Türkiye’nin deprem meselesini bir zihniyet sorunu etrafında ele almak istiyorum. Başka türlü, çok daha şiddetli depremlerin görüldüğü Japonya örneğinin de kanıtladığı gibi, büyük yıkımların önüne geçilebilecekken Türkiye’de bu yönde politikaların yürütülmemesinin sebeplerini tam olarak kavramak mümkün olmayacaktır.
Her şeyden önce neredeyse bütün temel sorunlarını, çözümsüzlüğe mahkum etme pahasına, yokmuş gibi davranan bir siyasal ve kültürel gelenek hakimdir. Bu gelenek AKP’den çok önce var olan, dolayısıyla onu aşan ve devlet bürokrasisini, iktidarı ve muhalefetiyle siyasal partileri ve toplumu kapsayan geniş bir ortaklığın ürünüdür. Bu ortalık, özellikle devlet ve/veya siyasi partiler ile toplumsal kesimlerin belli konularda karşılıklı olarak sorumluluklardan vazgeçmeyi veya sorumluları görmezden gelmeyi içeren örtük bir uzlaşı üzerine kuruludur. Her iki taraf da kendilerine belli ödev ve hakları sağlayan modern bir devletin gerekliliklerini yerine getirme konusunda isteksiz davranmıştır.
Yine de Cumhuriyetin erken döneminde bir zihniyet değişikliği için yoğun bir çaba gösterildiğini belirtelim. Atatürk’ün ve çağdaşlarının sıklıkla dile getirdiği “muasır medeniyet düzeyi”ne ulaşma ideali, Cumhuriyetin medeniyetçi ve Aydınlanmacı görüşünün bir formülüydü. Doğadan kaynaklanan zorlukların, sınırların ve kısıtlamaların giderilebileceğine dair inancı içeren Aydınlanmacı görüş, insanın doğal afetlerin insafına bırakılması fikrini elbette kabul edemezdi. Bununla birlikte bu görüşün, gerçek anlamda bir zihniyet olarak siyaset kurumunda ve toplumda yer edindiğini söylemek güçtür.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e merkezi hükümetin, nüfusun çoğunluğunu oluşturan taşradaki etkinliğinin zayıf olması halkla uzlaşmayı gerektirdiğinden, bazı konularda yasalar ve teamüller çoğunlukla kağıt üzerinde kalıyordu. Dolayısıyla Cumhuriyetin aydınlatma ve medenileştirme projesi de eldeki olanakların kısıtlılığının yanı sıra toplumsal güç ilişkileri etkisiyle sekteye uğruyordu. Özellikle 1950’lerden itibaren serbest seçimlere geçilmesiyle birlikte politikacılar, uzun vadeli programlar yerine bayağı bir popülizm eşliğinde günü kurtarmaya yöneldi. “Milli irade”yi kutsallaştıran politikacılar, bu yolla halkın desteğini arkasına alarak birincil sorunların çözümüne yönelik bir irade ortaya koymak yerine kendi çıkarlarını öne çıkardı. Toplum da bu durumdan belli çıkarlar elde etmekteydi.
İmar affına yönelik yasaların çıkması bunun en önemli örneklerindendir. Halk kaçak kat ve binaları yapmakta ısrar etti, onun oyunu isteyen siyasetçiler de imar affı sözleri verdi. Her imar affı kaçak yapıların dolaylı bir teşvikçisi oldu ve bu bir kısır döngü halini aldı. Herkesin bir parçası olduğu bu hatalar zincirinde kimsenin, bir diğerini sorumlu tutmayacağı da açıktır. Sorumsuzluğun böylesine kök saldığı bir siyasal ve toplumsal zihniyet varken, büyük bedelleri olacak hatalardan kaçınılmasını beklemek ne derece gerçekçi olabilir ki?
Zihniyete vurgu yapıyorum, çünkü 17 Ağustos 1999 Marmara depremini yaşamış bir ülkede devlet ve toplumun başka hiçbir göstergeye veya uyarı(cı)ya ihtiyacı olmamalıydı. Oysa bu depremi yaşamanın getirdiği farkındalık, tıpkı yarattığı ani şok kadar geçiciydi. Deprem vergisi toplanmaya başladı, fakat bu vergiler amaçları dışında kullanıldı. Dahası imar afları birbirini izledi ve hiçbir önlem alınmadı.
***
AKP’nin rolü tam olarak burada başlıyor. 1950’lerden beri hiçbir partiye nasip olmayan uzun süreli iktidarında bu temel sorunun çözümü için etkili bir program yürütebilecek zamana ve güce sahipti. Ancak 2011 yılındaki Van Depremi de iktidarı alarma geçirmeye yetmedi. Muhalefetin de meseleyi hiçbir zaman ciddi bir politik mevzu haline getirmemesinin de etkisiyle başı rahat olan iktidar, Kanal İstanbul projesini sürekli gündeme getirdi ve yeni imar affı çıkardı.
