Dilencilik meselesi oldum olası biraz yürek yakan, insanın suratında buruk bir ifade yaratan, bazense onu öfkelendiren, bazı zamanlarda ise vicdanını rahatlatmaya vesile olan karmaşık bir iştir. Bu, epey eskiden beri var olan bir kültürdür. Zor, kavraması güç, kabiliyet gerektiren bir iştir. Bunu ben söylemiyorum, Reşat Nuri Güntekin yazıyor. Herkes bu işin ehli olamaz.
Fakat bunu vazife edinenlerin sayısı hiç de az değildir hani…
Nitekim Orta Çağ Avrupası’nda farklı sebeplerle başkasına muhtaç olan yoksulların nüfusun yaklaşık yüzde yirmisini oluşturduğu söylenir. Bu insanlar için kurulan hastaneler ve cemaatler bile vardır, muhtaç insanlara böylelikle yardım edilmektedir. Dilenenlerin birçoğu içinse dilenci ruhsatı taşımak şarttır. Fakat sırf tembellikten bu işi yapanların, sahte dilencilerin ve şark kurnazlarının halk nezdinde bile kabulü yoktur. Anlayacağınız üzere, çalışabileceğine karar verilen dilencilerin ve serserilerin hakkı kötektir… Zaten Londra’daki mahkemelerin çeşitli hile ve yalanlarla para toplayan sahte dilencileri kırbaç cezasına çarptırdığı, onların kulak kıkırdağını damgalayarak toplumdan dışlanmalarına vesile olduğu yahut onlara denizaşırı sürgün gibi cezalar verdiği bile söylenmektedir.
İşte bu an, dövmeli yahut küpeli bir lakırdıcının aynadaki yansımasına şüpheyle bakıp konuyu kendine getirdiği ve belki de iğneyi kendine batırdığı andır fakat bu başka bir yazının konusudur. İyisi mi, biz şimdi Londra sokaklarındaki dilencilere geri dönelim…
John Sharryngworth, döneminin başarılı sahtekâr dilencilerindendir. Mağduru oynayarak, türlü sahtekarlıklara, insanların vicdanına dokunarak ve hatta dini kullanıp meseleyi sevapmışçasına pazarlayarak birçok insanı kandırıp bu işten epey para kazanmıştır. Böylelikle değil muhtaç olmak, çevresine borç verecek düzeye gelmiştir hani…
Bu sahne bize pek yabancı gelmez. Nitekim bir benzerine Kemal Sunal’ın Korkusuz Korkak filminde bile tanıklık ederiz. Orada tek bacağından yoksun, yürüme engelli bir dilenciyi görürüz. Dilencimiz bu mağduriyetine sığınarak para istemektedir ve bu işi yaparak köşeyi çoktan dönmüştür. Öyle ki kendisi kahramanımız Mülayim’e borç bile verir. Filmin ileriki bir sahnesinde ise Mülayim elinde bir bombayla dilencimize yaklaşınca, dilenci bir anda pantolonunun içine kıvırıp sakladığı bacağını dışarıya çıkarıverir. Korkusundan adeta iki topuğunu kıçına vura vura kaçmaktadır. İşte o an dilencinin maskesi düşer.
Bu dilencimiz ceza almış mıdır bilinmez fakat İngiliz dilenci Sharryngworth’ün kurtuluşu mümkün olmamıştır. Nitekim Londra’nın o dönemki yeni belediye başkanı Northampton’lı John, sahtekâr dilencilere karşı yayınladığı bildiriyle dolandırıcı tüm dilencilerin tutuklanmasını emretmiştir. Sharryngworth boyunduruk cezasına çarptırılmıştır…
Bravo Northampton’lı John’a!
Fakat böylesi bir ötekileştirme, elbette ki her zaman risklidir. Bilinmez ki dilenen insan kim bilir hangi sebeple bu duruma düşmüştür. Yardıma muhtaç insanların dilenmek zorunda kalmaması, devletten yeterli miktarda bir tür sosyal yardım alması herhalde yadsınacak şey değildir.
Zaten bu tür yardım organizasyonlarının Orta Çağ Avrupası’nda da zaman zaman bazı bölgelerde manastırlar aracılığıyla uygulandığını görürüz. Öyle ki en eski dilenci yasası 1370’te Nürnberg’de çoktan yürürlüğe girmiştir, buna göre kiliseler dışında dilencilik yapmak yasaklanmıştır; başka yerlerde yapacakların ise özel bir belge taşımaları ve kayıtlı olmaları şarttır. Kilise, dilenciliğin ve dilencilere yapılacak yardımların organizasyon işini üstlenmiştir.
