Eleştiri konusunda birden çok yazı yazacağımı düşünmezdim. Eleştirmek eyleminden türetilmiş olan eleştiri, bir insanı, bir konuyu, bir yapıtı, doğru ve yanlış yönlerini bulup göstermek amacıyla yapılan incelemedir.
Bu konuda yerli yabancı pek çok yazar da eleştiri yazmıştır, yapmıştır. Hatta sırf eleştiri yazan da vardır: Fethi Naci (1927-2008), Berna Moran (1921-1993) gibi… Eleştiri konusuna, daha çok dergicilik serüveniyle (Aykırısanat, Agora ve Damar) başladım desem abartmış olmam. Gönderilen kimi kitaplar hakkında yazdım önce. Bu yazılar daha çok, nice sonra öğreneceğim eleştiri türlerinden ‘kitap tanıtım’ıyla ilgili. Kapsamlı ve büyük boy bir kitap Olan Geride Yazılan Kaldı/Eleştiri yazıları adlı kitabımda dediğimle ilgili birçok yazı var. Sonraları, okuduğum kitapların bende uyandırdıkları olumlu/olumsuz düşüncelerimi de ‘metnin eleştirisi’ türünde yazmaya başladım ve çeşitli dergilerde, gazetelerde yayımlattım. Bunlar, Çocuk Edebiyat Denilince, Reddediyorum ve Geride Yazılan Kaldı adlı kitaplarımda yer adlı. Bu kitapların hiçbirinde yer almayan ve adını Dilimden Düşen Sözler koyduğum dosyada da (13×19 cm) boyutunda bir 500 sayfalık kitap edecek yeni yazılarım var. Ben de tüm eleştirel yazılarımda, severek ve adeta beyinsel beslenme kaynağı olarak okuduğum yazar eleştirmenler (Fethi Naci, Asım Bezirci, Berna Moran, Nabokov, Umberto Eco, Terry Eagleton, Füsun Akatlı, Yıldız Ecevit) gibi yapıtların bana duyumsattıklarını yazarım. Bu alanda yapıp ettiğim ‘bağcı dövmek değil üzüm yemek’ gibi. Yani yazara değil de yapıtına odaklanırım.
İki yazı biçiminde eleştiriye dair düşüncelerimi açıklayacağım. (ilki ‘eleştiri nedir’, diğeri de ‘eleştiri neye yarar’) Bunu yaparken kendi yöntem ve metne yaklaşma biçimimden de söz edeceğim. Birinci yazı genelde bu tarzla ilgili çeşitli zamanlardaki okumalarımdan soğurduğum düşünceleri kendi akıl süzgecimden geçirerek kurduğum cümlelerden oluşacak. İkinci yazıda da aynı biçimde eleştirinin neye yaradığını, niçin edebiyatın, sanatın kopmazı olduğunu kimi örneklerle zenginleştirip açıklayacağım. Bu yazıları okuyacak olanın bilmesini istediğim şey şu: Bu iki çalışma, anlamsal içeriği ve kavramsal çerçevesi bakımından kendisine dışarıdan hiçbir şey eklenmeyecek, ya da kendisinden herhangi bir şey çıkarılmayacak tarzda, tam, dolu ve yetkin bir çalışma değil asla. Böyle bir iddiam da olamaz zaten. Özel, yani bana göreliği içerir. Ne kadar gerçekçi ve nesnel bakışla ele alsam da, bir tür parmak izim gibidir. Hoş aslında her yazı, metin, eser de böyledir ya… Sanat ve edebiyat yapıtlarında bile rastlanmayan türden metafizik bir yetkinlik arayışı, kavramsal çözümleme çerçevesinde kaleme alınan, betimleyici bir üslup kullandığım çalışmamla asla uyumlu olmaz; bu biline… Her ne kadar didaktik bir amaca hizmet ediyormuş gibi duyumsasa da pek çok okur, en azından kendi açımdan iyi anlaşılmak için olduğunun bilmesini isterim. Her iki yazımın da dikkatli, bilinçli ve eleştirel okuma yapabilen okurun zihninde kimi anlam boşluklarının doğmasına, ya da belli anlam kaymalarının oluşmasına yol açabileceğinin de farkındayım. Bu yüzden de, her iki yazı da öylesi okurun gözünde yeniden