.
Böylece yaptığı işin fiyatına ek olarak, 10 lira karşılığında ondan bu duyguları satın almış oldum…
Düşünmeden edemiyorum: Acaba terzinin sahip olduğu hisler, gülümsediğinde gözünün çevresinde beliren -gerçek- kırışıklık ve terzinin bende yarattığı duygular, 10 lira fazlası için miydi? Belki yaşamak için ihtiyaç duyup onun için çalıştığı en az bir veya daha fazlasına muhtaç olduğu 10 lira, onu herkes gibi “oynayan insan” yapmıştı. Terzinin şovu, kendini bile izleyici kıldığı, kendiyle böylesine çok bütünleştirdiği bir oyun olabilir miydi? Yoksa ben mi sevdiği ve mutlu olduğu işin içinde kendini bulan bu şanslı adamın samimi duygularını 10 lira ile bağdaştırıyordum?
Birincisi veya ikincisi yahut ikisi birden, fark etmez, gerçek şu ki terzi maceram emeğin ve işin, samimiyet ve sevgiyle birleşerek bana hazırladığı bir şovdu. İşini -gerçekten- severek yapan çok fazla sayıda olmasa da birkaç insan gördüm, yine de hiçbiri terzinin yarattığı duyguları bende yaratmamıştı.
Sanıyorum terzinin diğerlerinden farkı, yaptığı iş ile elde ettiği ürün arasındaki köprünün pek de uzun olmamasıydı. O gerçek bir emekçiydi. Uğraştığı iş karşısında ürettiği ürünü algılaması hiç de karmaşık değildi.
Bir tasarımcı için durum böyle değildir. Soyut bir yaklaşımla başlayan iş kâğıda-kaleme ve dijital ortamda somutlaşmaya varır. Ama ne olursa olsun bu aşama bile o işin kullanıcıyla buluşmasından hala çok uzaktır. Kullanıcıyla buluştuğu noktada -ürün ne olursa olsun- soyut olanla benzerlikler gösteremeyecek kadar farklıdır. Örneğin mimarın tasarladığı bir yapıdan bahsediyorsak; bu yapı görünmeye başlayana kadar ona -en azından- yüzlerce insan müdahale eder: Mühendisler, işçiler, başka mimarlar… Kâğıt-kalem ve bilgisayar ekranından çelik, beton ve toprağa… Bir yapının ne kadarı bir mimara aittir? Oysa yapının var olması gerektiği kararlaştırıldıktan sonra onun nasıl olabileceğini ilk hayal eden mimardı…
Yazar için de durum terzininki gibi değildir. Yazmak temelde sözlerle aktarılamayan düşüncelerin ve hislerin kâğıda dökümüdür. Yazardan çıkan düşüncelerin ve hislerin ne kadarı okuyucuya olduğu gibi ulaşır? Okuyucular çoğaldıkça aslında yazı da yazarın olmaktan bir o kadar uzaklaşır. Farklı algılar çoğaldıkça düşünceler ve hisler onları kâğıda dökenin değil, onları okuyanların algıladığı şekilde olur. Algıdaki farklılık düşüncenin ve hislerin manipülasyonudur. Yazarın duygularından ve düşüncelerinden daha farklılarına sahip olan binlerce okur varsa, çoğunluk karşısında tek başına kalan yazarın duyguları ve düşünceleri ne kadar ilk hâli gibi olur? Hele bir de dergi, kitap vb. ortamdaki yazıdan bahsediyorsak yazar işine iyice yabancılaşabilir. Editörler, yayıncılar, çevirmenler ve hepsiyle birlikte zaman… Yazarın yazıya ilk döktüğü cümlelerdeki duygularıyla ve düşünceleriyle okuyucuda yarattığı düşünceler ve duygular aynı mıdır?
Bir kaptan pilot mu uçağın uçmasını ve yüzlerce kişinin hayatını havada güvende kalmasını sağlar; pilot “Bu işi tamamen ben başardım!” diyebilir mi? Yardımcı pilot, otomatik pilot, yakıt ekibi, bakım ekibi, kule…Öyleyse pilot tam olarak neyi başarmış olur?
Karl Marx, 1844 El Yazmalarında bu örnekleri ve daha da önemlisi kısa öykümü kapsayacak şekilde yabancılaşma adına şöyle der:
“Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir.”
“…işçi kendi emeğinin ürününe, yabancı bir nesneyleymiş gibi bir ilişkidedir.”
“İşçi hayatını nesneye koyar; ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir.”
-Nesne ise kısa öykümde bana aitti.-
“Ürün olsa olsa, üretici bir etkinliğin özetidir. Bu durumda, emeğin ürünü bir soyulma oluğuna göre, üretimin kendisi de etkinliğin soyulması, soyulma etkinliğidir.”[1]
Ürün ile kişinin emeği arasındaki ilişki karmaşıklaştıkça ve aralarındaki mesafe arttıkça, sahip olduğum ve deneyimleme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissettiğim bu güzel duygular korkarım ki gün geçtikçe yerini terzi deneyimimin en sonunda yüzleştiğim 10 liralık şova bırakacak.
Bu şov senaristinin yabancılaşma olduğu bir oyundu. Maddesel tutum ise bu oyunun dekoruydu. Oyunun baş kahramanı neyi ürettiğini yakından görüyordu, o nedenle robot gibi çalışmasına rağmen duygularıyla çalışıyordu. Belli ki mesleği onu sadece geçindirmiyordu. Bu meslek ona aynı zamanda makine olmadığını ve tüm insani duyguları hatırlatıyordu. Terzi, insanın sürekli gelişen teknik zekâsı karşısında daha az ivmeyle gelişen duygusal zekâsı sonucu robotlaşmasının ve maddecileşmesinin zevksizliğini ve bir kez başladığı zaman artık geri alınamaz olduğunu farkında değilse bile, duygularını yaşatacağı bir sığınak yaratmayı başarmıştı. Parmaklarıyla sürekli olarak hissediyordu: Şefkat, sevgi, titizlik, sabır, hassasiyet ve mecburiyet…
Terzinin duygularını, dolayısı ile insanlığını, belime, kalçama, dizime, baldırıma, ayak bileklerime sarmış ve bacak arama sıkıştırmış onlara şekil vermeye çalışırken; oyunun ana kahramanı terzi, üstümdekiler için, hiç farkında olmadan çoktan sondeyişini gerçekleştirmişti:
“Kısaltmanın ve daraltmanın geri dönüşü olmaz!”
[1] MARX Karl, 1844 El Yazmaları, Çev.: Murat Belge, Birikim Yayınları, İstanbul 2018, sf. 75-78