Bu, akıllara bugünlerde çeşitli nedenlere bakanlık izinli yahut onaylı olduğunu söyleyen dilencileri getirmektedir sanki.
İlk bakışta dilencilik, binlerce yıllık geçmişine rağmen diğer birçok işe kıyasla aslında pek az değişim gösteren bir iş gibi görülür. Fakat dilencilikte, birbiriyle benzeşen, belki de hiç değişmeyen onlarca duruma rağmen kuşkusuz Orta Çağ’ın sonlarından itibaren önemli bir değişimden yine de söz etmek mümkündür. Nitekim dilencilik artık devlet tarafından kontrol edilemez bir hâl almış, dilenci çeteleri, planlı ve organize dilenci birlikleri görülmeye başlanmıştır. İşte bu noktada kalemimizi bir de Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi romanına batırmak gerekir. Nitekim orada Osmanlı’nın son yıllarında yaşam süren bir dilenciye tanıklık ederiz.
Roman kahramanımız iyi bir aileden gelmektedir. Üstelik Darülfünun’da eğitim görmüş biridir. Başlarda muhtaç hâlde değildir fakat ne ilginçtir ki yine de kendisi çocukluğunda dilencilik oyunu oynamaktadır; dilenciliğin içinden gelen bir şey, bir tür sanatsal dürtü olduğunu ima eder gibidir. Bununla yetinmez, ailesinin dilenciler ile olan ortak özelliklerinden de bize bahseder: “Demek ki sadaka benim mayamdadır; Kocabaşlar ailesinin hamuru onunla yoğrulmuştur ve şanlı dedemlerdeki Tanrı vergisinin ilerleye ilerleye bende tam olarak kemal mertebesini bulmuş olmasına şaşmamak lazımdır.” Bu satırları, şair dedesinin şiirlerindeki peygamber ve Allah ile başlayan yalvarışlarının sonunda aşkına yalvarmasıyla bittiğini anlatan cümleler takip etmektedir. Gel zaman git zaman askerlik sonrası bedbaht kahramanımız bir kolunu kaybetmesi sonucu iş yapamaz hâle gelmiştir ve işte böylelikle dilenciliğe başlamıştır. Fakat tamamen planlı ve istekli bir şekilde bu işe giriştiğini sanmayınız. Onun bu mesleğe başlaması bir tesadüfün sonucudur. Önceleri okulunun onu yardım toplamaya zorlamasıyla bu işe biraz olsun alışmıştır. Askerliği sonrasında ise günün birinde sokakta sakat elini toparlayamadan öylece ayakta dururken, oradan geçen bir vatandaşın avucuna para koyması sonucu kendini bir anda bu işin içinde bulmuştur. Dilenci loncalarına ve dilencilerin hayatına, kahramanımızın psikolojisine ve onun düşünce yapısına işte bu hikâyede tanıklık ederiz.
Kahramanımız ve bize gösterdiği diğer birçok dilenci hayata karşı hırssız ve tutkusuz insanlardır. Sanki hayat onlara ne sunuyorsa buna hemen boyun eğen türden kaderci kişilerdir. Onların sürekli atalet ve zahmete katlanamadıkları hâllerini görürüz. Sanki sürekli olarak iradesiz bir biçimde, akışına bırakarak yaşamaktadırlar. Kahramanımızın otuz yedinci sayfadaki cümlesi bize bu durumu adeta özetler gibidir. “Benim gibi bir insan için en iyi hürriyet, hürriyetsizlik!”
Onun bir başka sıra dışı söylemine ise yüz onuncu sayfada rastlarız. Orada şöyle yazmaktadır: “Bak etrafına… Merdivenleri koşa koşa çıkan şu geç kalmış memur da biraz sonra efendisine vapuru kaçırdığını yahut hastasına ilaç almaya gittiğini söylemeyecek mi?” Kahramanımız bu kişinin belki para için değil ama bu kez başka bir çıkarı için, mesela af için dilendiğini göstermektedir bize.
Gerçekten de bunun gibi daha nicesi vardır. Patronundan yahut sevgilisinden af dileyeni, patronundan izin yahut maaş artışı isteyeni, annesinden oyuncak dileneni, öğretmeninden izin dileneni ve daha nicesi… Esasında dilenilen şeyin para olduğu bariz durum bir kenara konup, bunun yerine daha başka kazançların hedeflendiği durumlar gözlemlenirse, dilenmenin pekâlâ sadece sokakta sadaka istemekten ibaret olmadığı anlaşılabilir.
