Jose Ortega y Gasset’nin yapıtları dilimize çevrilmeye devam ediyor. Sistem Olarak Tarih adlı eseri de Neyyire Gül Işık tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Işık’ın daha önce Ortega y Gasset’nin Tarihsel Bunalım ve İnsan, İnsan ve Herkes, Kitlelerin Ayaklanması gibi kitaplarını da çevirmiş olduğunu ve bu önemli İspanyol filozofun ülkemizde tanınmasında büyük rol oynadığını söyleyebiliriz.
Ortega y Gasset külliyatı böyle başarılı çevirilerle giderek çoğalırken, filozof hakkındaki akademik çalışmaların durumunun da incelenmesi gerekir. Dergilerdeki bazı makaleler dışında Mustafa Cihan’ın kaleme aldığı Jose Ortega y Gasset’de İnsan ve Tarih Felsefesi adlı çalışma dışında kitaplaşmış başka inceleme yok sanırım.
Sistem Olarak Tarih oldukça sarsıntılı, bunalımlı bir süreçte yazılmış ve yayınlanmış bir kitaptır. “Sunuş” yazısında kitabın yazılma ve yayınlanma süreciyle birlikte Ortega’nın felsefesinin ana nitelikleri konusunda bazı değinilerde bulunan Işık’a göre, bu kitap, Ortega’nın “düşünsel evriminin en kapsamlı felsefi projesinin anahatlarını içermektedir.”(s.ix)
Ortega’nın anahtar kavramlarının başında “tarih” gelir. Çünkü tarih, insanı oluşturan bir süreçtir, insanın deneyimlerinden oluşur. Ortega, insan yaşamının tarih bağlamında temel bir gerçek olmasının gerekçesini şöyle açıklar: “İnsan yaşamının en basit, ama aynı zamanda en önemli özelliği, yaşantısında tutunabilmek için insanın tek çaresinin bir şeyler yapar durumda olmasıdır. Yaşam bize sunulmuş olan bir şeydir, öyle ya, kendi kendimize biz sunamayız onu, kendimizi apansız, nasıl olduğunu bilemeden yaşamın içinde buluveririz. Ancak bize sunulmuş olan yaşam yapılıp bitmiş durumda değildir, onu biz yapıp yakıştırmak durumunda kalırız, her birimiz kendi yaşamını.”(s. 3) Ancak bir şeyler yapmak için insanın kanıları, inançları olması gerekir. Ortega’ya göre, yaşam ve inançlar arasındaki bağıntının önemi, kişinin yapacağı seçimlerde, bir şeyi, bir etkinliği diğerine yeğ tutmada görünür. “Bu nedenle her insan her an bir kanıda olmak zorundadır, yaşamının yapısı her şeyden önce sahip olduğu kanılara bağlıdır; insanlığın en keskin değişimleri de kanıların değişimidir, inanışların güçlenmesi ya da zayıflamasıdır.”(s. 4) Bu bağlamda Ortega, kanıların, inançların belli bir yapı ve sistem oluşturduklarını, bundan dolayı da insan yaşamını tanıma olanağını sağladıklarını belirtir: “Bir insan varlığına –bir kişinin, bir halkın, bir çağın yaşamına- tanı koymaya onun kanılar sistemini ortaya çıkarmakla başlanmalı ve bu amaçla her şeyden önce, temel, kesin nitelikli, tüm öteki kanıları taşıyan ve onlara hayat veren inanışın hangisi olduğu belirlenmelidir.”(s. 5)
Bugünkü inanç ve kanıların durumunu daha öncekilerle karşılaştırmanın, tarihsel değişimi ortaya koyacağını belirten ve bu konuda Avrupa insanının inançlarında ve zihniyetindeki değişimlere odaklanan Ortega, XVI. Yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın başlangıcına kadarki süreçte dikkati çeken bir husus olarak, “insanların akla iman etmiş olarak yaşamaları”nı sorgular. Bu bağlamda Descartes’in Yöntem Üzerine Konuşma adlı eseri, Ortega’ya göre, Yeni çağın klasik programını oluşturur.(s. 6) Rasyonalizmin doğuşunu haber veren bu kitaptaki düşünceler, düşünme tarzı ve ayrıca ruh hali ile kendi dönemi arasında önemli farklılıkların bulunduğunu belirten Ortega, Descartes’ta “matematiksel aklın” yer aldığını ve söz konusu aklın aynı zamanda Batılı insanın evreni kavrayışında belirleyici olduğunu söyler. “Descartes’ın felsefe yaptığı XVI. Yüzyılın son yıllarıyla XVII. Yüzyılın ilk yıllarında Batılı insan evrenin mantıksal bir yapısı bulunduğuna inanıyordu, yani onun gözünde gerçeğin düzeni insan zihninin düzeniyle örtüşüyordu, insan zihninin en saf biçimiyle(…): Matematiksel akılla yani.”(s. 7)