kurulup, gerektiğinde tersinden anlamlandırmalar yoluyla, tanımlayıp kavramlaştırılacak kimi çabaları gerekli hâle getirecektir. Yazılara müdahil olamayacak olan okurun kendi çabası sonucunda en azından dağarcığına eklediği ilgili bilgilere rehber olacak yazdıklarım… Okura kendi bilgilerini anımsama ve yenileme fırsatı verecek olan yazılarım, aynı zamanda da eleştiri ve eleştirmenlik konusunda farklı tat ve bilgi sunacaktır. Çünkü bu konu yalnızca eleştirmenliğe soyunan yazarları, doğrudan iş edinenleri değil, has okuru da ilgilendirmektedir. Eleştirmen, yazar, okur ve eser/yapıt ayrılmaz dörtlüdür. Bir tür ‘mahşerin dört atlısı…’
Maalesef ülkemizde pek çok yazar (öykücü/romancı/şair) gibi pek çok okur da eleştiri hakkında yanlış bilgilere sahip. Kendi alanlarıyla olmadığı gibi bir metni okuyup anlama konusunda da hem bilgisiz hem okuma engelliler. Eleştirinin ve türlerinin nasıl olduğu konusunda adını verdiğim eleştirmenlerden yaptığım okumalardan örnekleri kendi akıl süzgecimden de geçirerek vereceğim. Bundan önce Bazı Edebiyatçıların Hastalık Hâlleri (ki Reddediyorum adlı kitabımda da var) başlıklı yazımda usta ve severek yazdıklarını okuduğum Mihail Şolohov’dan (1905-184) kullandığım iki alıntıyı anımsatmak istiyorum. İlki: Beni anlamak istemeseler de, Sözümü sakınmadan konuşmaya hakkım var. Ve de yazmaya… Beni, yazar arkadaşlarım (sözde eleştirmen ve de dergicilerin edebî anlayışları) hakkında bazen hoş olmayan şeyler söylemeye zorlayan edebiyata olan derin bağımlılığımdır; öteki de, bence, saygınlığı ya da yaşı ne olursa olsun hiçbir yazar kendisi için bir ayrıcalık isteğinde bulunamaz. ’Yanlış yapma özgürlüğü’ne gelince; eğer bir kolektif çiftlikte grup önderi yanlış yaparsa, çiftlik başkanı onun yanlışını düzeltecektir. Bu bir yerel nitelikte bir yanlıştır ve diğer insanlara zarar vermeyecektir. Yazar yayımlanan bir çalışmasında yanlış yaparsa binlerce okuru yanlışa sürükleyecektir; işte mesleğimizin tehlikesi burada yatar, demiş olmasıdır. (Yazarın Sorumluluğu, De Yayınevi,1983) Bu alıntılardan anlaşılacağı üzere okurun da, eleştiriye konu olan öykücünün, romancının ve şairin de anlaması gereken şey eleştiriyi yapanın derdinin ‘üzüm yemek’ ve varsa yanlışları okura da yazara da göstermektir. Bu açıdan bakıldığında okurun da, yazarın da bilmesi, aklında tutması gereken Montaigne’in, sizi eleştirenlere, tırnaklarınızı, pençelerinizi değil ellerinizi uzatın, yararınıza olan güzellikler vardır belki, dediğidir. Belki sözcüğü ile kesinlikten uzaklaştırılan ‘yararına güzellikler’ metni daha iyi anlamamıza yarayabilir. Bu ‘yararına güzellikler’ ile ilgili kimi örnekler vereceğim elbette yeri geldiğinde…
Buraya kadar özetle de olsa eleştiriyi tanımladığımıza göre, eleştirinin neden olması gerektiğini de irdeleyebiliriz artık. Bir edebiyat metni (öykü, roman) dili biçimlendirmeye katkıda bulunurken aynı zamanda kendince bir kimlik, kişilik ve okur yaratır. Bu yüzden de yazınsal metinler bizi yorum özgürlüğüne davet eder. Çünkü bize (okur) anlatıcıları aracılıyla sundukları dünyaya ve o kurgusal dünyada olup bitene müdahil olma hakkı vermeseler de muhalif olma hakkımızı engelleyemezler. Bizi