Romanın yetmiş üçüncü sayfasında “Vazifenin yeri kafa, merhametin yeri hesap ve kitabı olmayan ve bir çocuk gibi kolay kanan kalptir. Dilencinin asıl kuvveti, bu kalbe hitap etmesindedir.” diye yazmaktadır. İşte bu sadece dilenmenin değil belki de iknanın her türlüsünün temel kanunudur. “Dediğim gibi dilencilikte merhamet başta geliyor. Sanatın bütün inceliği o damarı yakalayıp derin derin sızlatmaktadır. Tıpkı büyük şairler, vesairede olduğu gibi. Fakat büyük şair olmak gibi büyük dilenci olmak da bir yaradılış davasıdır.” diye eklemektedir yazarımız. Zaten dilencilikle sanat bu yönüyle pek benzer işlerdir.
İknanın başka yolları da vardır tabii. Bunlardan acımasız bir türüne ise yüz yirminci sayfada rastlarız. Bir dilenci, sevgilisiyle dolaşan bir kadına şöyle bağırmaktadır: “Allah sevgilinizi bağışlasın. Allah ikinizi de düşman şerrinden esirgesin!” Dolayısıyla bazı kadınlar sevgilisiyle birlikteliğinin ifşa edilmesinden utanıp, bazılarıysa bu duaların karşılıksız bırakılmasının bir tür ahlaksızlık olacağını düşünüp yahut başka bir sebepten kendilerini zan altında hissedip bu dilenciye sus payı olarak sadaka vermektedirler.
Dilencilik sanatının bütün püf noktaları bizatihi sanatın birçok türünde görülebilir…
Bir lakırdıcı da tıpkı bir dilenci gibi yeri gelir okuyucusunun kalbine dokunur, yeri gelir onu bir tür ahlaki yükümlülük altında bırakır yahut türlü söz oyunlarıyla ve hatta ifşaat ile onu ikna etme girişiminde bulunur. Ne için yapar bunu? Okunmak için tabii…
Nasıl ki bir dilencinin çoğu kez fiziksel bir kusuru varsa yazarımızın da ruhani yahut akli bir kusuru olacak ki, bu “lüzumsuz” işe koyulmuştur. Belki daha kârlı işler peşinde koşacağına, iç dünyasını adeta “mendil” yapmış ve üstelik onu da belki bir bakkaldan aşırmak suretiyle temin etmiş, türlü duygusal oyunlarla okuruna satmaya çalışıyordur!
Üstelik ne tesadüftür ki pek çok lakırdıcı bu işe planlı başlamaktan ziyade tıpkı dilenci roman kahramanımız gibi eline bir anda bırakılan para misali, yazdıklarının bir gün bir yerlerde tesadüf sonucu yer bulmasıyla yahut fark edilmesiyle girişmiştir.
Böyle birinin, lakırdıcılık konusunda zaten pek de planlı bir duruşu olduğu söylenemezdi. Nitekim bu işe gönül verenler de çoğu zaman içlerinden gelen bir dürtüyle sadece lak-lak edip durmakta, yazmakta ve sürekli yazmaktadırlar… Akışına bırakmışçasına yürümektedirler. Ne kadar okunacakları meselesiyse zaten biraz da kader kısmet işidir hani…
Dilencilik işinin zamanla değişebileceği düşünülürse, günün birinde bir dilenciye sosyal medyadan yardımda bulunmanın mümkün olacağı bile söylenebilir. İşte o vakit E-Mecmuadan paylaşımlar yapan, “Allah rızası için, yalvarırım, şu veya bu için, ne olur, okuyun…” diyen bir lakırdıcıya rast gelmek olmayacak iş değildir…
O vakit fazla bir şey değil, kredi kartınızın şöyle kıyısından köşesinden… az bir şey… belki de birkaç taksitle mutlu edersiniz bir lakırdıcıyı siz de… Fena mı olur?
Hasılı son sözümüzü söylerken lakırdıcıları bir kenara bırakalım nitekim dilenciliğin daha bin bir türlü hâli vardır… Zaten bugüne değin bir kez olsun herhangi bir şey uğruna dilenmemiş insan var mıdır, hiç sanmam.