Sahnede yaşar kıldığı her karakteri hiç ezilmeden, tüm incelikleriyle, dahası en sahici anlamıyla var ederek, su götürmez ustalığını her defasında kanıtlayan, Türk Tiyatrosu’nun gelmiş geçmiş en önemli oyuncularından unutulmaz biridir Ani İpekkaya.
Piyesin başından sonuna değin izleyicisini sürükleyen, onda binbir duyarlılığı çoğaltan bir oyun tekniğine sahiptir öncelikle. Zaten zaman içinde kendi seyircisini oluşturma nedenin altında yatan da bu uçsuz bucaksız sahne sempatisi ve yeteneğidir, bana göre. İnsanlığın baladını haykırmış, gözyaşlarını içine akıtmayı bilmiş, sevgi dolu bir kalp. Nasıl desem, yeryüzünde bir melektir, Ani İpekkaya.
Lacivert, eflatun, gri dumanlı gölgelere gümüş pullar serpen bir ilahe ya da…
Bir an durup, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yayın organı olan 1965 yılı baskısı Türk Tiyatrosu Mecmuası’nın elimdeki mevcut sayısına göz atıyorum. Ani ve Çetin İpekkaya’nın siyah beyaz portre fotoğrafları ve sayfanın hemen alt köşesinde “Şehir Tiyatrosu Ailesi’ne katılan iki sanatçı” başlığı..
Ani İpekkaya yerli, yabancı, çağdaş, klasik, trajedi, komedya her ne oynadıysa, büyük başarılara imza attı. Sahne, izleyici ilişkisini sağlamlaştıran yüksek sahne performansı, oyunculuğundaki zengin renk ve doku skalasıyla birleşip çoğul anlamlar üretiyor ve her rolü aynı başarıyla sergilemesini sağlıyordu.
Düşünüyorum da, Atacan Arseven’in belirttiği gibi:
“Atalarından bize kalan çok değerli bir mirastı” Ani Hanım… Dönemi itibariyle Türkiye Tiyatrosu’na varsıllık, mâna katmış bir sanatçı ayrıca.
Hani bazı roller vardır âdeta o rolü oynayan kişiyle özdeşleşen; Madam Olga, örneğin. Cesaret Ana, Hürrem Sultan, Madam Siranuş, Ana Hanım, Emilia, Mrs. Hortense Daigle, Rum Afrodit, Madam Marika, Hıranuş, Saadet Altın, Kontes Susanna.
Evet, bu karakterler var ya saydığım ve daha niceleri, Ani İpekkaya’nın yıllardır âdeta birer onur madalyası olarak taşıdığı, onları ancak ve sadece Ani İpekkaya oynayabilirdi zaten.
Ani İpekkaya’nın bir başka virtüözlük gösterisi olan, Halit Refiğ imzalı “Hanım” filmindeki Madam Siranuş yorumunu, hatırlıyorum şimdi. Gerçek oyunculara özgü o derin hassasiyet ve başarılı ruh çözümlemeleriyle, metni nasıl harf harf, sözcük sözcük, bir duygu sağanağı halinde ele aldığını görüyorduk bir defa daha. İşte, yaşadıkça beni terk etmeyecek o replikler ve o eşsiz oyunculuk:
“Ah mega asfas. Kimleri görüyorum? Buyurunuz, buyurunuz. Sıcak sular mı döksem, soğuk sular mı? Ne yapsam? (…) Hiç kimsede insaniyet kalmamıştır Hanımcığım. Ev benim, bahçe benim. Kimseye bir zararımız yok. Lakin insanlar birbirine düşmüştür. Gözü hep başkasında. Siranuş’un kedileri hepsinin derdi. Kimi belediyeye mektup yazar, polis gelir. Ben polisten korkarım. Kaç kedin var, diye sorar. Nasıl besliyorsun, diye sorar. Nereden buluyorsun, diye sorar. Ama en zoru bir oğlan peydahlandı buralarda. On iki yaşında bir çocuk. Allah’ım kimselere vermesin. Kedi boğan. Mahallenin çocukları onu Deli Cengiz diye çağırır oldular. Bulduğu kedinin ya bacağını ayırır ya kuyruğunu keser. Benimkilere saldırır. Manyak Siranuş deyi arkamdan bağırır. (…) Yok üzülmeyin, ben almam demiyorum. Nasıl almam? Birçoğunu böyle almışımdır. Getirirler. Aman Siranuş, sana emanet. Döner dönmez ararım seni. Aman Siranuş, çocuk hasta, bey kızıyor. Çocuk kendini azıcık toparlasın, adamın öfkesi geçsin. Neler, neler… Sonra ne arayan, ne soran. Unutulurlar. Bak şu Tekir, şu Samur, şu Huysuz Virjin. İşte bunlar unutululanlardan. İnsanlarda vefa kalmamıştır Hanımcığım. Bizim Bedros işte. Anasını unuttu…”
Her role derin bir boyut katan oyuncu kimliğiyle Ani İpekkaya sahnede, perdede ya da ekranda o karakteri yaşatmıyor, sanki yaşıyordu. O denli sahiciydi ve o denli yalın. Bir kimlikten diğerine yaman bir ustalıkla geçebiliyor, onlarca biyografiye imza atıyordu; ödünsüzdü. Gerektiğinde, direnmesini, sözünü söylemesini bilmişti. Dedim ya, Cesaret Ana’ydı o:
“Koşun kışlalara silah tutanlar.
