Büyük gün geldi. Ankara’daki yorucu işimiz bitti.
Vakit şimdi İstanbul’a dönme vaktidir. İstikamet ise Büyükada’dır.
Bir dostumuz bizi hafta sonu boyunca buradaki havuzlu evinde ağırlayacaktır. Elbette ki bu kısa tatil teklifi reddedilemezdi. Kendisine müteşekkiriz…
Bilakis Büyükada’nın meşhur pastanesinde kahvaltı yapma fikri bu işin en can alıcı tarafıdır. Büyükada Pastanesi’nin kremalı börekleri işte bu yolculuğun sonundaki adeta büyük ödüldür.
Fakat yolculuğumuzun sonundaki bu güzel ödül sebebiyle kolay geçtiği sanılmasın. Öyle ki dört saati aşkın tren yolculuğu saatlerce ayakta beklemek gibidir. Yolculuğun sonunda insanın yürümeye takati kalmaz, bedeni garip bir uyuşukluk hâline esir olur. Bu yolculuğu bir nebze daha rahat kılan yegâne çözüm ise kuşkusuz bilet için iki yüz on beş lira fazla ödemek koşuluyla “business” kompartımanındaki daha geniş, deri ve konforlu koltuklarda yer ayırtmaktır.
Doğrusu biletimizi son gün aldığımız için çok fazla yer seçeneğimiz yoktu. Yine de kendimizi şanslı saymalıyız… Nitekim sadece bu özel bölümde, genellikle trenin sadece krema tabakasının yer aldığı bu vagonda yer vardı. Fırsat bu fırsat, hakkımızı hemen tekli koltuktan yana kullandık.
Yeri gelmişken söylememek olmaz: Saat burjuvazinin olmazsa olmazıdır. Son dakikada ve plansız iş yapmak ise kabul görür şey değildir. Özellikle burjuvazinin ve kremanın dolup taştığı bu vagonda tüm zamansızlığımıza ve plansızlığımıza rağmen yer bulmak ise pek şaşılası bir durumdur hani…
Hâsılı tek kişilik deri koltuğumuza oturduk. Ortamda herhangi bir pis koku yoktur. Havası da fena değildir. Gürültü yoktur… Güzel!
Trenimiz şimdi Eskişehir’e doğru yol almaktadır. Yolculuğun bu bölümünde bitmek bilmeyen tünellerden geçeriz. Bu durum business bölümünde oturanlar içinse iyi bir gelişmedir. Çay ve yiyecek servisi yaklaşıyor anlamına gelir. Yiyecek servisi denince akıllara büyük bir şey gelmesin tabii: Hakkımız küçük bir dilim kek ve arasında salça bile bulunmayan, sadece incecik bir dilim kaşar olan yavan ekmekli küçük bir sandviçtir. Yolcular kremadır fakat hakları belli ki ince bir dilim kaşardan ibarettir! Olsun… Çay ile iyi gider. Üstelik bunu bulamayan da var öyle değil mi?
Genellikle yemek işi hallolduktan sonra yolcuların gerçek yüzü ortaya çıkar. Ne de olsa artık oyalanılabilecek çok az şey kalmıştır. İnsan böyle zamanlarda kendine bir meşgale bulmak zorundadır aksi hâlde keçileri kaçırır. Şimdi kimisi telefonundan bir şeyler izlemektedir. Kimisi dizüstü bilgisayarını kurcalamaktadır. Bazısı kitap okumaktadır. Böyle bir zamanda resim yapanı bile çıkar. Kimisiyse sadece etrafında olup biteni izler. Kuşkusuz bu türden bir yolcu sanki herhangi bir tuhaf olayı fark etme umudunu taşımaktadır.
