Sokakta yaşayan insanlara imrenen, onlar gibi bir hayat sürmek isteyen bir arkadaşım var. Aynı anda üç-dört topu havada tutmaya çalışan jonglörler gibi o da uzun zamandır birkaç işi aynı anda idare etmeye çalışıyor. Yorgun. Onun yerinde kim olsa her şeyi bırakıp kaçmak ister.
Onu bir sokak insanı olarak tahayyül etmek zor değil: Orada, taşın üzerine kıvrılmış, kafası yeni bitirdiği bir şişe şarapla dumanlı; biz, modern hayatın kölelerine kendinden hoşnut bir gülümsemeyle uzaklardan bakıyor…
Ona bunu, sokak insanı olarak hayalimdeki görüntüsünün ne kadar mutlu göründüğünü söyleyemem. Laf aramızda, ortak üstlendiğimiz bir iş var, sokağa düşmesini istemem. Üniversite çağında iki oğlu ve taksitlerini ödemek zorunda olduğu bir banka kredisi olduğunu hatırlatıyorum, onun yerine.
Sokakta yaşama arzusunu hiçbir zaman gerçeğe çevireceğini sanmam. Ne de olsa mantıklı biri. Ama buna kefil olur musun, derseniz, hayır, olmam. Görüyorum ki, öyle bir potansiyeli var.
Parası için yaşlı bir kadını baltayla öldürebilecek veya hoppa sevgilisi için babasının canına kastedebilecek hiç kimseyi tanımadım. Ama çevremde düşen veya her an düşebilecek çok insan var.
Paul Auster romanlarının gücü bana kalırsa modern insanın en büyük korkularından birini, kendini kaybetme, düşme korkusunu çok iyi anlatabilmekte gizlidir. Sokakta yatıp kalkmak isteyen arkadaşımın, hiçbir şey yapmadan günlerce kitap okuyan ve yavaş yavaş dünyadan kopan Ay Sarayı’nın kahramanı Marco Stanley Fogg’dan pek bir farkı yok mesela.
İyi denebilecek bir işi, mutlu bir ailesi varken kendisini uyuşturucunun kollarına bırakan ve erken yaşta sersefil ölen A.’nın, üniversitede sınıfın en parlak öğrencilerinden biriyken iş hayatına ayak uyduramayan ve kendini yollara vuran Timbuktu’nun kahramanı Willy G Christmas’dan…
Hamamlar üzerine beğeni toplayan bir kitap yazan, yol üstü lokantaları üzerine bir yenisini yazmaya hazırlanırken, çılgınca bir radikalizme savrulan ve genç denebilecek bir yaşta öldürülen O.’nun, gelecek vadeden genç bir şairken Amerikan devletine savaş açan Leviathan’ın kahramanı Benjamin Sachs’tan…
Arkadaş grubumuzun en çok kitap okuyanı, en bilgili üyesiyken bir gün ortadan kaybolan ve günler sonra kendinden geçmiş bir halde İstanbul’un ücra bir semtinde bulunan Ç.’nin, kim olduğunu bilmediği birini takip ederken yavaş yavaş bilincini yitiren Cam Kent’in kahramanı Daniel Quinn’den…
Bir eskorta aşık olup önce ailesini sonra işini yitiren S.’nin Şans Müziği’nin kahramanı Jim Nashe’dan…
Neden her gün aynı saatte işe gidiyoruz? Neden bazı günler işe değil de deniz kenarına gitmiyoruz? Toplantılarda çalışanlara hakaret eden o lanet olası genel müdürün gözünün üzerine neden bir tane vurmuyoruz? Neden İstanbul’un ücra semtindeki iki göz daire için her ay binlerce lira kredi taksidi ödüyoruz da, şehir merkezinde kentsel dönüşüm kapsamında yenilenen ama krizde alıcı bulamadığı için boş duran evlerden birini işgal edip yerleşmiyoruz?
Çünkü bunlardan birini yaparsak kendimizi kaybetmiş, düşmüş oluruz. İnsan bir kez düşkünlükle, delilikle damgalanmaya görsün…
Auster’ı okurken kendimizden korkarız çünkü pek çoğumuzun içinde her şeyi bırakıp kaçmak, geceyi evde değil şu taşın üzerinde geçirmek, çalışanlara hakaret eden o müdürün suratına bir tane patlatmak isteyen biri var.
Gelecek kaygısı, kanun, nizam, aile diye bir şey bilmeyen ilkel bir vahşi o. Bizi uçuruma götürecek şeyler arzulayıp duruyor hep. Onu kontrol altında tutabilmek için büyük bir enerji harcıyoruz. Kavramsal sanatçı Jenny Holzer’ın 1981’de New York’un Times Meydanı’ndaki billboard’da sergilediği ünlü işte dediği gibi: “Beni arzuladığım şeyden koru.” (“Protect me from what I want”.)
İşte bu korku, düşme, kendini kaybetme, delilikle damgalanma korkusu saçma bir hayatı sorgusuz sualsiz sürdürmemizi sağlıyor.
Müdürlerine sinirlenip, yoksulluğu, açlığı umursamadan istifayı nasıl bastığını anlatan internet fenomenini hatırlıyor musunuz? Videoyu seyrederken bir yandan ne kadar şuursuz biri olduğunu düşünürken bir yandan da gizli gizli onun yerinde olmayı arzulamadınız mı siz de?
Bu çağda kimse parası için yaşlı bir kadını baltayla öldürmez veya hoppa sevgilisi için kimse babasının canına kastetmez. Ya da neredeyse kimse.
Ama o lanet olası müdürün gözünün üzerine herkes bir yumruk patlatabilir.
Bunu hiçbir zaman yapmayacağınızın, bir gün işe değil denize gitmeyeceğinizin, biraz okumak için oturduğunuz koltuktan haftalarca kalkmayacağınızın, yıllarca çalışıp didinerek inşa ettiğiniz hayatı saçma sapan bir şey için berhava etmeyeceğinizin garantisi var mı?
Yok.
Olmadığı için Paul Auster romanlarını korka korka okuyoruz.
Karanlığa çok fazla baktığımızda karanlığın da bize bakmaya başladığını bildiğimiz için.