Dökün kanınızı sağ kalanlar; Yoksa bu kavga biter..”
Dinmeyen alkış sağanağı.
Türlü insan duyarlılıklarını, hayatlarını her defasında farklı biçimde ele alan bir virtüöz var karşımızda. Ani İpekaya’yı dinliyoruz Yavuz Pak ile..
Birden Madam Olga çıkıp geliyor yanımıza: ‘Sivilizasyon’un gerçekte ne olmadığından, ‘istil’ farkından bahsediyor.
“Bak evladım. Kimi kadın herkeslerin altına yatak çarşafı gibi serilir. Piyasasını düşürür. Kimi de kendini dirhem dirhem satar. Açık artırmaya çıkar. En çok verenin üstünde kalır. Sonunda ömür boyunca aylık gelir sağlar…”
Altın bağlarla örülü bir dostlukları vardı Demet ve Haldun Taner çiftiyle. “Keşanlı Ali Destanı”nı izledikten sonra Haldun Taner, Ani Hanıma dönerek: ”Bu şarkıyı kimse sizin gibi yorumlayamazdı,” demişti.
“Sivilizasyon,
Ne fabrika demektir,
Ne de atom patlatıp
Dünyayı yere sermektir
Sivilizasyon
Etiket bilmek
Ve bunu tatbik edebilmektir.
Burnunu karıştırır, Ama zerafetlen
İstil ilen nezaketten
Sırtını kaşı
Yalnız iyi yakıştır
İstil ile nezaketle
Nezaketle atılan kazık
Kazık değildir artık.
Zerafetle yapılan zina Zina sayılmaz asla
İnsan her yerde aynı kumaş
Yalnız istili değişik biraz.
İstil ile nezaketlen, adam öldür suç olmaz.
Sivilizasyon
Ne fabrika demektir
Ne de atom patlatıp
Dünyayı yere sermektir.
Sivilizasyon
Etiket bilmek
Ve bunu tatbik edebilmektir.”
Sadece 1960, 70, 80, 90’ların değil, her daim tiyatromuzun vazgeçilmezi olarak kalmıştır Ani İpekkaya. Güçlü, atmosferi olan teatral oluşum içinde doruğa ulaşmak buydu işte. Dahası, yaşar kıldığı karakterlere dört oktavlık sesini en doğru biçimde lehimleyerek, her karakteri farklı şekilde ele alıyor, ses tınısı, tonlaması, vurgularıyla harikalar yaratıyordu. Belki de en önemlisi, her rolün farklı bir sesi olduğunu, olması gerektiğini öğretiyordu bizlere…
“Mercan Kolye” adlı televizyon filminde o iyilik dolu dadıyı, hatırladım birden. Gerçek yaşamdan hayale, hayalden gerçeğe hep o sade, incelik dolu, ustalıklı geçişler. Hayata salt onur, güzellik, bilgi, asalet kattığı tüm o sahne yılları, seyircisiyle ortak nabızda buluşmak, dorukta oyunculuk… Ani İpekkaya’yı sahnede defalarca izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki, seyirciyle arasında sabit bir anlaşma vardı sanki; bir tür organik bağ belki de. Sanat tarihimizde pek ender görülmüş bir bağdı bu, hiç kuşkusuz. Popüler olana, klişelerin ucuzluğuna hiç gönül indirmemişti. Yenilikçiydi.