hem anlatıcıların diliyle hem de anlattıklarıyla karşı karşıya bırakırlar. Bu arada bir edebi metnin canlılığı yazarın yazıp okura sunduğu ana ve bir de her seferinde okurunun eline alıp yeniden okumasıyla mümkündür. Biz, bir eseri elimize alıp iç ya da dış sesimizi ona verdiğimizde bir tür ‘uyuyan şehir’i, ‘uyuyan güzel’i uyandırmış oluruz. Okumadığımız sürece o eser/yapıt cansızdır. Yazarın tanrısı olduğu dünyayı ve kişileri, olayları okuma öpücüğü ile biz uyandırırız. Bu noktada her şeyden önce yazınsal metinlere dair söylemler ve edebiyat eleştirisi arasında bir ayırım yapmak gerektiğine birçok eleştirmen gibi ben de inanıyorum. Çeşitli söylemler geliştirilebilir, söylenebilir; unutmayalım ki bunların tümü hem özeldir, hem de ondan önceki okumalarımızın bizde bıraktığı bilgisel etkilerin sonucudur. Okur genelde hikâyeye ve de anlatıcıların diline odaklanırken, eleştirmen de bunları önemser ama aynı zamanda kapsayacak biçimde daha geniş bakışla anlatılanın, hatta dilin anlatılana uyup uymadığı üzerinde durur. Adeta bir cerrah gibi davranır. Estetikçisi olur gerektiğinde…
Adını verdiğim yazar eleştirmenler genelde üç eleştiri biçiminden söz eder. İlkine ‘kitap tanıtımı’ diyorlar. Okura henüz bilmedikleri, tanımadıkları eserlerden söz eder bu işi yapanlar. Amaç eserin ortaya çıkması, daha çok okunması, buna tüketilmesi de diyebiliriz tabii… Kitap tanıtımı, en iyi örneklerinde görülen kitabın okura övülmesi ve ilgisinin çekilmesi odaklıdır. Bu arada bu tür yazı yazanın beğenisini okura dayatması kaçınılmazdır. Bu türün nesnelliğinden söz etmek olası değil. Eco’nun deyimiyle, kitap tanıtımında okur (tıpkı doktorun hastayı evine giderek muayene etmesi gibi) eseri görmez, sadece bir başkasının ondan söz ettiğini duymakla yetinir. İkincisi eleştiri de okurun bildiği ya da en azından hakkında konuşulduğunu duymuş olması gereken metinlerden söz eder. Buna ‘edebiyat tarihi, tarihçiliği’ diyebiliriz. Bu alandaki çalışmalar akademisyenlerin ve kendini bu alanda yetiştirmişlerin yazıları olabileceği gibi bir yazarın başka yazarlar hakkındaki okuma notları toplamı da olabilir. Ortak olan şudur: eleştirmenin bize bazı kategor iler ve değer ölçütleri ışığında eserin neden güzel veya niçin güzel olmadığını anlatmalarıdır. Edebiyat tarihi ve tarihçiliği söz konusu olduğunda analiz bir zorunluluktur. Ki analiz kitap tanıtımı yazılarında hiç olmaz. ‘Metin eleştirisi’ de üçüncüsü. İlkini asla kapsamaz ama ikinci eleştiri türünü de kapsar kimi zaman. Bu tarzı seçen eleştirmen okurun eser hakkında hiçbir şey bilmediğini var sayar. En azından okunmasa da adı bilinen Tutunamayanlar bile olsa okurun bilmediğini var saymak zorunda. Burada sıklıkla kullandığım bir saptamamı belirtmek zorundayım, iyi anlaşılmak için. Yazar yazdığından, editör de yazardan ve üçüncü tür eleştiriyi yapan/yapacak olan da yazardan ve editörden fazlasını bilmek zorundadır. Çünkü bir metnin nasıl oluştuğunu ve neden öyle olmasının iyi ve doğru olduğunu, niçin başka türlü olamayacağını, neden öyle oluşturulduğunu, başka türlü olamayacağını ve öyle oluşturulduğu için değerli görüldüğünü gösterebileceğimiz tarzdaki eleştiriler olmak zorundadır.