Nitekim ilginç bir olay gerçekten de yaşandı. Yaklaşık iki saat boyunca bir adam esasında çok da sesli sayılmayacak bir biçimde telefonda konuştu. Elbette ki bu adamın yakınında oturan fakat kulaklığı olmayan diğer yolcuların canlarının bu işten sıkılması pek muhtemeldi. Adam saatlerce kızının İngiltere’ye gittiğinden, orada bir senfoni orkestrasında keman virtüözü olarak yer aldığından, klasik müzik ve caz tarihinden, çeşitli orkestralardan ve “quartet”lerden yahut “trio”lardan bahsedip durdu. Söylediğine göre kendisi ve hatta büyükbabası bile müzisyenmiş. Bu iş onlarda aile geleneğiymiş. Nesillerdir devam ediyormuş…
Konuşması boyunca adamın yüzündeki burnu havada ve kendinden emin ifadesi elbette ki hiç düşmedi. Adamın bir yanında ona imrenerek ve onu takdir ederek kaçamak bakışlar fırlatan bir kadın diğer yanında ise sinirinden çatlamak üzere olan bir delikanlı vardı. Delikanlı epey gergin gözüküyordu. Oflayıp pofluyor, içinden sürekli olarak bu adam hakkında söyleniyordu. Oyalanacak bir şey bulamamanın getirdiği stres ise onun huzursuzluğunu giderek tırmandırıyordu. Delikanlı iki saat içerisinde en az altı kez yerinden kalkıp, içeriye yürüyüp geri geldi, birçok kez vagon boyunca volta attı ama mevzubahis adamın telefon konuşması hiç bitmedi. Delikanlı yerine oturduktan sonra en fazla otuz dakika daha dayanabildi. Sonunda bir anda adamın kolunu dürttü.
“Yeter be abicim artık, yeter!” diye bağırdı. “Sikecem Londra’nı da müziğini de! Dır, dır, dır, dır… Kulağımı siktin. Yeter ya!”
İlgilendikleri şeye odaklanmış vaziyetteki onlarca insan bir anda yerinden sıçrayıp kafasını bu yöne çevirdi. Adam ise duyduklarına çok şaşırmıştı. Fakat sakinliğini hiç bozmadan cevap verdi:
“Ben gereğinden yüksek sesle konuştuğumu düşünmüyorum… Bir sorununuz varsa vagon görevlisini çağırabilirsiniz.”
Delikanlı cevap verdiyse bile adam hiç oralı olmadı. Bu esnada adamın yanındaki kadın söz aldı. “Ben beyefendinin yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorum. Sizin kendinizle ilgili bir iç huzursuzluğunuz var herhalde. Baksanıza adam saygıdeğer bir sanat insanı… Biraz anlayışlı olun lütfen! Terbiyesizlik etmeyin!” dedi.
Kadınla adam arasındaki bu dayanışma adamı epey memnun etmişti. Müzisyen adamın saygınlığı iyice artmıştı. Delikanlı ise sonunda sinirli bir şekilde kafeteryanın bulunduğu vagona gitti. İşte böylelikle ailesindeki geleneği başarılı şekilde sürdüren adam yaptığı işin bir nevi kremasını yemiş oldu. Delikanlının payına düşen ise ince bir dilim kaşar peyniriydi!
Şanslıyız ki tren yolculuğumuzun geri kalanı sorunsuz geçti. Tıngır mıngır Bostancı’ya kadar gelebildik. Şimdi trenimiz istasyonda durduğuna ve çantamızı sırtladığımıza göre yolculuğun bir sonraki aşamasının geldiğini anlıyoruz.
İnsanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin akıl olduğu söylenir. Fakat yarışın başlaması ile “staring box”dan fırlayan atlar gibi itişip kakışarak vapura doğru koşuşturan insanlar, görenleri bu konuda şüpheye düşürecek türdendir. İşte böylesi bir mücadelenin ardından sonunda biz de sağ salim kendimize bir yer edindik. Vapurun yaz günlerindeki en krema yerine, denize yakın bir kenara oturduk.