Şık ve zarif Hıranuş, usulca döndü Ahmet Vefik Paşa’ya: “Ben de onu rica edecektim Paşam. Biraz da benim üzerimde durun. Beni analiz edin…”
Münir Özkul, Ani İpekkaya, Bilge Zobu, Şehime Erton, Necdet Yakın, Şener Şen, İlyas Salman, Birsen Kaplangı’dan ilk 1977’de izlemiştim “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nı.
“Dün Neredeydiniz?” ve “Ahududu”yu hatırlıyorum şimdi; kaç kez izlemiştim, kim bilir? Yedi, sekiz belki on ya da daha çok. O nasıl bir oyunculuktu? Nasıl bir üslup? Nasıl unuturum Müşfike ve Mürşide’yi? Reşat Altın’ın validesi, Saadet Altın’ı? Ya Lebriz Anne’yi?
Öncesi çok, çok öncesi..
Çocukluğu, Bakırköy’de, neredeyse ıhlamur ağaçlarıyla kaplı Pancar Sokak’ta geçmişti Ani İpekkaya’nın. Rum kökenli anne ile Ermeni kökenli bir babanın kızları olarak dünyaya gelmişti. Anneannesinin kökleri Rus ve Rum’du, büyükbabası ise Arnavut göçmeni. Farklı bir çocuktu Ani, yaşıtları gibi değildi. Çok hisliydi, taklit yeteneği güçlüydü. Öyle ki, henüz okula gitmediği halde eline aldığı kitabı, varsın sayfalarını ters tutuyor olsun, okur gibi yapar, çevresindekileri de buna kolayca inandırırdı. İstisnai kabiliyet olarak konservatuara gidip yine istisnai kabiliyet olarak mezun olmasınının nedenlerini belki de o senelerde aramak gerekir. Konservatuvarda okurken dört sezon boyunca Galatasaray Lisesi’nde amatör tiyatro oyunculuğu yaptı Ani İpekkaya. Steinbeck’in “Alev”, Jean Anouilh’un “Hırsızlar Balosu” o döneme ait… Sahi, dört oktavlık ses aralığı nedeniyle ille Şan Bölümü’nde eğitim almasını isteyen hocaları olmuşsa da, Ercüment Behzat Lav şiddetle karşı çıkar bu önerilere. Hatta, Şan Bölümü’nün yakınından bile geçmekten men eder öğrencisini. İyi ki öyle yapar…
Ve günlerden bir gün, Genç Oyuncular’ın arasında bulur kendini Ani İpekkaya. Genç Oyuncular’ın kadrosunda; Genco Erkal, Mehmet Akan, Ergun Köknar, Çetin İpekkaya, Atilla Alöge, Esen Kolgu, Çiğdem Selışık da yer almaktadır.
“Henüz konservatuvarda öğrenciyken, hocam Ahmet Kutsi Tecer elimden tutup Galatasaray Lisesi’ne götürdü. Orada da hocaydı kendisi. ‘Size kızımı emanet ediyorum’, dedi. Galatasaray benim için çok güzel oyunlarda yer aldığım bir deneyim süreci oldu, diyebilirim. Aynı süreçte Genç Oyuncular’la oynama başladım. ‘Woyzeck’i koymuşlardı sahneye ve ben Marie’yi oynamıştım. Bütün bir sene çalışıp maalesef sadece üç temsil verebilmiştik. Hatırlıyorum, siyah fon perdesinin önünde iki iskemle vardı. Perde açık ve oyuncular orada diziliyordu, sahnesi gelen rolünü oynuyor, sonra arkaya gidip bekliyordu sessizce. Bu, o tarihler için çok farklı, bir o kadar da aykırı ve önemli bir mizansen anlayışıydı hiç kuşkusuz. Mesela o oyunda ben ölüyordum rol gereği, sonra arkaya geçip sıram geldiğinde tekrar sahneye giriyordum ama seyirci bunu hiç yadırgamıyordu. Tiyatroda önemli bir gerçek vardır ki asla yadsınamaz: İyi sunarsanız seyirci her şeyi kabul eder ve benimser.”