Metnin ve yazarın anlaşılması gerçek eleştiriyle, yani metin eleştirisiyle mümkündür. Bu tutum eleştirel kitap tanıtımı ve edebiyat tarihi eleştirisinde olmayan bir niteliktir. Gerçek eleştiri yapan kişi metni yazardan ayrı tutmak zorundadır. Çünkü elinden geldiğince nesnel ve gerçekçi olmalıdır. Yazdığına duygularını, önyargısını katmamalıdır. Adını verdiğim eleştirmenlerin hepsi de okuru kendi beğenisiyle baş başa bırakıyor görünse de gerçekte yaptıkları, tepe lambalarıyla aydınlattıkları okurun, yazarın ve hatta editörlerin de göremediği göstermektir. Bu konuları önemseyen biri olarak okuduğum birçok kitap hakkında birinci ve üçüncü eleştiri türüne uygun yazılar da yazdım dedim başlarda. Hepsine nesnel ve gerçekçi yazarlık akıl lambamla baktım. İnsanın yazdıklarını ve kendini anlatması zordur gerçekten. Yazdıkları kimliğidir kişinin gibi bilindik söylemlere de sığınmak istemem. Bu yüzden en azından yıllar önce yazdıklarım için bugünden ne düşündüğümü paylaşmak isterim. 1987’den 2017’ye dek düzenli olarak dergilerde ve birkaç gazetede şairler, öykücüler, romancılar kısacası yazarlar/aydınlar (daha çok da yapıtlarını içeren yazılar) yazdım. Yazdıklarım ve yapıtlarım için yazılanları Monteıgne’in yukarıdaki sözüne sadık kalarak içselleştirdim, olumlu veya olumsuz da olsalar. Hâlen de eleştiri konusunda Monteıgne’in gibi düşünürüm. Geçmişte yazdıklarımın büyük bölümü sevgili Özgen Seçkin’in yönetimindeki toplumcu geleneğin özgün kulvarı olan Damar’da yayımlandı. Yüzcek, telefonla ya da mektupla Özgen’den yazılarımı yayımlanmamasını isteyenler olduğunu Özgen’den çok duydum. Hatta adları da aklımda… Köprünün altından akan başka sular olduğundan anmak, yazmak istemem şimdi. Bana ve yazılarıma yer verdiği için Özgen’i kutlayan ve onun aracılığıyla bana iyi dileklerini iletenler de oldu geçmişte. Kemal Tahir, yazar yazdığından fazlasını bilmelidir demiş. Yerinde ve haklı bir tespit… Aynen katılırım. Hatta eklemek isterim: Eleştirmenler, editörler de yazarlardan fazlasını bilmek zorundadır. Ancak o zaman olması gereken edebiyat, sanat derinliğimiz ve özgünlüğümüz karşılık bulabilir ve geleceğe kalabilir. Kendimi bir eleştirmen ya da değerlendirmeci olarak görmedim. Uzmanlık ve sabır isteyen bir alan çünkü… Bana daha çok zaman ayırarak bu alanda kendimi geliştirebileceğimi söyleyenlere yalnızca gülümsemekle yetindim. Belki birçok kimseden farkım okumayı çok seviyor ve okuduğumu, öğrendiğimi unutmuyor olmamdır. Yine de bu beni zor alanın eteğinden bile tutmuş ya da yakınından geçmiş biri yapmaz asla. Gerçek eleştirmenlere saygılıyım ve hayranım da. Yazılarımdan hoşlanmadıkları için dergi, gazete yöneticilerinden yazılarıma yer verilmesini istemeyen yüreksizler de biliyor ki söz uçar yazı kalır. İşte bu anlayıştan yola çıkarak bana düşüncelerini bildirenler de oldu. Ayrıntıları arşivimdedir. Birkaçını özetlemekle yetineceğim.