Şimdi İstanbul anakarası karşımızda gitgide küçülmektedir. Manzara güzel. Yumuşak ve serin bir esinti yüzümüze çarptıkça bize huzur vermektedir… Harika! Üstüne üstlük bu sırada özgün, parlak, ilgi çekici bir ses de kulaklarımızı okşamaktadır. Bir kadın yanı başımızda bir Karadeniz türküsü söylemektedir: “Şafak söktüğünde – yere düşen kar – yanık gönlümün…”
Maalesef bu türkü birilerinin hoşuna gitmemiş olacak ki, tıpkı trendeki delikanlı gibi bu kez de orta yaşlarındaki bir adam türkücü kadının sözünü aniden kesti, ona sertçe çıkıştı: “Hanımefendi, hanımefendi!” dedi. “Kafamız şişti yahu. Şunun şurasında sessiz, huzurlu bir vapur yolculuğu yapıyoruz … Burnumuzdan getirdin. Ötede bir yerde söyle!”
Onun bu sözlerinden sonra herkes donup kalmıştı tabii. Şimdi tüm gözler bu kadın ile adamın üzerindeydi. Kadın söz aldı ve sinirli bir şekilde “Sana ne be adam! Açık alanda şarkı söylüyorum; sana mı soracağım, buna hakkım yok mu?” dedi.
Kadın sertçe çıkışınca adam biraz yumuşamıştı fakat lafını yine de esirgemedi. “Hakkın var diye kullanmak zorunda mısın? Başkalarını rahatsız edecek şekilde yapma!” dedi.
Kadın iyice sinirlenmişti. Avazı çıktığınca “Sana mı soracağım be!” diye bağırdı ve şarkısını söylemeye devam etti.
Sonunda adam ayağa kalkıp kadına iyice yaklaştı. Herkes adamın kadına bir şey yapacağından korkarken adam arkasını kadına dönüp hiç beklenmedik bir karşılık verdi: “Al o zaman…” dedi. “Ben de ayıp olmasına rağmen yasak olmayanı yapıyorum, hakkımı kullanıyorum!” Bir anda gürültülü bir şekilde kadına doğru gaz çıkardı.
Kadın bir anda sustu. Öğürmeye başladı. “İğrenç, hayvan herif!” diye bağırdı.
Bu esnada bizimle aynı hizada oturan bir başka adam bu terbiyesiz adama saldıracak kadar öfkelenmişti. “Defol lan buradan, siktir git!” diye tehditkâr bir şekilde bağırdı. Gaz çıkaran adam korkmuş ve biraz da utanmış olacak ki, hiç cevap vermeden sıranın en sonuna kaçarcasına ilerledi. Köşeye oturup kulaklığını taktı ve telefonunda bir şeyler izlemeye koyuldu. Bu esnada bir başka kadın hafifçe ayağa kalkıp türkü söyleyen kadına seslendi:
“Siz şarkınızı söyleyin lütfen hanımefendi. Ben çok keyif alıyordum!”. Türkü söyleyen kadın bundan çok gurur duymuş olacak ki bu işi yapmaya son ses devam etti. Sonunda herkes onun bu performansını ayakta alkışladı.
Kadının türküsü bittikten sonra başka bir kadınla aralarında geçen konuşmaya kulak misafiri olunca anladık ki mevzubahis türkücü hanımefendi memleketi Trabzon’da epey tanınmış bir sanatçıymış. Az önce işittiğimiz türkü ise onun kendi bestesiymiş. Üstelik kadının annesi ve dedesi bile sanatçıymış. Tam üç nesildir Trabzon’un yayla şenliklerinde yer alıp türküler söylerlermiş.
Uzun lafın kısası, bu hanımefendi de devam ettirdiği geleneği sayesinde krema değilse bile Trabzon’un meşhur üst kalite tereyağından ziyadesiyle yiyenlerdendir.