İmar affı, oyuncu Hasan Kaçan’ın başrolünü oynadığı bir reklamla, vatandaşın mecburiyetine ve mahcubiyetine; devletin de “anlayışlı” bir baba olarak merhametine vurgu yapan sakil bir popülizm eşliğinde duyuruldu. Bu reklam, sözünü ettiğim zihniyetin tüm özelliklerini sergiliyordu.
Devlet ve toplumun karşılıklı olarak sorumluluklarını yerine getirmeme ve böylece bundan geçici faydalar edinme anlayışının yerleşmiş olması, deprem mevzuatı çerçevesinde binaların yapılmasını engellemektedir. Yapıların mevzuata uygunluğunu takip etmesi gereken belediyeler ile müteahhitler arasındaki rant ilişkisini de buna ekleyince mevzuatın bir kenara atılması kaçınılmaz hale gelmektedir. Buna vasıfsız bir siyasal muhalefet ve cılız bir toplumsal muhalefeti de eklediğimizde iş şansa kalmaktadır.
Fakat şans bizden yana değildi. Bir yıl önce 6 Şubat günü sabaha karşı çoğumuzun yüreğinde onarılmaz yaralar bırakan büyük bir depremle uyandık. On bir ilimizdeki yıkımlar sonucunda, resmi rakamlara göre 53 binin üzerinde yurttaş hayatını kaybetti. Depreme hiçbir hazırlığın yapılmadığı açıkça görüldü. Zaten çok geçmeden ülke seçim havasına girdi ve bu tantanayla meşgul olunurken deprem de unutuluverdi. Bu süre zarfında muhalefet de, iktidarın politikalarını etkileyecek ciddi bir girişimde bulunmadığı gibi kendi içinde kavgalarla uğraşıp durdu (ve uğraşıp durmaya devam etmektedir).
***
Bununla birlikte bir deprem ülkesinde hiçbir şey hiçbir şey geride bırakılamaz, çünkü her an bir başka depreme yakalanmak işten bile değildir. Nitekim eşikte Marmara Depremi durmaktadır. Naci Görür başta olmak üzere, uzmanlar yıllardır buna yönelik uyarı yapıyorlarsa da yetkililerin dinlemediği açıktır. 6 Şubat depremi gibi korkunç bir yıkım bile iktidarı, muhalefeti, toplumuyla bir ülkeyi harekete geçiremediğine göre buna şaşırmamak gerekir.
Böylesine bir kayıtsızlık varken ne yapmalı bilmiyorum? Elbette ki uzmanlarla birlikte bu duruma kayıtsız kalmayan aydınlar ve yurttaşlar var ve sayıları az değil, fakat çoğunluğun diktatörlüğü anlamına gelen “demokrasi” geleneğimizde etkileri oldukça sınırlı kalmaktadır. Üstelik popülist siyaset, en aşağı düzeyi öylesine yüceltti ki, uzmanlar ve aydınlanmış kimseler neredeyse bir nefret objesine dönüştürülmüş ve mantıklı sesler duyulamaz hale gelmiştir.
Bütün bunlara rağmen halkın sokaklarda, evlerde, kahvehanelerde, kafelerde, meyhanelerde, fakültelerde bir şekilde konuştuğu veya konuşmaya çekindiği bir deprem tehlikesinin farkında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Sorun şuradadır: Bu durum halkın politikacıları tedbir almaya zorlayacağı bir iradeye dönüşmemektedir. Politikacılar da inisiyatif alıp bu sorunu siyasetin ana gündemi haline getirememektedir. Toplum ve siyasetçiler kaderciliğe başvurarak hem endişeyle bir tür başa çıkma yöntemini hem de sorumluluktan kaçmanın yolunu bulmuştur. Böylece deprem meselesinde tedbirsizlik, sorumsuzluk ve cezasızlık bu yolla meşrulaştırılmaktadır.
***
21. yüzyılın ilk çeyreği dolmak üzereyken, kapıdaki tehlikenin büyüklüğü karşısında kayıtsızlığa teslim olmanın bir çılgınlık olduğunu gerçeğini değiştiremeyiz.
Bu bir çılgınlıktır, çünkü çok daha şiddetli depremlerin görüldüğü Japonya’da alınan tedbirlerin felaketlerin önüne geçtiği görüldükten sonra kadere teslim olmanın toplu bir intihardan veya cinayetten ne farkı olabilir? Felaketleri unutup hayata devam etmek belki insanların psikolojik sağlığı için yararlı olabilir, fakat tedbir alınmadan hangi felaketin önüne geçebilir?
6 Şubat depremi için “yüzyılın felaketi” veya “kaderin planı” gibi söylemlerin, olası depremler için tedbir alma konusunda hiç de teşvik edici olmadığını belirtmek gerekir. Zira sorumluluk alma veya sorumlu hissetme, beraberinde harekete geçmeye dair bir duygu ve farkındalığı getirmektedir. Dolayısıyla bir deprem ülkesinde psikolojik sağlığımızı korumak için ihtiyacımız tek şey depreme karşı gerekli önlemlerin alındığından emin olmaktır. Başka hiçbir şeyin ruhları teskin edebileceğini sanmıyorum.