“Araştırmacı tiyatroyu, her oyunu derin biçimde araştırmayı, analiz etmeyi Genç Oyuncular’da çalışırken öğrendim…Hani Latince’de bir deyim vardır, bilirsiniz: Ars longa, vita beris. Sanat sonsuza kadar, yaşamsa kısacık…”
1960’ların hemen başında Maxwell Anderson’un “Kötü Tohum” adlı eserinde yaşar kıldığı Mrs. Hortense Daigle rolüyle birden yıldızı parlar Ani İpekkaya’nın. Vedat Nedim Tör, Sabri Esat Siyavuşgil, İbrahim Hoyi başta olmak üzere pek çok değerli muharrir Ani İpekkaya’nın başarısından övgüyle bahseder.
Oraloğlu Tiyatrosu’nda “Kötü Tohum” ile oyunculuğu tescillenmiştir âdeta. “Bir yıldız doğmuştur” uçsuz bucaksız gökboşluklarında. Sırada Ergun Köknar, Asaf Çiğiltepe, Genco Erkal, Tolga Aşkıner, Çetin İpekkaya’nın kurduğu Arena Tiyatrosu yılları vardır. “Aslan Asker Schweik”, “Kral Übü”, “Başkalarının Kellesi” adlı oyunlarda rol alır Ani Hanım… Her başarısı bir sonrakinin eşiğidir artık. Alkışlar. Alkışlar.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda “Canlı Maymun Lokantası”, “Othello” ve neredeyse Ani İpekkaya adıyla özdeşleşen Madam Olga karakterine ruh üflediği “Keşanlı Ali Destanı” ile çıkar izleyicinin karşısına. Tiyatro izleme keyfini yaşatan, güçlü, disiplinli, ‘Bu oyun ancak böyle oynanabilir’ dedirten, sade, dengeli, tartımlı, doğal, kusursuz, sıradışı oyunculuğuyla tiyatro tarihimize çoktan silinmez bir imza atmıştır artık.
1857’de Arusyak Papazyan’ın sahneye çıkışının ardından.. Toto İrma Felekyan, Alis Manukyan, Elize Binemeciyan’a ne çok ödenemez gönül borçlarımız olduğunu düşünüyorum şimdi. Laf lafı açıyor. Ayrı gayrı nedir bilmeden büyüdüğü mahalleye dönüyoruz yine.
“Rumlar,Türkler, Ermeniler hep bir arada otururduk. Yılbaşını, bayramları, kandilleri hep beraber kutlardık. Sen, ben, öteki ayrımı yoktu hiç. Paskalya çörekleri, Ramazan pideleri.. Nasıl desem, güzel yıllardı…”
Bir an Yavuz ile göz göze geliyoruz. Evet, ikimiz de bu söyleşi hiç bitmesin istiyoruz; farkındayım. Saatlerce sürsün, hatta günlerce. Ani İpekkaya anlatsın, dinleyelim bütün o yılları.
Ve Kadıköy Tiyatrosu’nu kurar Ani-Çetin İpekkaya çifti. Cahit Atay’ın “Ana Hanım Kız Hanım” oyunuyla açarlar perdelerini. Ruhi Su müziğini yapar oyunun; sahi Ayşen Gruda da kadrodadır. Ana Hanım, yorumuyla Ani İpekkaya bir kez daha oyunculuk dersi verir. Âdeta, ’Tiyatro nedir, oyun nasıl oynanır, oyuncu rolüyle nasıl buluşur, karakter çözümlemesi nasıl yapılır?’ sorularının yanıtıdır sergilediği performans.
Yıldırım Önal da Kadıköy Tiyatrosu’na katılır çok geçmeden. “Tahta Çanaklar”, “Baba Evinde Hayat” adlı oyunlarda Önal ve İpekkaya bir kez daha harikalar yaratır. Yıldırım Önal’ın alkol sorunuyla baş etmek giderek zorlaşmaktadır ama. Kadıköy Tiyatrosu’nu sessiz sedasız kapatmaya karar verir Ani ve Çetin İpekkaya. Perde son kez iner.