Bunlardan ilki ışık içinde olsun sevgili Gürhan Uçkan’dı. “Bir Eleştirinin Düşündürdükleri” başlıklı Ekim 1993 tarihli mektup/yazısında, …Damar’ın Eylül sayısında Tacim Çiçek önemli bir yer sahibi. Önce, kendi öykü kitabının İzzet Kılıçlı tarafından incelenmesi nedeniyle; ikincisi de, 6 dergi sayfası boyutunda, eleştirmen olarak gözükmesinden ötürü… dedikten sonra imza olarak beni tanıdığını eleştirdiğim “Taramak Gökyüzünü”n yazarı Coşkun Karabulut’u ise hiç tanımadığını yazmıştı. Ve bir ilk kitaba bu denli hışımla yaklaşmış olmamın birikimli bir eleştirmen adayı olan bana yakışamadığını belirtmişti. Bir başkası da sevgili Nuray Sancar’dı. Bana yolladığı çok uzun mektubunda Tülin Tankut’un Leyla Erbil’in “Karanlığın Günü” romanına yaklaşımını eleştiren karşı yazıma yanıt vermişti. Özetle diyordu ki “Kuşkusuz, Leyla Erbil’in kitabında Tülin Tankut’un atladığı şeylerin altını çizerken siz çok haklısınız… T. Tankut’a hangi feminizmden referans aldığını sormak biraz haksızlık gibi gelmiyor mu size de… Kitabı ben okumadım ama bireyin kurtuluşunun kapitalist toplumda olmayacağının ima edilmesi bir “hümanist” için az şey değildir öyleyse…” O zaman için tek satırını okumadığı (sanırım artık okumuştur) bir kitap üzerinden savunmaya çalışmıştı hemcinsini yadırgamıştım. Taki Akkuş ise 24.03.1987 tarihli ve pembe renkli el büyüklüğündeki pelür kâğıda yazdığı mektubunda, “Cennetlik Dul” adlı öykü kitabı için asla yazı yazıp bir yere göndermememi tembihlemişti. “Cennetlik Dul için hiçbir yere yazı gönderme. Hakkında yazma. Bu sıra ondan kim söz ederse yakasına yapışıyorlar. Erhan Tığlı Cennetlik Dul yüzünden sürgüne gitti. Emeğine teşekkür ederim. Ne demek istediğimi görür ve anlarsın bence bir daha oku. Sakın yazma, ayrıca yazacağım soruşturma devam ediyor.” En azından ben, tanıdığım insanlara yapıtı hakkında ne yazacağımı açıklardım mektuplarımda. Böyle mektuplar gönderdiğim kişilerden tek bu arkadaş yukarıda küçük bir bölümünü paylaştığım mektubu yolladı. Beni mi, kendini mi veya ikimizi mi savunmaya çalışmıştı anlamamıştım. Ama içimden sessizce geçirdiklerimi büyük harflerle seslendirmekten yana oldum hep. Öyle de yaptım. Ne kendisinden ses çıkmıştı ne de sevgili Erhan Tığlı’yı (ki gerçek öyle mi diye sormuştum sevgili arkadaşıma, “istersen o konudan hiç söz etmeyelim, geçelim” diye yazmıştı) sürgüne gönderenlerden bana bir ceza kesilmişti. Oysa ben de sevgili Tığlı gibi öğretmendim. Bunlardan biri de sevgili Öner Yağcı’ydı. Gönderdiği “Ankara Çiğdemi” resimli kartlarını bana ulaşana kadar herkes okurdu. Herkese açıktı yazdıkları. Bu posta kartlarını zarfsız gönderirdi. Özellikle iki tanesinde “Kardelen” ve “Turnalar” için yaptığım değerlendirmelere teşekkür etmiş ve “Gökyüzüne Akan Irmak” romanı için yazdıklarıma da bir açıklama yapmak gereği duymuştu. 1.4.1990 ve tarihi belirsiz olduğundan içeriğinden dolayı bir iki ay sonra gönderdiği posta kartı mektubunda demişti ki, …Elbette bana da kitabıma da sevgiyle yaklaştığını biliyorum. Emeğin olduğu yerde güzellik ve sevgi de yeşerir ve sen emek vermişsin yapıtlarımı okurken; düşünmüş, çoğaltmış, yazmışsın. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim. Kitabın adı, güzelim düşlerden ütopyadan geliyor. Herkesin ulaşamayacağı güzelliklerin düşü olarak ırmak gökyüzüne doğru akıyor diye düşünmüştüm. Eleştirilerinin sevgili bir yürekten geldiği için, sıkça bağrıma basıyorum düşüncelerin de güzelleşmesi için emek gerekir elbette. “Ek” olsun diye birkaç cümle yazmak istiyorum. Birincisi, Irmak’ta anlatılan ve aktarılan gençlik düşünce ve eylemiyle gerçekten çocuktu. Ben de o çocuklardan biriydim. Saf, inançlı, sevgi dolu, inat çocuklardan biri… Anlatılan yıllar da 1971 öncesidir ve o yıllar da bu çocukların “habersiz” olması doğal değil midir? Böyleydi, bilgi gökten zembille inmezdi ki beyinlere! Daha sonraki yıllar da öyle “yarım bilinçli” diye yorumlasaydım haklı olurdun. İkincisi, kitabımda kesinlikle “karamsarlık” yok, tersine her şeye karşın “inat” var ve böyle bir eleştiriyi tek senden aldım. Ayrıca tam tersi “aşırı iyimserlik var” diye suçlanıyorum sık sık. Ve haklı olabileceğin tek konu bana göre de kitabımın aceleye gelmiş olmasıdır… Son olarak geçmişten bir örnek daha vereyim. Gerçekten de has şairdir benim için Yılmaz Odabaşı. Tanışırdık da… Neredeyse birçok yayınevinden çıkmış aynı kitaplarını da imzalı göndermiştir hep. Arada telefonla konuştuğumuz ve etkinliklerde bir arada da olurduk. 1992/2007 tarihleri arasında yayında olan Damar’da ‘Günışığı’na Mektuplar’ başlığı altında yazarları, şairleri anlatıyordum her yazımda. Tutulmuş ve benzer tarzda da ‘mektuplar’ yazılmıştı başka yazarlar tarafından başka dergilerde, hiç de övünmüyorum gerçek bu; benden esinlendiler… Yılmaz Odabaşı bana, ‘kardeşim beni de Günışığı’na anlatmanı istiyorum,’ demişti. Oysa onun buna ihtiyacı yoktu çünkü pek çok mecrada görünen bir şairdi. İlk baskısıyla daha sonraki baskıları farklıydı ‘Bir Kürdün Eylül Defteri’ adlı kitabı. Karşılaştırmalı okuma yapmış ve tıpkı Fethi Naci’nin Kemal Tahir’in ‘Eski Şehrin İnsanları’nın ilk baskısıyla daha sonraki baskısını karşılaştırıp kıyasıya eleştirdiği gibi değil asla; yine de şairi ortaya çıkaran bir yazı yazdım Damar’ın 52. Sayısında. O gün bugün dargın ve kırgındır bana. Bunlar geçmişte, daha doğrusu çeşitli dergilerde yaptığım metin eleştirileri yüzünden yaşadıklarım. Ama günümüzde de bir biçimde bana hakkında yazmam için kitap gönderenlerden de benzer yaklaşım, küsme, kırgınlık, kızgınlık duyan ve asıl tuhafı da bu inanın, okumadıkları kitapların yazarlarını sırf kişisel dostluklarından dolayı avukatlığını yapıp savunanlar oluyor. Sanki hırsızın hiçbir kabahati yok misali… Oysa ben adını verdiğim ve aklıma gelmeyen daha nice yazar eleştirmenin Türkçeleştirilen tüm eserlerini defaten okuyan ve eleştiri konusunda onları örnek alarak nesnel ve gerçekçi bir bakışla yaklaşan biriyim okuduğum her kitaba. Sapla samanı iyi ayıran bir çiftçi gibi metinle yazarı birbirine karıştırmam. Yapıta dönük eleştiri yaparım. Yaptığım ‘metin eleştirisi’ yazarın oluşturduğu anlatıcının duyumsattıklarıdır. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış derim. Olgunlaşmamış zihinler yaptıkları yanlışlara bir de yazımda verdiğim Şolohov gözlüğünden bakabilseler özeleştiri denen silahı kafalarına doğrultup intihar ederler, savunma zırhına bürünüp devekuşu misali gerçekliğe gözlerini yummaz, kulaklarını da kapamazlar.