Ortaçağda vahye inanmanın yaşamın temelini oluşturduğunu belirten Ortega, modern dönemde akla ve bilime duyulan inancın güçlendiğini ama 20. yüzyılın başında, bu inancın da zayıfladığını söyler. Bilime duyulan inancı zayıflamasının nedeni Ortega’ya göre, insanlığın geçirdiği büyük değişimler konusunda söyleyebileceği hiçbir kesin şeyi olmamasıdır. “Bu öylesine önemli bir durum ki, nedenini kendiliğinden önümüze seriveriyor. Çünkü bilimin, modern insanın toplumsal inancını bağladığı aklın, kesin konuşulduğunda yalnızca fizik-matematik bilimi, bir de ona yaslanan, daha zayıf olmakla birlikte onun başarılarından yararlanan biyoloji bilimi olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Kısacası, ikisini bir araya getirirsek, doğalcı bilim ya da doğalcı akıl.”(s. 12)
Doğalcı bilim ve akla yönelik saptama ve eleştiriler, bir bakıma pozitivist bilim modelinin de eleştirisi demektir. Bu bağlamda daha önce Dilthey’ın pozitivizme yönelik eleştirileriyle şekillenmeye başlayan “tarihsel akıl” anlayışının Ortega tarafından da kendine özgü biçimde sürdürüldüğünü görebiliriz. Önceden saptanmış yöntemlere tapınmayı “bağnaz bilimsel inanç” olarak değerlendiren Ortega, alışılmış bilimin “yöntemlerine uymadığı için hiç el atmadığı sorunlarla dolu” olduğunu belirtir.(s. 14) Bu noktada “fiziksel akıl”ın insan üstüne açık seçik hiçbir şey söyleyemediğinin kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Ortega, burada, kendisine başvurulması gereken aklın niteliği konusunda şunların altını çizer: “insana ilişkin konuları fiziksel ve doğalcı biçimde işleme radikalizminden vazgeçmeliyiz. Öyle yapmak yerine, insana ilişkin olan şeyleri gördüğümüz gibi, kendiliğinden yolumuza çıktıkları biçimiyle alalım. Ya da bir başka deyişle: Fiziksel aklın bozguna uğraması yaşamsal ve tarihsel aklın yolunu açıyor bize.”(s. 15)
Fiziksel aklın insanı yaşam deneyimleri bağlamında ele alma imkanı vermediği için başarısızlığa uğradığını söyleyebiliriz. Bu noktada Ortega’nın “doğa” kavramını insana ilişkin olarak kullanmaya karşı çıktığını ve “insan doğası” düşüncesini eleştirdiğini görürüz: “Sözün kısası, insanoğlunun doğası yoktur…Tarihi vardır. Ya da aynı kapıya çıkan: Doğa ile nesnelerin arasında ne ilişki varsa –gerçekleştirilmiş işler olarak- tarih ile insan arasında da aynısı vardır.”(s. 39) Oysa doğalcı/fiziksel akıl insanı irdelemeye çalıştığında, “kendi kendisiyle tutarlı olarak, insanın doğasını açığa çıkarmaya çalışır. (…) İnsani konular fiziksel-matematiksel akıldan sepete dökülmüş su gibi kaçar gider.”(s. 16) Doğa bilimlerinin ve dayandıkları akılsallık anlayışının, şeylere/nesnelere yönelik ortaya koydukları başarılara karşın, insana özgü konularda bozguna uğramalarının nedeni ise, hermeneutik düşünce geleneği tarafından da sıkça vurgulanan bir ayrım/farklılıktır, nesneler/şeyler ile insanlar arasında ya da doğa ve kültür arasında. Bu bağlamda Ortega’nın insanı doğal bir şeymiş gibi incelemeye karşı çıktığı görülür. “Tüm nesneler fiziksel akla sırlarının büyük bölümünü sundukları halde, nasıl oluyor da yalnızca o öylesine direnmekte? Derin ve kökten bir nedeni olmalı; belki de düpedüz şudur: İnsan bir nesne değildir, insan doğasından söz etmek hatadır, insanın doğası yoktur.”(s. 17)
Ortega, insanı yaşam deneyimlerine bağlı olarak ele aldığından, onun bir nesne olarak görülemeyeceğini ve bundan dolayı “onu maddesel olguları açıklamakta yararlandıklarımızdan tümüyle farklı kategoriler, farklı kavramlar çerçevesinde irdelemeye karar verme”miz gerektiğini söyler. Onun bu bağlamda tarihsel ve yaşamsal akıl kavramına dayandığını görürüz. Antik Yunandan günümüze kadar akıl ve tarih kavramları arasındaki karşıtlıkları ve ilişkileri gözden geçiren Ortega’nın sözleri, akıl ve tarih arasında yeni bir konumlandırmayı ifade eder: “Tarihin içerdiği özgün ve kendine özel aklı bulup çıkarmak. ‘Tarihsel akıl’ deyimi bu nedenle olanca kesinliğiyle anlaşılmalıdır. Tarihte somutlaşır gibi görünen bir tarih-dışı akıl değil, doğrudan doğruya insanın başına gelmiş olan ve onun öz aklını oluşturan şey, insanın kurallarını aşan ve kurallarının ötesinde, insanın ta kendisi olan bir gerçeğin ifşası.”(s. 49)