Ve Şehir Tiyatrosu dönemi başlar…
Muhsin Ertuğrul, Ani ve Çetin İpekkaya’yı çok doğru biçimde değerlendirir. Başarılı yapımlarda yer alırlar. Ani İpekkaya “Figaro’nun Düğünü”, “Eşeğin Gölgesi”, “Kahvede Şenlik Var”, “Hürrem Sultan”, “Aç Sınıfın Laneti”, “Cesaret Ana ve Çocukları”, “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”, “Dün Neredeydiniz”, “İlk Gençliğim”, “Acaba Ölüm Bu Mu?”, “Ahududu” gibi oyunlarla fırtınalar estirir.
Musahipzade’den Cumalı’ya, Taner’den Brecht’e, Shephard’dan Kesselring’e, Haddeciyan’a bir yolculuktur bu. Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Şükriye Atav, Şaziye Moral, Semiha Berksoy ile paylaşılan sahneler… Anılar, fotoğraflar…
Başta Ercüment Behzat Lav, Melih Cevdet Anday, Ahmet Kutsi Tecer, Seyid Mısırlı, ‘O bir ilahtır!’ dediği Muhsin Ertuğrul başta olmak üzere çok değerli hocalarla, yönetmenlerle çalıştı Ani İpekkaya sanat hayatı boyunca. Kendi ifadesiyle hepsine medyun-u şükran duyuyordu.
Onun inci tanesi sözlerini hatırlıyorum:
“Hep söylerim, ben Osmanlı’ya ait oyunlarda beden dilini, bazı tipik duruş ve tavırları Vasfi Rıza Zobu’dan öğrendim, örneğin…
“Sahnede o anı yaşarsınız.. Rolümle özdeşleşirim ben… O artık rolüm değildir… Ben olmuştur… Kimi rollerin tesiri seneler geçse de kaybolmuyor,unutulmuyor…”
“Muhsin Bey, tiyatrodan ayrıldığında çok üzülmüştük. Dragos’taki evine gidip ‘Biz de sizinle ayrılmaya karar verdik,’ dediğimizde bir an susup söyle demişti: ‘Ben giderim, yine gelirim çocuklar ama siz perdeyi kapatamazsınız’. Hakikaten gitti, sonra yine geldi ve biz de perdeyi kapatmamış olduk.”
“Muhsin Bey, Sabahattin Kudret Aksal’ın ‘Kahvede Şenlik Var’ oyununu Çetin İpekkaya’nın sahneye koymasını istemişti. Bay, bayan ve garson rolleri vardı. Yarı absürd ve hafif koreografik, balemsi mizansenler istedi Çetin İpekkaya. Çünkü oyunun kendisi de öyleydi, şiirsel bir oyundu. Ankara Devlet Tiyatrosu da o sezon bu oyunu oynuyordu Gülgün Kutlu, Kerim Afşar’lı kadroyla. Onlar smokinli, fraklı, tuvaletli kostümlerle oynuyorlarmış. Bizse son derece sade ve gündelik giysiler içindeydik: Bay açık gri bir kostüm, kadın uzun bir elbise ve talebelik dönemini canlandırırken sade bir öğrenci kıyafeti giyiyordu. Bu o dönem pek bilinmeyen, cesaret edilmesi zor bir yenilikti aslında. Sabahattin Kudret Bey bizim oyunu izleyince Muhsin Ertuğrul’a gidip ‘Bu mizanseni beğenmedim, kostümleriyse hiç beğenmedim, Ankara’daki gibi olsun’ demiş ısrarlı bir biçimde. Muhsin Bey, ‘Piyesi Çetin İpekkaya’ya emanet ettim, sorumlusu odur, karışamam’ diye yanıtlamış. Sonunda Çetin’i çağırmışlar yanlarına, O da ‘Böyle yorumluyorum teksti’ demiş. Sabahattin Kudret Bey, ‘Alırım o zaman oyunumu’ deyince Muhsin Bey kaşlarını çatarak ‘Elbette, geri çekebilirsin’ diye yanıtlamış, kesin bir ifadeyle… Muhsin Bey gençlerin önünü açmak istiyordu, o yüzden de onların yaratıcılıklarına müdahale etmekten mümkün olduğunca hep kaçınıyordu. Nitekim piyes o haliyle oynandı. Büyük ilgi gördü. Nasıl desem, adeta bir mücevherdi o piyes. Düşünün Tokat’a turneye gitmiştik alkışlar kesilmek bilmiyordu tam yedi kez selama çıktık.”