Vapur henüz iskeleye yanaşmamışken biz erken davranıp ayaklandık, telefonunda bir şeyler izleyen gazcı adamımız köşede otururken onun yanından geçtik. Adamın ne seyrettiğini merak etmemek mümkün değildi… Başka çare yoktu: ekranına göz ucuyla şöyle bir baktık… Adamımız Tolgshow izliyordu. Meşhur oyuncu – komedyen Tolga Çevik ve konuğu manken Çağla Şikel sahnedeydi. İzleyenler iyi bilirler, bu bölüm de Tolga Çevik’in diğer pek çok skeci gibi yine eğlenceliydi. Değinmezsek olmaz; Çağla Şikel annesinin de eskiden bir model olduğunu kendi ağzıyla işte bu bölümde söylemişti. Anlaşılacağı üzere Çağla Şikel de bir geleneği devam ettirenlerdendir. Şimdi hâli vakti pek yerindendir ve onu tanımayan yoktur. O da fena krema değildir hani… Crème de la crème!
Tren yolculuğumuzdan bu yana, yanı başımızdan geleneklerini devam ettirenler ve bundan nemalananlar hiç eksik olmadı. İşte biz bunları düşünürken, vapurumuz limana çoktan yanaşmıştı. Şimdi arkamızda Büyükada, önümüzde İstanbul uzanmaktadır. Sahiden hem İstanbul anakarası hem de Büyükada işte bu türden insanlara ne çok tanıklık etmiştir?
Ressam Fahrünnisa Zeyd, Büyükada’da Şakir Paşa Ailesi’nin köşkünde doğmuştur. Bu ailede yok yoktur. Cevat Şakir, Aliye Berger, Şirin ve Nejat Devrim, Füreya Koral gibi birçok sanatçının işte bu aileden olduğu bilinir. Görünüşe bakılırsa sanat onlar için bir aile geleneğidir. Kemal Sunal’ın oğlu Ali Sunal, Sadri Alışık’ın oğlu Kerem Alışık ve daha nicesinde de yine benzer bir durum bulunabilir. Birçoğu toplumun kremasıdır…
Vapurumuz Büyükada’ya yanaştığına ve söz dönüp dolaşıp yine kremaya geldiğine göre artık biraz da Büyükada Pastanesi’nden bahsetmek gerekir.
Mevzubahis meşhur pastaneyi 1960’larda Niko Mundi kurmuştur. Ne yazık ki kendisi bugün aramızda değildir, 2014’te hayata veda etmiştir. Fakat pastane kurulduğu günden bu yana arkasında adeta bir miras bırakmıştır. Elbette bunda Mundi’nin eski çırağı, pastanenin bugünkü sorumlusu Hüseyin Karayaprak’ın payı çok büyüktür. Öyle ki Erzincan’dan İstanbul’a göç eden işçi ailenin sekiz çocuğundan ikincisi olan Hüseyin Bey, 1978 yılından itibaren Niko Mundi ile dirsek dirseğe çalışmış, işin inceliklerini öğrenmiş ve Niko Mundi işi bıraktıktan sonra bu işi hepten sahiplenmiş ve devam ettirmiştir. Hüseyin Bey de babasının değilse bile babası gibi gördüğü Niko Mundi’nin mirasını yani bir geleneği devam ettirenlerdendir…
Öyle ki bugün çeşit çeşit börek, poğaça ve pasta adanın çok ötesine nam salmış hatta birçok yazıya bile konu olmuştur. Pastanenin kremalı börekleri çok lezzetlidir. Puanı on üzerinden ondur! Bilakis adalılar için burada kahvaltı yapmak, sabahın ilk ışıklarıyla çıkan taze böreklerden yemek yaygın bir gelenektir. Sadece lezzetinden değil, işte biraz da ardında barındırdığı bu gelenekten ötürü bunca yola ve beklemeye değerdir.
Açıkçası börekler bu işin biraz da bahanesidir… Asıl mesele kremasıdır.