Ne çok ‘ilk’e imza atmıştı Ani İpekkaya. Örneğin, Alfred Jarry’nin “Kral Übü”sü, Sam Shephard’ın “Aç Sınıfın Laneti”, Maxwell Anderson’un “Kötü Tohum”‘u. Ve asıl önemlisi 1977-78 sezonunda Tepebaşı Deneme Sahnesi’nde tam tamına dört saat yirmi dakika boyunca, sırtında kalın bir aba, ayakta postallar, sımsıkı bir tight ile sahnede kalarak, safkan ‘epik oyunculuk performansı’ sergilediği Bertold Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları”…
“Özellikle aydın çevrede büyük ses getirmişti, ‘Cesaret Ana’. Ayrıca, biliyor musunuz, dünyada bu rolü oynayan yedinci kadındım o tarihte. Muhsin Ertuğrul söylemişti bunu. Şimdi, nasıl desem, bu oyundan doğru dürüst bir fotoğrafım bile yok. Sadece Metin Deniz ve Ara Güler objektifine takılan birkaç fotoğraf o kadar. Oysa Tersa Giudice ‘Cesaret Ana’yı oynadığında İsviçre Hükümeti Giudice’in sanat yaşamını kitap haline getirmiş… Hatırlıyorum, Polonya Basını haber yapmıştı oyunu. Hatta pazartesi hariç her gün matine suare oynadığımı öğrendiklerinde ‘Peki ama, sendikanız nasıl izin veriyor bu kadar yorulmasına?’ diye bir soru yöneltmişlerdi.”
Susma zamanı… Susma ve yutkunma.
Tam da “Ahududu”nun rüzgârı tüm şiddetiyle eserken; Burçin Oraloğlu, Uğur Kıvılcım, Orhan Alkaya, Ani İpekkaya gibi adların figürasyon kadrosunda yer aldığını görür. Kırılmıştır. Hem de çok kırılmıştır. Bunca seneden, bunca başarıdan sonra hak etmemiştir o listede olmayı. Eve döndüğünde, kızının tüm itirazlarına rağmen, aldığı karardan dönmeyeceğini açıklar. İstifa dilekçesini yazar… Küs olarak ayrılır tiyatrodan. Şapkasını alıp gitmesini bilir… Eğilip, bükülmeden. Yüzünün akıyla…
Özetle; duyarlı, profesyonel oyunculuğu, benzersiz yorum gücüyle tiyatro denilen o tılsımlı kubbenin altında sedasını sonsuza taşımış ender sanatçılarımızdan biridir Ani İpekkaya. Hayatın, insanın tanığı ve belleği olmuştur yaşar kıldığı karakterlerle. Perde kapandıktan sonra dahi izleyicisinin beyninde seyrine devam edilen bir oyuncudur çünkü. Zaman içinde geliştirdiği, kalıplara sığmayan oyunculuk tekniğini, gözlem yeteneğiyle çoğaltmış, hiç aralıksız çalışmış, çalışmıştı. İkinci kez anne olmayı düşünmemişti bile… Oyunlar, projeler… Örneğin; 1987 yılı olmalıydı, Ani İpekkaya’nın yönettiği “Bencil Dev”i hayranlıkla izlemiştim.
“Buğulu bir cama ilk ne yazardınız,” diyorum son olarak. Hiç duraksamadan, düşünmeden, bir çırpıda “Özgürlük”, diyor. Sadece özgürlük. Yetmez mi?
Ani İpekkaya en son Üstün Akmen 2023 -2024 Tiyatro Ödülleri kapsamında “Tiyatro Emek Ödülü”ne değer bulundu. Hatıralarını yazıyor, zarafeti, billur kalbi, içtenliğiyle bizlere ışık saçmaya, yepyeni duyarlıklar armağan etmeye devam ediyor.